بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
قُلْ يَٓا اَيُّهَا الْـكَافِرُونَۙ
Tevhid ilkesinin sembolü olarak Mekke döneminin ilk yıllarında inen bu sûrede Mekkeli müşriklerin şahsında bütün putperestlere ilân edilmek üzere iman ile şirkin ayrı şeyler olduğu, bu iki inanç sistemi arasında bir benzerlik bulunmadığı, dolayısıyla ikisinin birlikte bulunmasının, iki inanç arasında bir uzlaşmaya gidilmesinin mümkün olmadığı kesin olarak ifade edilmiştir.
Bazı müfessirlere göre 2-3. âyetlerde, gelecekte Hz. Peygamber’in müşriklerin taptığına tapmayacağı, onların da Hz. Peygamber’in taptığına tapmayacakları ifade edilmiş; 4-5. âyetlerde ise halihazırda da onların tutumlarının farklı olmadığı bildirilmiştir. Ancak Şevkânî bu yorumu reddetmekte, 4-5. âyetlerin 2-3. âyetlerdeki gerçeği pekiştirdiğini söylemekte; bu tekrarlara dil kurallarından ve Arap şiirinden örnekler getirmekte, Hz. Peygamber’in hadislerinde de benzer tekrarların bulunduğunu ifade etmektedir (bk. V, 599-600). Bizim tercihimiz de bu yöndedir. Zira 2-3. âyetlerde Hz. Peygamber’in şahsında müminlerin sadece bir Allah’a kulluk etmeleri emredilmiş, Allah’a ortak koşanlarla gerek inanç gerekse ibadet bakımından hiçbir şekilde benzerliklerinin bulunmadığı vurgulanmıştır. 4-5. âyetlerde ise Hz. Peygamber’i kendi dinlerine döndürmek isteyen putperestlerin ümidini kırmak maksadıyla söz tekrar edilmiştir. “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” şeklinde tercüme ettiğimiz 6. âyet, daha geniş kapsamlı ve daha vurgulu bir şekilde önceki âyetleri tekit eder ve bu iki din arasında uzlaşmanın olamayacağını gösterir. Zira bu iki dini uzlaştırmak, hak ile bâtılı uzlaştırmak anlamına gelir.
Son âyetten din, vicdan ve ibadet özgürlüğünün esas olduğu, kimsenin herhangi bir dine girmeye zorlanamayacağı anlamının da çıkarılabileceğini düşünen bir kısım müfessirler bu âyetin müşriklere karşı savaşılmasını emreden âyetle (bk. Tevbe 9/36) neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını ileri sürmüşlerdir. Ancak bizim de katıldığımız görüşe göre âyetin hükmü kaldırılmamıştır; çünkü burada bir emir veya yasak değil, bir vâkıanın tesbiti ve ifade edilmesi (haber) söz konusudur; haber ise Allah’tan olduğu için gerçektir, hükmü değişmez (bk. Şevkânî, V, 600).
Kelâma en güzel giriş şekillerinden biri de kelâmın konusuyla alâkalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelâmın maksadına edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâetü-l istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Kur’an Işığında Belağât Dersleri Bedi İlmi)
Ayet ibtidaiyyedir. Emir üslubunda talebi inşa isnadtır. Mequlul qavl cümlesi nida üslubunda talebi inşai isnadtır.
Kur’ân’da bu tip Ya eyyuhâ formundaki nida çoktur. İçinde tekit türlerini barındırmaktadır. Yakına seslenmede uzak için kullanılan yâ nida harfinin seçilmesi, hemen arkasından eyyu lafzının ve tenbih edatı hâ’nın gelmesi, nida harfinin anlamını güçlendirir ve muhatabın dikkat kesilmesini sağlar.
Elkâfirûne’deki elif lam takısı ahd içindir.
Bu hitaba muhatap olanlar, Allah’ın bunların iman etmeyeceklerini bildiği belli inkârcılardır. (Keşşaf)
Yâ eyyuhel kafirûne (Ey Kâfirler!) diye küfür sıfatını belirterek yapılan hitap, Mekke'lileri kınamayı ve yaptıklarının çirkinliğini ifâde eder. (Safvetü’t Tefâsir)
Fahreddin Razi’ye göre ayetle ilgili üç soru akla gelebilir:
1- Aynı muhataplara başka surelerde cahiller şeklinde hitab edilirken niçin bu surede kafirler diye hitab edilmiştir? Razi bunu şöyle açıklar. Çünkü bu sure tamamıyla kâfirler hakkında inmiştir. Bu nedenle burada mübalağanın bulunması kaçınılmazdır. Zira kâfir kelimesinde, hem mutlak olarak hem de kayıtlı olarak zikredildiğinde tam bir kötüleme anlamı bulunmaktadır. Halbuki cahil kelimesi böyle değildir, zira bu kelime takyid ile kullanıldığı zaman kötüleme manası ifade etmeyebilir. Ayrıca dünyada bir kişiyi yermek için kâfir kelimesinden daha ağır bir lafız yoktur.
