بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰىۙ
Tesbîh, Allah’ı kendisine lâyık olmayan isimlerden, niteliklerden ve eylemlerden tenzih etmek, O’nun böyle kusurlardan uzak olduğunu kabul ve ifade etmektir. “Uygun şekil verme” diye çevirdiğimiz 2. âyetteki tesviye kavramı, Kur’an’da genellikle Allah’ın, yarattığı varlığa, onun varlık türünün gerektirdiği yapıyı, şekli vermesi, uygun forma kavuşturması” anlamında kullanılmaktadır. Bu âyette ise “sevvâ” fiilini –nesnesi belirtilmediğinden– “her şeye uygun şeklini verme” olarak anlamak gerekir (ayrıca bk. Hicr 15/29).
Allah’ın yol göstermesinden (3. âyet) maksat, yarattığı şeylerin tabiatını belirleyip onu yaratılış gayesine, hikmet ve hedefine doğru yöneltmesidir. Şevkânî âyeti şöyle yorumlar: “Allah varlıkların cinslerini, türlerini, niteliklerini, ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini ve nihayet ecellerini takdir etmiştir; her birini yapabileceği, kendisine uygun olan davranışlara yöneltmiş ve yaratıldığı amaç istikametinde gelişmesini kolaylaştırmış, din ve dünya işlerinde yapması gerekeni ona ilham etmiştir” (bk. V, 493).
4 ve 5. âyetler, Allah’ın baharda yeşil bitkileri bitirip vakti gelince onları kapkara bitki kalıntısı haline getirmesi şeklinde açıklandığı gibi mecazen “canlı varlıklara hayat veren ve zamanı gelince onları öldüren” anlamında da yorumlanabilir. Bazı çağdaş yorumcular 5. âyetin, kömür madeninin teşekkülüne işaret ettiğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre ilâhî kudret önceleri her türlü bitkiyi, ağacı yetiştirip uzun zaman sonra bunları kömür haline getirmiştir, âyet bu olayı ifade etmektedir. Zira kömür yataklarının önceki jeolojik dönemlerde yaşamış olan dev bitkilerle ormanların geçirdiği değişikliklerin ardından yer altında basınç ve ısı etkisiyle kömüre dönüşmüş olduğu bilinmektedir. Cansız madde olan taş ve topraktan yemyeşil otların ve ormanların çıkması nasıl Allah’ın kudretini gösteren bir olaysa onların zamanla taş kömürüne dönüşmesi de öylece O’nun kudretini gösteren bir olaydır (bk. Elmalılı, VIII, 5747-5758; Emin Işık, “A‘lâ Sûresi”, DİA, II, 311).
Kelâma en güzel giriş şekillerinden biri de kelâmın konusuyla alâkalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelâmın maksadına işâret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâetü-l istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. (Kur’an Işığında Belağât Dersleri Bedi İlmi)
Ayet ibtidaiyyedir. Emir üslubunda talebi inşa isnadtır. Car mecrur biismi, sebbeha fiiline veya mahzuf hale müteallıqtır.
Rabbike izafeti muzafun ileyhin şanı içindir. Mütekellim Allah Teala olduğu için Rab isminde tecrit sanatı vardır.
El a’lâ, rabbike’nin sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.
El a’lâ’daki elif lam takısı ahd içindir.
Yüce Allah’ın ‘ad’ını tesbîh etmek;
(i) O’nu, isimlerinde ilhâd anlamına gelen cebir, teşbih gibi birtakım [sağlıksız] anlamlardan tenzih etmektir; sözgelimi A‘lâ (Yüce) ism-i şerifinin, mekân itibariyle bir yükseklik ve Arş’a hakikaten kurulma anlamında değil de boyun eğdiren güç ve muktedirlik anlamındaki yücelik’le tefsir edilmesidir.