2-Tahrim suresinin başında eyyuhâ lafzının başında qul hitabı yokken bu surenin başında niye vardır ve niçin orada mazi fiil keferû fiili kullanılırken burada ismi fail olan kâfirûne kelimesi kullanılmıştır? Razi’ye göre bunun nedeni de o surenin kıyametle ilgili olmasıdır. Kıyamette peygamberimiz artık onlar için bir elçi değildir. Onlarda artık hala inkâr edici değillerdir. Gerçeği görmüş ve itaat halindedirler.
3-Burada kafirler hitabı umumi midir yoksa bir kısım kafirler midir? Razi’ye göre, bu hitap umumi değil, hususidir. Çünkü kafirlerden bazıları, mesela ehli kitap, Allah (c.c) ibadet etmektedirler. Dolayısıyla bu hitap onları içine almaz, sadece Hz peygamberi putlarına ibadet etmeye çağıran bir grup kafiri içine alır. (Fahreddin Razi)
لَٓا اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ
Menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Aid zamiri mahzuftur. Takdiri lâ a’budullezî ta’budûnehû (Sizin taptığınıza tapmam) şeklindedir. Bunun için ayette hazif vardır.
İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Lâ a’budu (İbadet etmem) - mâ ta’budûne (sizin ibadet ettiklerinize) kelimeleri arasında tıbâk-ı selb vardır. Zira birincisi olumsuz, ikincisi olumludur. (Safvetü’t Tefâsir)
Elkâfirûne - ta’budûne gibi, sonlarında fasıla harfleri birbirine uygun düşmüştür.
Tapmam derken, bununla gelecekteki tapma kastedilmiştir; çünkü -mâ, sadece şimdiki zaman anlamındaki muzâri‘ fiilin başına geldiği gibi- lâ edatı da ancak gelecek zaman anlamındaki muzâri‘ fiilin başına gelir. Dikkat edersen, len edatı da lâ’nın verdiği olumsuzluğu pekiştirmektedir.
Halil (b. Ahmed) (v. 175/791) len hakkında; “Bunun aslı lâ en’ dir” demiştir. Anlam; “Sizin ilâhlarınıza tapma adına benden talep ettiğiniz şeyi gelecekte yapacak değilim! Siz de benim İlâh’ıma tapma adına sizden talep ettiğim şeyi yapacak değilsiniz [anlaşıldı]!” şeklindedir. (Keşşaf)
وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۚ
Ayet atıf harfi vav ile nidanın cevabına matuftur. Entüm mübteda, âbidûne haberdir.
Müşterek ismi mevsul mâ, ismi failin mefulu olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsulun sılası â’budu’dur. İrabtan mahalli yoktur.
Nefiy harfi lâ’nın tekrarı olumsuzluğu tekid etmek içindir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır.
İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Âbidûne - a’budu kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ale sadri sanatları vardır.وَلَٓا اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ
Ayet atıf harfi vav ile nidanın cevabına matuftur. Nefiy harfi lâ’nın tekrarı olumsuzluğu tekid etmek içindir.
Ene mübteda, âbidûn haberdir.
Müşterek ismi mevsul mâ, ismi failin mefulu olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsulun sılası abedtum’dur. İrabtan mahalli yoktur.
Ben sizin taptıklarınıza tapmam, hiç tapmamışımdır! Yani ben geçmişte de sizin taptıklarınıza tapan biri olmadım; yani Cahiliye devrinde bile benden herhangi bir puta tapma alışkanlığı sâdır olmamışken, İslâm döneminde böyle bir şey benden nasıl beklenebilir? “Siz de benim tapmakta olduğuma tapmış ve tapmakta değilsiniz!” Yani siz de hiçbir vakit benim tapmakta olduğuma tapmış değilsiniz. (Keşşaf)
Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Âbidûn - abedtum kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ale sadri sanatları vardır.
وَلَٓا اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَٓا اَعْبُدُۜ
Ayet atıf harfi vav ile nidanın cevabına matuftur. Nefiy harfi lâ’nın tekrarı olumsuzluğu tekid etmek içindir. Entüm mübteda, âbidûne haberdir.
Müşterek ismi mevsul mâ, ismi failin mefulu olarak mahallen mansubtur. İsmi mevsulun sılası â’budu’dur. İrabtan mahalli yoktur.
Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Âbidûne - a’budu kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ale sadri sanatları vardır.
Lâ a’budu mâ te’budûne - ve lâ entüm âbidûne mâ a’budu leri ile ve lâ ene âbidun mâ abedtum - ve lâ entum âbidûne mâ a’budu leri arasında mukabele vardır. İlk ikisi şimdiki zaman, son ikisi ise gelecek zaman içindir. Bu mukabelede hem şimdiki, hem de gelecek zamanda putlara ibadet reddedilmiştir. Bu, güzelleştirici edebî sanatlardandır. (Safvetü’t Tefâsir)
Şayet (Karşı tarafa) abedtum dendiği gibi (Peygamber tarafından da abedtu (taptığıma) denmesi gerekmez miydi?” dersen şöyle derim: [Gerekmez;] çünkü onlar peygamberlikten önce putlara tapmaktaydılar; Hz. Peygamber ise henüz o vakitte (bilinen İslâmî anlamda) Allah’a kulluk etmiyordu.
Peki, neden akıl sahiplerini betimleyen men değil de akılsız varlıkları betimleyen mâ ile gelmiştir?”(Yani Allah Teâlâ’dan neden “kişi” olarak değil de “şey” olarak bahsedilmiştir.) dersen şöyle derim: Çünkü burada kastedilen, sıfat olup buna göre âdeta; “Ne ben bâtıla taparım ne de siz hakka taparsınız.” buyurulmuştur.
Mâ’nın mastar edatı olduğu da söylenmiştir; yani ben sizin ibadetinizi yapmam, siz de benim ibadetimi yapmazsınız! (Keşşaf)
لَـكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ
Ayet ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir.
Cümlede takdim tehir ve icazı hazif vardır. Lekum mahzuf mukaddem habere müteallıqtır. Dînukum muahhar mübtedadır. Haberin takdimi kasır ifade eder. Cümle faidei haber talebi kelamdır.
Ve liye dîni, ta’liliyye cümlesine matuftur. Car mecrur liye, dîni’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıqtır. Dîni muahhar mübtedadır. Haberin takdimi kasır ifade eder. Cümle faidei haber talebi kelamdır.
Lekum dînukum ve liye dîni ayetinde cümlede sonra gelmesi gerekeni, önem atfetmek için önce getirmek şeklinde yapılan kasr sanatı mevcuttur. (Fahreddin Razi)
Kur’ân sûrelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhâtab artık başka bir şey duymak istemez. Sûreler; duâ-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedi İlmi)
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makâma ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsnül inteha sanatının güzel bir örneğidir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِذَا جَٓاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُۙ
Müfessirlere göre “Allah’ın yardımı”ndan maksat, Mekke putperestlerine veya bütün düşmanlarına karşı Allah’ın Hz. Peygamber’e yardım etmesi ve onu zafere kavuşturmasıdır; mecazen “dinin kemale ermesi, son şeklini alması” anlamında da yorumlanmıştır. “Fetih”ten maksat ise başta Râzî’nin “fetihlerin fethi” dediği Mekke’nin fethi olmak üzere Hz. Peygamber’e nasip olan bütün fetihlerdir. Fetih mecaz olarak “Hz. Peygamber’e verilen ilimler, dünya nimetleri, cennet” olarak da yorumlanmıştır (Râzî, (XXXII, 153-155; Şevkânî, V, 602-603).
Sûrede Hz. Peygamber’in şahsında genel olarak müminlere hitap edilerek Allah Teâlâ kendilerine bir nimet ve yardım lutfettiğinde O’na hamd ve şükretmeleri gerektiği ifade edilmektedir. Müminler Mekke döneminde fakir ve güçsüzdü; müşriklerin kendilerine yaptıkları zulme karşılık verecek durumda değillerdi. İnsanlığı kurtuluşa çağıran Hz. Peygamber, çağrısına olumlu cevap alamadığı için üzülüyor, hatta kendi kavmi tarafından din konularında yalan söylemekle suçlanıyordu (bk. Hûd 11/12; En‘âm 6/33-35). Fakat Medine döneminde müminler güçlenerek kendilerine haksızlık eden inkârcılara karşı savaşacak duruma geldiler ve fetihler başladı. Bu durum Araplar’ın İslâm’a girmesinde büyük etken oldu. Özellikle Mekke’nin fethinden sonra Arap kabileleri savaşmaksızın İslâm’ın hâkimiyetini kabul etmiş ve akın akın İslâm’a girmişlerdir. 2. âyet bunu ifade etmektedir. 3. âyette ise daha önce müşrikler tarafından “sihirbaz, şair, kâhin, mecnûn” gibi yakışıksız sıfatlarla nitelenerek her türlü hakarete mâruz bırakılan Hz. Peygamber’e, kendisini bu durumdan kurtaran Allah’a hamd ve şükretmesi emredilmektedir. Mekke’den hicret ederken Sevr mağarasında gizlendiğinde yanında sadece Hz. Ebû Bekir vardı; şimdi ise binlerce sahâbî ile birlikte Mekke’yi fethetmiş, bu arada tarihin en büyük ve en yapıcı inkılâbını gerçekleştirmişti. İşte bu sebeple müminlerden yüce Allah’a hamdetmeleri, kendilerine nasip edilen zafer ve fetih nimetlerinin şükrünü yerine getirmeleri istenmektedir.