(ii) Ayrıca, O’nun isminin; huşû‘ ve tazimle değil, itibarsız, müptezel bir şekilde anılmaktan korunmasıdır. (Keşşaf)
Kul Rabbini, ancak tevkîfî olarak (vahiyle) bildirilmiş olan isimleriyle anmalı. Ferrâ, Sebbih ismi rabbike ifâdesi ile Sebbih bismi rabbike ifadesi arasında bir farkın olmadığını ileri sürerken Vahidî, Bu iki ifade arasında bir fark vardır. Çünkü, Sebbih bismi rabbike ifadesinin manası, (Allah'ı, bâtılı savunan kimselerin söylediklerinden, O'nun münezzeh, yüce ve uzak olduğunu ortaya koyan ismi ile an, tesbih et.) şeklindedir. Sebbih ismi rabbike ifadesinin manası ise, (Allah'ın ismini, ona yakışmayan şeylerden tenzih et.) şeklindedir demiştir. (Fahreddin Razi)اَلَّذ۪ي خَلَقَ فَسَوّٰىۙۖ
Müfret müzekker has ismi mevsul ellezî, Rabb kelimesinin ikinci sıfatı olarak mahallen mecrurdur. Sıfat itnab babındandır.
İsmi mevsulün sılası halaqa’dır. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır. Halaqa fiilinin mefulu hazfedilmiştir. Takdiri halaqa kulle şey’in (her şeyi yarattı) şeklindedir.
Sevvâ cümlesi halaqa’ya fe atıf harfi ile atfedilmiştir. Faidei haber ibtidai kelamdır.
Yaratıp düzenleyen yani her şeyi yaratıp, yaratılışını tamı tamına düzenleyen ve derli toplu olmaksızın uyumsuz biçimde ortaya koymayan… Aksine, sağlamlık ve insicam üzere; bir bilen tarafından sadır olduğuna ve bir hikmet sahibinin yapıtı olduğuna delâlet edecek şekilde ortaya koyan demektir. (Keşşaf)
Halaqa ve sevvâ şeklinde mazi fiille gelmesi kesinlik ifade eder.
Şinkîtî, âyetteki yaratma fiilinin mutlak bırakılması, yani yaratılan şeyin zikredilmemesinin sebebi olarak, bu fiilin bütün mahlûkâtı kapsayabilmesi maksadıyla yapıldığını belirtmektedir. Bunun yanında tesviye'nin de bir şeyi düzgün ve orantılı yapmak olduğunu söylemekte ve Allah'ın, yarattığı her mahlûku yaratılışına ve yaratılma maksadına uyumlu olarak en güzel şekilde düzenleyip yarattığını ifade etmektedir. (Şinkiti, Edvâü'l-Beyân fî Îzâh'il-Kur'âni bi'l-Kur'ân)
وَالَّذ۪ي قَدَّرَ فَهَدٰىۙۖ
Müfret müzekker has ismi mevsul ellezî, önceki ellezî’ye vav ile atfedilmiştir. Mahallen mecrurdur. Sıfat itnab babındandır.
İsmi mevsulün sılası qaddera’dır. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Qaddera fiilinin mefulu hazfedilmiştir. Takdiri külli şeyin şeklindedir.
Hedâ cümlesi qaddera’ya fe atıf harfi ile atfedilmiştir. Faidei haber ibtidai kelamdır.
Qaddera fiili tefi’il babındadır. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mefulun çokluğu), bir tarafa yönelme, mefulu herhangi bir vasfa nisbet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, birşeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
Râzî, âyetteki qaddera (Takdîr etti) kelimesinin ciltler dolusu kitaplarla ifade edilebilecek kadar geniş bir mânâya sahip olduğunu bildirmektedir. Bu kelimenin, kendilerine özgü zâtları ve sıfatları itibâriyle bütün mahlûkâtı kapsadığını, Yüce Allah'ın, gökleri, yıldızları, dört ana elementi, madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları özel ölçülerde takdîr ettiğini ve her biri için bir kalma süresi, bir takım nitelikler, renkler, tatlar, kokular, olumlu ve olumsuz özellikler belirlediğini bildirmiştir. (Fahreddin Razi)
Bunun yanında hedâ kelimesinden kastedilen şeyin, her canlıyı ona uygun olan biçimde düzenledikten sonra ondan istifade edileceği şekilde yön verme veya insanları, (tercihlerine göre) saâdete veya mutsuzluğa götürme, hayvanları da beslenmeye yöneltme olduğu söylenmiştir. (Mukâtil b. Süleymân)
وَالَّـذ۪ٓي اَخْرَجَ الْمَرْعٰىۙۖ
Müfret müzekker has ismi mevsul ellezî, önceki ellezî’ye vav ile atfedilmiştir. Mahallen mecrurdur. Sıfat itnab babındandır.