Hz. Peygamber’in günahtan korunduğu bilinmektedir (ismet). Buna rağmen ona Allah’tan af dilemesi emredildiğine göre bunun mânası ya ümmeti için, onların adına af dilemesi veya –günahtan uzak dursa bile– Allah’tan af dilemek kullukta kemalin gereği olduğu için “Allah’ın lutuf ve inâyetine her zaman muhtaç olduğunu dile getirmesi, her şeye rağmen ibadetlerini mükemmel görmeyip bu sebeple O’ndan af dilemesi”dir. Bu sûre indikten sonra Hz. Peygamber’in, “Allahım! Sana hamd eder ve seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Beni bağışla, çünkü sen tövbeleri kabul edensin!” anlamındaki duayı sık sık tekrarladığı rivayet edilmektedir (İbn Kesîr, VIII, 532-533; ayrıca bk. Fetih 48/1-3).
Sahabeden bazıları bu âyetlerden Hz. Peygamber’in görevinin tamamlandığı ve artık vefatının yakın olduğu sonucunu çıkarmışlardır (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 110). Bundan dolayı sûreye “vedalaşma” anlamında “Tevdî” ismi de verilmiştir. Nitekim bu âyetler indikten sonra Hz. Peygamber’in ancak seksen gün gibi kısa bir süre yaşadığı rivayet edilmektedir (bk. Kurtubî, XX, 233).
İzâ, cezmetmeyen, cümleye muzaf olan, şart manalı zaman zarfıdır. Cevap fiiline muteallıqtır. Şart fiili câe, muzafun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Nasru fiilin failidir. El fethu, nasru’ya matuftur. Şartın cevabı 3.ayetteki sebbih fiilidir.
İzâ, vukuu kuvvetle muhtemel durumlarda kullanılır.
Ayet şart üslubunda talebi inşai isnadtır.
Ayette icazı hazif vardır. Fiilin mefulü mahzuftur.
Lafzı celale muzaf olması nasru için, tazim ve teşrif ifade eder.
Nasru - el fethu kelimeleri arasında nuraatün nazir sanatı vardır.
El fethu’daki tarif, ahdi ilmidir.
Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla Allah isminde tecrit sanatı vardır.
Yardımın ve fethin gelmesi tabirinde istiare vardır. Müsteâr olan nasru ve el fethu kelimeleri, teşhis(şahıslaştırma) yoluyla bir kişiye benzetilmiştir. İstiârede müşebbehu bih (müsteârun minh) mahzuftur. Onun yerine müşebbeh (müsteârun leh) zikredildiği için mekniyye olmuştur.
Allah'ın yardımı, seni düşmanlarına galip getirdiği ve fetih, Mekke fethi geldiği zaman... Allahü teâlâ'nın, bu fethi vukuundan önce bildirmesi, Peygamberlik alâmetlerindendir. Çünkü rivayete göre bu sûre, Mekke'nin fethinden önce nazil olmuştur. Çoğunluğun görüşü bu istikamettedir. Mekke fethi; gözlerin beklediği bir fetihtir. Bundan dolayı ona ”fetihlerin fethi" adı verilmiştir. Mekke fethi, Fetih sûresinin başında vaadedilmiştir. (Ruhul Beyan)
Nasrullahi velfethi ayetinde umûmdan sonra hususun zikri vardır. Zira Allah'ın yardımı bütün fetihleri kapsamaktadır. Yüce Allah Mekke fethinin şanının yüceliğini vurgulamak ve önemini göstermek için bu fethi, yardım üzerine atfetmiştir. (Safvetü’t Tefâsir)وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ
Vav atıftır. Ayet önceki ayetteki muzafun ileyh cümlesine matuftur. Mahallen mecrurdur.
Ennâse, raeyte fiilinin mefulüdür. Raeyte fiili bu ayette ru’yet veya basiret manasına gelebilir.
Yedhulûne cümlesi nasb mahallindedir. Raeyte fiili basîret manasında alındığında, fiilin mefulünden hal olur. Raeyte fiili ru’yet manasında düşünüldüğünde fiilinin ikinci mefulü olur.
Car mecrur fiddîni, yedhulûne’ye muteallıqtır.
Efvâcen, yedhulûne fiilinin failinden haldir.
Müsbet fiil cümlesi formunda faidei haber ibtidai kelamdır.
Lafzı celale muzaf olması dîni için şeref ve tazim ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla Allah isminde tecrit sanatı vardır.
Hal, anlamı kuvvetlendirmek için yapılan itnaptır.
Fid dîni ibaresindeki fî harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi fî harfi cerinde zarfiye manası vardır. Din, içi olan bir nesneye benzetilmiştir. Cami her ikisindeki mutlak irtibattır.
Yedhulûne fiili için muzari fiil tercih edilerek iradedeki teceddüde ve istimrara işaret edilmiştir. Mazi ve muzarinin bir arada kullanımı, istimrar ve istikrar arasındaki uyum, dikkat çekici beyanî bir güzelliktir. (Vakafat 114) Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği durumu göz önüne canlandırmayı sağlayarak muhatabın konuya vukufiyetini artırmaktadır.
El insane’deki tarif ahdi ilmi içindir.
Ve insanların yani Arapların grup grup Mekkeliler, Tâifliler, Yemenliler, Hevâzinliler ve diğer Arap kabileler gibi büyük topluluklar halinde Allah'ın dinine, kendisinden başka gerçek din olmayan İslâm dinine girdiklerini gördüğün zaman...(Ruhul Beyan)
Veraeyten nâse ayetinde küll zikredilmiş, cüz murâd edilmiştir. Ennâse lafzı umûmîdir. Maksat Araplardır. (Safvetü’t Tefâsir)
Yedhulûne fî dînillahi ayetinde, Allah'ın dini’nden maksat İslâmdır. Yüce Allah, dinin şerefini ve yüceliğini göstermek için, Allah'ın dini demiştir. Beytullahi (Allah'ın evi), nâqatullahi (Allah'ın devesi) ifadelerine benzer. (Safvetü’t Tefâsir)
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُۜ اِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُۜ
Şartın cevabı olan ayette fe rabıtadır. Car mecrur bihamdi, sebbih fiilinin failinin mahzuf haline muteallıqtır. Vestağfirhu cümlesi sebbih fiiline matuftur.
Cümle emir üslubunda talebi inşai isnadtır.
Rab ismine muzafun ileyh olmakla ke zamiri, muzaf olmakla da hamdi kelimesi şeref kazanmıştır.
İstağfir - sebbih - hamdi, Allâhi - rabbi kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla Rab isminde tecrit sanatı vardır.
اِنَّهُ كَانَ تَوَّاباً
Tevvâben kelimesi, mübalağa ifade eden bir vezindir. Çünkü fe’âlen vezni, çokluk ifade eden bir kalıptır. (Safvetü’t Tefâsir)
İnne’nin haberi kâne’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir. Tevvâben, kâne’nin haberidir.
Müste’nefe olarak fasılla gelen cümle ta’liliyedir. İnne ile tekid edilmiştir. Hu zamiri inne’nin ismi olarak mahallen mansubtur.
Faidei haber talebi kelamdır.
Tevvâben - istağfir kelimeleri arasında muraatün nazir sanatları vardır.
Rabbini hamd ile tesbih et kimsenin aklına gelmeyen şeyleri sana kolaylaştırmasına taaccüp et, ona hamd et ya da nimetlerine hamd ederek onun için namaz kıl. Şüphesiz o, tevbeleri çok kabul edendir mükellefleri yarattığı andan itibaren istiğfar eden için böyledir. (Beydavi)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
تَبَّتْ يَدَٓا اَب۪ي لَهَبٍ وَتَبَّۜ
Ebû Leheb, Abdülmuttalib’in oğlu ve Hz. Peygamber’in baba bir amcasıdır. Asıl adı Abdülüzzâ olup parlak yüzlü olduğundan veya öfkelendiğinde yanakları kızardığı için babası tarafından kendisine “alev gibi, çok parlak” anlamına gelmek üzere Ebû Leheb lakabı verilmiştir. Daha önce Hz. Muhammed’i çok sevdiği, hatta iki oğlunu onun kızlarıyla evlendirdiği halde peygamber olduktan sonra onun azılı düşmanı oldu. Hz. Peygamber, insanların Allah katında eşit olduğunu, onların dinî ve ahlâkî erdemlerine göre değerlendirileceklerini söylüyordu. Ebû Leheb ise kibirli, gururlu ve zengin biri olup fakir ve zayıf insanların kendisine eşit tutulmasını kabullenemiyordu. Rivayete göre Resûlullah panayırda dolaşarak insanları İslâm’a davet ederken Ebû Leheb de arkasından gider ve çevresindekilere onun yalancı olduğunu söylerdi (Kurtubî, XX, 236). Hz. Peygamber’e karşı daima onun düşmanlarıyla birlikte hareket etmiş, hem kendisi hem de karısı ona eziyet etmişlerdir. Hicretin 2. yılında çiçek hastalığına yakalandığı için müslümanlara karşı Bedir Savaşı’na katılamamış, fakat yerine adam göndermiş, ayrıca müşriklere malî destekte bulunmuştur. Kureyş’in Bedir’deki yenilgisini ve ağır kayıplarını haber aldıktan yedi gün sonra kahrından öldüğü söylenmektedir. Çiçek hastalığının kendilerine de bulaşacağı korkusuyla ailesinden hiç kimsenin ona yaklaşmadığı, öldüğünde ücretle tuttukları Sudanlılar’a defnettirdikleri rivayet edilir. Ebû Leheb’in kızı müslüman olarak Medine’ye hicret etmiş, oğulları Utbe ile Muttalib de Mekke’nin fethinden sonra İslâm’a girmişlerdir (fazla bilgi için bk. Mehmet Ali Kapar, “Ebû Leheb”, DİA, X, 178-179).