İsmi mevsulün sılası ahrace’dir. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Elmerâ, ahrace fiilinin mefuludur.
Elmerâ’daki elif lam takısı ahd veya cins içindir.
Ahrace if’al babındadır. İf’al babı fiille, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekana duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat) tef’il babının dönüşlülüğü), ta’rîz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.فَجَعَلَهُ غُثَٓاءً اَحْوٰىۜ
Ceale fiili fe atıf harfi ile önceki âyetteki ahrace’ye atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Hû zamiri birinci mef’ûl olmuştur. Ğusâen ikinci mef’ûl olup ahvâ ise bu kelimeye sıfat olmuştur ve takdîren mansûbtur. Bir diğer görüşe göre ise, ahvâ kelimesi sıfat değil, bir önceki âyette geçen elmerâ kelimesine ait hâl’dir. Birinci iraba göre son iki âyetin mânâsı; (otlağı çıkardı ve onu kapkara bir kuru çöp haline getirdi) şeklinde olur. İkinci i’raba göre ise mânâ; (O, yemyeşil olan otlağı çıkardı ve onu kupkuru bir hale getirdi.) şeklindedir. (Kaysî, Mekkî b. Ebi Tâlib, Kitâbu Müşkili İ’râbi’l-Kur’ân)
Hal anlamı açıklamak için yapılan itnabtır.
سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسٰىۙ
Hz. Peygamber ilk dönemlerde kendisine gelen Kur’an vahyini ezberleme konusunda oldukça aceleci davranıyor, bir kelime veya harfi kaçırma korkusuyla Cebrâil vahyi henüz tamamlamadan tekrar etmeye çalışıyordu. Bu sebeple Resûlullah’a Kur’an okurken acele etmemesini emreden ve onu unutmayacağı konusunda güvence veren Kıyâmet 75/16-19. âyetleriyle, “Sana Kur’an’ı okutacağız ve Allah öyle dilemedikçe unutmayacaksın” meâlindeki bu sûrenin 6. âyeti inmiştir. Böylece bir taraftan Hz. Peygamber bu davranışından vazgeçirilmiş oluyor, diğer taraftan da vahyin korunmasının güvenceye alındığı bildiriliyordu (Şevkânî, V, 494). Hz. Peygamber’in unutmaktan korunmuş olması da Allah’ın kudretini gösteren delillerdendir. Peygamberin şahsında gerçekleşen bu ilâhî mûcizenin sırrı, Kur’an’ı okuma ve ezberleme tarzında ümmetin hafızalarında sürekli olarak tecelli etmektedir. 7. âyette unutturmama garantisine, “Allah dilemedikçe...” şeklinde yapılmış bulunan istisnâ hususunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları bu istisnanın neshe delâlet ettiğini yani “Allah herhangi bir hükmü yürürlükten kaldırmak istediği zaman onu peygambere unutturur” mânasına geldiğini ifade ederler. Bazı âlimlere göre ise bu âyet –tıpkı “Gerçek şu ki, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız” (bk. İsrâ 17/86) meâlindeki âyette ve benzerlerinde (meselâ bk. Hûd 11/107-108) olduğu gibi– peygamberin unutmasını Allah’ın hiç dilemediği, dolayısıyla onun da hiçbir zaman unutmadığı” anlamına gelir (bk. Şevkânî, V, 494; Elmalılı, VIII, 5760). Bize göre “Sizler ancak rabbinizin (bunu) dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz” (İnsan 76/30) âyetinde olduğu gibi burada da bir ilâhî kanuna, bir ilkeye atıf yapılmaktadır. Kulunu yaratılış amacına uygun olarak şekillendiren ve donatan Allah’tır. O böyle yapmasaydı insan böyle olmazdı; düşünemez, konuşamaz, aklında tutamaz, unutamazdı. 6. âyete göre Resûlullah, kendisine okutulanı (Kur’an’ı) asla unutmayacaktır; ancak bu, Allah istediği için böyledir; unutmasını isteseydi elbette unutacaktı.
Müfessirler, “Sana kolaylık ve huzurun yollarını açacağız” meâlindeki 8. âyeti de Hz. Peygamber’in şahsına özgü olarak değerlendirip kolaylaştırmayı “Allah’ın onu, beşerî bir çaba göstermeden Kur’an’ı ezberlemeye, dinin kurallarını uygulamaya, kendisini cennete götürecek amelleri yapmaya muvaffak kılması” şeklinde yorumlamışlardır (Zemahşerî, IV, 243-244; Râzî, XXXI, 142-143). Şevkânî ise “din ve dünya işlerinden hangisine yönelirse o yolda muvaffak kılması” anlamında yorumlamıştır (bk. V, 494).
Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. Âyetin başındaki sin istikbal harfidir. Tekid ifade eder. Müsbet fiil cümlesi faidei haber talebi kelamdır. Ke zamiri meful olarak mahallen mansubtur.
İkinci cümledeki fe atıftır. Menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır.
Âyetteki lam َharfi cezmedici olan nâhiye edatı olarak alınsa bile tensâ fiilinin sonundaki “elif”, âyetler arasındaki dengeden dolayı sabit kalacaktır. (Ebu Hayyan el-Endülûsî, İ’rabu’l-Kur’ân)
Nuqriu fiili if’al babındandır. Sülasisi qarae’dir. İf’al babı fiille, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekana duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat) tef’il babının dönüşlülüğü), ta’rîz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
Hak teâlâ'nın, “Fela tensâ” "unutmayacaksın" ifadesinin manasının, kimileri nehiy olduğunu, sonundaki elifi maksurenin, tıpkı “Es-sebilâ” (Ahzab, 33/67) kelimesinde olduğu gibi, fasıla için getirilmiş bir elif olduğunu, dolayısıyla mananın, "Onu okumaktan ve tekrarlamaktan gaflet etme ve geri durma. Aksi halde, Allah'ın diledikleri hariç, sen onu unutursun" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ama meşhur olan görüş, ayetin inşâî değil, ihbarı bir cümle olup, "Biz sana, unutmayacağın ve unutmaktan emin olacağın bir hale gelene kadar sana okuyacağız" manasında olmasıdır. Bu tıpkı, "Seni giydireceğim, dolayısıyla da artık çıplak olmayacaksın, yani çıplaklıktan emin olacaksın” demen gibidir.
Ayetin bu ifadesini, ihbari saydığımızda, manası, "Allah'ım, Hazret-i Peygamber'e, "Seni artık unutmayacak bir hale getireceğim" müjdesini vermek olur. Ama bunu, inşâî (yani emir nehiy) sayarsak, mana, "Allah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, unutmasına mani olan sebeplere devam etmesini emretmiştir, bu sebepler de, öğrenimde bulunması ve devamlı okumasıdır. Halbuki, bu mana müjde ve onun durumunun yüceliğini anlatma bakımından, birinci mana gibi değildir. Bir de bu, Hak teâlâ'nın, "Ona acele ederek, dilini hareket ettirme" (Kıyame, 15/16) ayetinin ifade ettiğinin aksine bir mana olmuş olur. (Fahreddin Razi)
اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ اِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفٰىۜ
İllâ istisna harfidir. Müşterek ismi mevsul mâ, tensâ fiilinin mefulu olarak mahallen mansûbtur. Ve istisnai muferrağdır. İsmi mevsulun sılası şâe’dir. Allahu faildir.