“Ebû Leheb’in elleri kurusun!” meâlindeki 1. âyet mecazi bir ifade olup, “Kahrolası!” anlamında bir bedduadır. Devamındaki “tebbe” fiili, bedduanın gerçekleşeceğini ifade eder. Yine, bu ifadenin mecaz olduğu ve “işinde zarar etsin, işleri kötüye gitsin” anlamına geldiği şeklinde yaygın bir yorum daha vardır; nitekim öyle de olmuştur. İlk “kuruma”yı işlerinin kötü gitmesi için beddua, ikinci “kuruma”yı ise kendi şahsının (nefs) perişan olduğu yönünde bir haber ve bilgi verme olarak açıklayanlar da olmuştur (meselâ bk. Tüsterî, s. 209). Müfessirler 2. âyette Ebû Leheb’in kazandığı bildirilen şeyden maksadın onun çocukları, malı, mevki ve itibarı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre âyet, bunların hiçbirinin kendisini dünyadaki kötü sondan kurtaramadığını ifade eder. “Ona ne malı fayda verdi ne de kazandığı” diye çevirdiğimiz 2. âyete, “Malı ona ne fayda sağladı, o ne kazandı?” diye soru şeklinde de mâna verilmiştir (Şevkânî, V, 606-607).
Ebû Leheb, Hz. Peygamber’in amcası olduğu için onu desteklemesi ve düşmanlarına karşı koruması gerekirken tam tersine karısıyla birlikte ona eziyet ve sıkıntı verdiklerinden dolayı 3. âyette ateşi son derece şiddetli olan cehenneme gireceği haber verilmiştir.
Ebû Leheb’in karısı, Harb’ın kızı ve Ebû Süfyân’ın kız kardeşi Ümmü Cemîl Avrâ’dır. “Dedikodu yapıp söz taşıyan...” diye çevirdiğimiz 4. âyeti, Hz. Peygamber’e eziyet etmek maksadıyla diken, çalı çırpı toplayıp geceleyin peygamberin yoluna serdiği için “odun taşıyan” diye çevirenler de vardır. Biz meâlde, insanların arasını bozmak amacıyla laf götürüp getirdiği ve Hz. Peygamber’i maddî sıkıntısı sebebiyle aşağıladığı için mecazi anlamda böyle (hammâlete’l-hatab) nitelendirildiği şeklindeki yorumu tercih ettik. Taberî, her iki yorumu destekleyici rivayetler aktardıktan sonra kendisi birinci mânayı tercih etmiştir (bk. XXX, 338-339). Ayrıca hata ve günahlarını yüklenip taşıdığından dolayı mecazi anlamda “yanacağı cehennem için kendi odununu kendisi taşıyan” olarak nitelendirildiği kanaatinde olanlar da vardır (bk. Şevkânî, V, 607-608). Aynı kadın, Lât ve Uzzâ isimli putlara yemin ederek mücevherden yapılmış kıymetli gerdanlığını Hz. Peygamber’e düşmanlık uğrunda harcayacağını büyük bir gururla söylediğinden dolayı da 5. âyet, “Dünyadaki gerdanlık yerine âhirette boynuna ateşten bir ip takılacaktır” şeklinde yorumlanmıştır (bk. Kurtubî, XX, 242).
Tebbe fiilinde şedde olduğu için fiil vurguludur. Yedâ, tebbet fiilinin failidir. Ebî muzafun ileyhtir.
Vav atıftır. Haliyye olması da caizdir. İkinci cümle bedduanın bedduaya atfıdır ve ilk cümleyi tekid eder. (Aşur)
Kelâma en güzel giriş şekillerinden biri de kelâmın konusuyla alâkalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelâmın maksadına edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâetü-l istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Kur’an Işığında Belağât Dersleri Bedi İlmi)
Ayet ibtidaiyyedir. Azarlama ve tehdit için gelen bu surenin ilk ayetinde berâatü-l istihlal vardır. (Safvetü’t-Tefâsîr)
Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır.