Müsnedin ileyh telezzüz ve teberrük için alem isimle marife olabilir.
İnnehû ya'lemu cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. İnne ile tekid edilmiş cümle faidei haber talebi kelamdır. İnne’nin ismi hû zamiridir. Haberi ya’lemu’dur.
Cümlede müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Vav atıftır. Müşterek ismi mevsul mâ, cehra matuftur. İsmi mevsulun sılası yahfâ fiilidir. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Cehr - yehfâ kelimeleri arasında tıbak-ı icâb sanatı vardır.
Senukriuke - Allahu kelimeleri arasında mütekellimden gâibe geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرٰىۚ
Ayet atıf harfi vav ile senuqriuke cümlesine atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur lilyusrâ, nuyessiruke fiiline müteallıqtır.
Nuyessiru fiili tef’îl babındadır. Sülasisi yesera’dır. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mefulun çokluğu), bir tarafa yönelme, mefulu herhangi bir vasfa nisbet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, birşeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
Nuyessiru - yusrâ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Kolayca ulaştıracağız seni, en kolaya... ifadesi Sana okutacağız’a atfedilmiş olup Çünkü O, açığı da bilir, gizli kalanı da kısmı ara cümledir. Buna göre mâna; “Biz seni en kolay, en sühuletli yola -yani vahyi ezberlemeye- muvaffak kılacağız” şeklindedir. Bunun; “Seni kaynak itibariyle şeriatların en kolay ve en sühuletlisi olan müsamahakâr bir şeriata muvaffak kılacağız.” veya “Seni cennetlik amellere muvaffak kılacağız.” anlamlarında olduğu da söylenmiştir. (Keşşaf)
Hak teâlâ, verenin azamet ve şanının, verilen şeyin azamet ve şanına delalet etmesi için, tazim nûnu ile (Biz zamiri ile) Venuyessiruke lilyusrâ (Seni, en kolay olana kolaylaştıracağız, muvaffak kılacağız) buyurmuştur ki, Onu Biz indirdik (Kadr, 97/1), O zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik Biz (Hicr, 15/6), Sana kevseri Biz verdik (Kevser, 108/1) ayetleri de bunun bir benzeridir. Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ondan başka hiç kimseye nasib etmediği, kolaylık kapılarını açtığını gösterir. Nasıl böyle olmasın? Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cahil bir toplum arasında, babasız ve anasız doğup büyümüş bir çocuk olduğu halde, Cenâb-ı Hak, onu fiil ve sözlerinde, bütün aleme önder, bütün insanlığa bir hidayet rehberi kılmıştır. (Fahreddin Razi)
Ya’lemu - nuyessiruke kelimeleri arasında gâibten mütekellime geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır.فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰىۜ
“Öğüt mutlaka fayda verir” şeklinde çevirdiğimiz ifadeye göre burada belli bir grup değil, öğüde muhatap olan herkes kastedildiği için muhatapların sayısı az veya çok olsa da bir kısmının öğütten mutlaka yararlanacağı kesindir. Nitekim 10. âyette bu husus açıkça ifade edilmiştir. Ancak bu âyet “...Öğüt fayda verirse öğüt ver” şeklinde de anlaşılmıştır. Buna göre âyetin lafzından, öğüt verilebilmesi için verilecek öğüdün muhataba fayda sağlamasının şart koşulduğu anlaşılırsa da müfessirler, öğüt fayda verse de vermese de peygamberin öğüt vermekle yükümlü olduğu, âyetin böyle anlaşılması gerektiği kanaatindedirler. Râzî, öğüt vermenin veya hakikati anlatmanın ilk etapta gerekli (vâcip) olduğunu, tekrarının gerekli olmasının ise öğüdün yarar sağlaması ve böylece amacın gerçekleşmesi durumuna bağlı bulunduğunu belirtmiştir (XXXI, 144). Buna göre Hz. Peygamber’in Allah’tan aldığı tâlimatı muhataplara duyurması onun misyonunun gereğidir. Öğüt vermenin faydalı olacağı kanaatine varıldığı takdirde devam etmek de vâciptir. Ancak inkârda kararlılık gösteren, gerçekle alay eden insanlara öğüt vermek onların inkâr ve inatlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu yüzden Allah, “O halde bizi anmaktan yüz çevirenden … sen de yüz çevir” buyurmuştur (bk. Necm 53/29).
10-11. âyetlerde öğüdün herkese fayda vermeyeceği, ondan ancak Allah’tan korkanların faydalanacağı, Allah’tan korkmayan, isyan ve günah batağına saplanmış olan bedbahtların ise ondan kaçacakları bildirilmiştir. 12. âyet verilen öğütten kaçmanın, hakikate sırt çevirmenin sonuçta insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermektedir.
“Sonra orada ne ölür ne de yaşar” meâlindeki 13. âyet azabın ebedîliğini ve korkunçluğunu ifade etmektedir. Cehennemdekiler ölmezler, yaşarlar; ancak çektikleri dikkate alındığında bunun olumlu anlamıyla yaşamak olmayacağı da muhakkaktır. Buna karşılık 14-15. âyetlerde öğütlere kulak veren, kalplerini şirk, günah ve kötü ahlâkın kirlerinden temizleyen, namaz kılıp sadaka ve zekât vermek suretiyle nefsini arındıran kimselerin kurtuluşa erecekleri bildirilmiştir.
14. âyette “arınan” diye tercüme ettiğimiz tezekkâ fiili, “insanın nefsini kontrol altına alması, her türlü şirk, kötülük ve günahtan uzaklaşması, Allah’ın birliğine iman edip dinin emir ve yasaklarını yerine getirmesi” anlamına geldiği gibi “zekât vererek arınmak” mânasına da gelir. Ancak Mekkî sûrelerde yer alan “zekât” tabirleriyle (Zâriyât 51/19; Meâric 70/24), sonraları hükümleri etraflı olarak belirlenmiş şekliyle zekât değil, mutlak anlamıyla malî içerikli dinî görevler kastedilmiştir. Çünkü kurumsal anlamda zekât Medine döneminde farz kılınmıştır (bk. Tevbe 9/103). Şu halde âyetteki tezekkâ kelimesi hem malı haramlardan ve kul haklarından hem de nefsi günah kirlerinden arındırmayı ifade eder.
15. âyette Allah’ın adını anan ve namaz kılan kimsenin kurtuluşa ereceği bildirilmiştir. Ancak burada geçen, “namaz kılma” olarak çevirdiğimiz sallâ fiiliyle ilgili de farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı müfessirlere göre bundan maksat bilinen beş vakit namazdır; bazılarına göre bayram namazı, bir kısmına göre de “salât” kelimesinin sözlük anlamı olan duadır (Taberî, XXX, 100). Beş vakit namaz Mekke döneminin sonlarına doğru farz kılındığına ve bu sûre de oldukça erken bir dönemde indiğine göre, buradaki salât kavramını da beş vakit namaz olarak değil, ilk müslümanların Hz. Peygamber’in örnekliğinde yerine getirdikleri günlük ibadet olarak anlamak uygun olur (bu konuda bk. Kâmil Yaşaroğlu, “Namaz”, DİA, XXXII, 351).
Fe mukadder şartın cevabının başına gelen rabıtadır. Takdiri in nefeatiz zikrâ men yetezekkera fezekkir (Düşünen kişiye fayda verecekse hatırlat) şeklindedir. Cümlede icaz-ı hazif sanatı vardır. Emir üslubunda talebi inşa isnadtır.
İn şart harfi iki muzari fiili cezmeder. Nefeat şart fiilidir. Ezzikrâ, nefeat fiilinin failidir.
Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur.