Cümle haber formunda geldiği halde beddua manası taşıdığı için muktezayı zahirin hilafına durum oluşmuştur. Lüzumiyet alakasıyla mecazı mürsel mürekkeptir.
Eli kurusun denmiş ama eli değil kendisi kasdedilmiş. Cüz zikredilmiş kül murad edilmiş, yani mecazi mürsel müfred sanatı vardır. (Safvetü’t-Tefâsîr)
Eli kurusun ibaresinde kinaye vardır.
Ebu Leheb isim değil künyesidir. Tahkir için gelmiştir. İsmi Abdu-l uzza idi. Uzza bir putun ismi idi. (Muhammed Tâhir ibnu Âşûr, Tefsîrü et-Tâhrîr ve-t Tenvîr)
Dünyadayken kendi çalışması sayesinde sahip olmadığı, Allah vergisi olan yüzünün güzel-parlak oluşu sebebiyle Ebu Leheb diye anılırken, mukabilinde kendi kesbi dolayısıyla ahirette nâr alevinin azabına maruz kalmıştır. Bu ifadede Beyânî bir güzellik vardır. (Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydânî, Meâricü-t Tefekkür ve Dekâikü-t Tedebbür)
Ebî lehebin Künyesi küçümseme ve hakaret ifade eder. Maksat, ona değer vermek değil, bilakis Ebû Cehil künyesinde olduğu gibi, onu teşhir etmektir. (Safvetü’t-Tefâsîr)
İkinci tebbe de cinas vardır.
Beydavi ayeti şöyle izah eder. Ayetteki tebâbe kelimesi helake götüren hüsranı ifade eder. Ebû Leheb’in iki eli’nden kasıt zatıdır. Özellikle iki el’den bahsedilmesinin nedeni; Hz. Peygamber’e “En yakın akrabalarını uyar” ayeti nazil olunca onun akrabalarını toplayıp ikaz etmesi, bunun üzerine Ebû Leheb’in netebben leke; kahrolası bizi bunun için mi çağırdın diyerek ona atmak üzere eline bir taş almasıdır. Ayet-i kerîmede geçen birinci tebbet kelimesi beddua anlamında bir haber cümlesidir. İkinci tebbe kelimesi ise bu bedduânın gerçekleştiğini bildiren haber cümlesidir. Haber cümlesinin ve tebbe şeklinde mazi sîgasıyla getirilmesi gerçekleştiğini ifade etmek içindir. (Beydavi)
Ebu Leheb’in helak oluşunun ellerine izafe edilmesinin diğer bir sebebi de; Hz. Peygamber akrabalarını Safa Tepesi’ne davet ettiğinde, Ebu Leheb’in eline taş alarak onu taşlamasıdır. Tarık b. Muharib İslam’a girmeden önceki bir anısını şu şekilde anlatır: “Ben Zi Mecaz çarşısında olduğum bir sırada; bir adamın ‘ey insanlar Allah’tan başka ilah olmadığını söyleyin ve kurtulun’ dediğini ve yine başka bir adamın ‘ona inanmayın’ diyerek onu taşladığını ve ayaklarını kanlar içerisinde bıraktığını gördüm. Bu kimdir? dedim. Bu, peygamber olduğunu söyleyen Muhammed, diğeri ise onun amcası Ebu Leheb dediler. (İbn Aşur)
مَٓا اَغْنٰى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَۜ
Mâ nefiy veya azarlama maksatlı sorudur. Car mecrur anhu, ağnâ fiiline müteallıqtır. Mâluhu, ağnâ fiilinin failidir.
Müşterek ismi mevsul mâ, mâluhu’ya atfedilerek mahallen merfudur. İsmi mevsulun sılası kesebe’dir. İrabtan mahalli yoktur.
Ayet ibtidai istinaf cümlesidir. Çünkü inşa ve azarlamadan, kurtuluşu olmadığını haber vermeye geçilmiştir. (Muhammed Tâhir ibnu Âşûr, Tefsîrü et-Tâhrîr ve-t Tenvîr)
İstifham üslubunda talebi inşai isnadtır. İstifham üslubunda olmasına rağmen gerçek soru manasında olmadığı için cümle mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
İkinci mâ mevsûl veya mastariyye ise cinas vardır. Ya da önceki mâ ile aynı manadadır. (Aşur)
Anhu’nun takdimi tahsis içindir. Başkalarına kazancı fayda verir.
Maluhu kelimesindeki izafet her ikisini, özellikle muzafun ileyhi tahkir içindir.
Mâ kesebe sözünde ibham vardır. Kazandığı şeyin ne olduğu söylenmemiştir. Kerih görüldüğü için ya da umum ifadesi için olabilir.
Mazi fiiller tahkik, yani bunun kesinlikle gerçekleşeceğini ifade etmek içindir. (Aşur)
سَيَصْلٰى نَاراً ذَاتَ لَهَبٍۚ
Sin harfi tekid ifade eden istikbal harfidir. Nâran, seyeslâ fiilinin mefuludur. Zâte, nâran’ın sıfatı olarak gelmiştir.
Sin harfi Ebu Leheb’in ölümüyle ba’s arasındaki berzah hayatında da ateşin azabını yaşayacak olmasına delalet eder. Çünkü Kur’ân’da ahiretteki nâr azabı için her zaman sevfe harfi kullanılmıştır. (Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydânî, Meâricü-t Tefekkür ve Dekâikü-t Tedebbür)
Ayet isti’nafi beyaniye olarak fasılla gelmiştir. Faidei haber talebi kelamdır. Sıfat dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.
Ebî lehebin - zâte lehebin kelimeleri arasında cinas vardır. Birincisi künye, ikincisi ateşin sıfatıdır. (Safvetü’t Tefâsir)
Ateşin zate leheb diye nitelenmesi, Ebu Leheb’in ismi ile inkârdaki inadı arasındaki münasebeti vurgulamak içindir. Öyle ki Ebu Leheb, ‘zate leheb’ olan bir ateşe girecektir. (İbn Aşur)
Nâr - leheb kelimeleri arasında murâatün nazîr sanatı vardır.
Nâr kelimesinin nekire oluşu korkuyu arttırmak için olduğu gibi çeşit için de olabilir.وَامْرَاَتُهُۜ حَمَّالَةَ الْحَطَبِۚ
Ayet seyeslâ fiilinin failine atıf harfi vav ile atfedilmiştir. Hammalet kelimesi müennes, mübalağalı ismi faildir. أذمُّ (Zemmediyorum) şeklinde takdir edilen mahzuf bir fiilin mefuludur. (Dervîş Muhyid Dîn, İ’râbü-l Kur’âni-l Kerîm)
Faidei haber ibtidai kelamdır.
Odun (hammalı), taşıyıcısı terkibinde, istiâre-i latife vardır. Bu terkip, laf taşımak için müsteâr olarak kullanılmıştır. Bu, meşhur bir istiaredir. (Safvetü’t Tefâsir)
Odun hamalı ifadesiyle ilgili yapılan bir başka yorum da: İnsanlar arasında husumete yol açan gerçek dışı sözler yaymasından kinaye olmasıdır. (Zuhayli)
Ümmü Cemil, kendisinin taşıdığı odunla cehennemde kocasının yakılacağı hususunda uyarılmıştır. Bu durum kendisi ve eşi açısından bir yıkımdır. Çünkü onlar Allah için en değerli kul olan Peygambere eziyet için uğraşıyorlardı. Ümmü Cemil bu kötü davranışı yaptığından dolayı, Allah, Ümmü Cemil açısından insanların en değerlisi olan eşine, kendisini yakıt tedarikçisi kıldı. (İbn Aşur)
İzafet hem kadını, hem de Ebu Leheb’i tahkir içindir.
Kadın eş için zevc kelimesinin şu durumlarda kullanıldığı görülür:
İmrae kelimesi zevc için sayılan unsurların zıddı bir durum meydana geldiği takdirde veya tamamen ortadan kalktığı hallerde kullanılmaktadır:
ف۪ي ج۪يدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ
Min mesedin, hablun kelimesinin mahzuf sıfatının müteallıqtır.
Ayet isti’nafi beyaniye olarak fasılla gelmiştir. Car mecrur fî cîdihâ, mukaddem habere müteallıqtır. Haber, önemi dolayısıyla takdim edilmiştir. Hablun muahhar mübtedadır. Faide-i haber talebi kelamdır.
Hablun ve mesed, nekire olarak gelmiş, böylece tahkir ifade edilmiştir.
Fî harfinde istiare vardır. Boynun içinde taşımak daha fazla acı verir. Cîdihâ şeklindeki izafet kısa yoldan izah ve muzafun ileyhin tahkiri içindir.
Unuk veya rakabe yerine cîd kelimesinin gelmesinde mana-lafız uyumu vardır.
Tasvir edilen şekil kadını tahkir içindir.
Fî cîdihâ hablun min mesedin bağını yüklenip boynuna bağlamış haliyle oduncuya benzetilmektedir. Bu benzetme onun konumunu tahkir veya cehennem ateşindeki halini açıklamak içindir. Öyle ki cehennemde sırtında zakkum ve dari' gibi cehennem odunlarından bir demet odun, boynunda da ateşten zincir olacaktır. (Zemahşeri, Keşşaf)
Kur’ân sûrelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhâtab artık başka bir şey duymak istemez. Sûreler; duâ-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedi İlmi)
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makâma ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsnül inteha sanatının güzel bir örneğidir.