Zekkir - zikrâ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Onun için öğüt ver, eğer öğüt fayda verirse. Sana vahyedilen kolaylıklara uygun olarak insanlara hatırlat. Eğer öğüt, hatırlatma ve nasihat fayda verecekse kendi yaptığın gibi insanları kademe kademe şer'î hükümlere yönlendir. Hatırlatmanın fayda şartına bağlanması şundandır: Hazret-i Peygamber, iman etmelerini şiddetle arzuladığı için onlara hatırlattıkça ve bu konuda bütün gücünü sarfettikçe içlerinden bir kısmının inadı ve küfrü artıyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e emredildi ki, hatırlatma, genel olarak fayda verecek yerde olsun, her şeyi ve bazı şeyleri hatırlatacağı kimseler, ders alacağı umulan kimseler olsun, kalbi mühürlü olup da hatırlatma ile sadece azgınlığı ve nefreti artacak kimselerle uğraşıp kendini yormasın. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurdu: ...Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver. (Kaf, 45) Şüphe ifade eden in, Hazret-i Peygamber’e nispetledir. Yoksa Allah'a nispetle değildir. Çünkü Allah, hatırlatmanın fayda verip vermeyeceğini bilir.
Keşfu'l-Esrâr da şöyle dendi: İn kelimesi, Arapçada sadece şart için değil, kesinlik ifade etmek üzere de gelir. O vakit ”kad" kelimesinden bedel olur. Zira o da te'kid ifade eder. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurdu: Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir. (Zâriyât: 55) (Ruhul Beyan)سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشٰىۙ
Ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Sin istikbal harfi tekid ifade eder. Müsbet fiil cümlesi faidei haber talebi kelamdır. Müşterek ismi mevsul men, fail olarak mahallen merfudur. İsmi mevsulun sılası yahşâ’dır. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Yetezekkeru fiili, tefa’ûl babındadır. Sülasisi zekera’dır. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve taleb anlamları katar.
Seyezzekkeru kelimesinin başındaki, sîn, muhtemelen sevfe manasındadır. Halbuki, Allah'ın bizzat kendi kelamında geçen sevfe ise, başına geldiği lafzın ifade ettiği mananın mutlaka olacağını bildirir. Ve bu tıpkı, mesela, Senuqriuke felâ tensâ (Seni okutacağız, sen de asla unutmayacaksın…) (A'la, 6) ayetinde olduğu gibidir. Mananın, Allah'tan haşyet eden, muhakkak öğüt alır, eğer bu iş, tedebbür ve tefekkür gibi yolları kullanmak suretiyle, bir zaman sonra olacak olsa bile, bu kimse de, uzun bir müddet sonra öğüt almış demektir. Allah en iyi bilendir. (Fahreddin Razi)
وَيَتَجَنَّبُهَا الْاَشْقٰىۙ
Ayet atıf harfi vav’la öncesine atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Eleşqâ, yetecennebuhâ fiilinin failidir.
Yetecennebuhâ fiili, tefa’ûl babındadır. Sülasisi cenebe’dir. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve taleb anlamları katar.
Seyezzekkeru men yahşâ (korkan öğüt alacak) - ve yetecennebuhel eşqâ (bedbaht ondan uzak duracak) kelimeleri arasında mukabele sanatı vardır. (Safvetü’t Tefâsir)
Daha bedbaht yani kâfir olanları ise ondan o öğütten uzak duracak ve sakınacaktır; çünkü kâfir fâsıktan daha bedbahttır. Yahut bu kişi Peygamber’e (s.a.) düşmanlıkta çok derine dalması sebebiyle inkârcıların en bedbahtıdır. Söylendiğine göre, âyet Velîd b. Muğîre ve Utbe b. Rebî‘a hakkında inmiştir. (Keşşaf)
Eleşqâ’daki elif lâm takısı cins içindir.اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْـكُبْرٰىۚ
Müfret müzekker has ismi mevsul ellezî, eşqâ’nın sıfatı olarak gelmiştir. Sıfat itnab babındandır.
İsmi mevsulun sılası yaslâ’dır. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır. Ennâra, yaslâ fiilinin mefuludur. Elkübrâ, ennâra’nın sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.
Ennâra’nın elkübrâ ile vasıflandırılması, korkutmak ve uyarmak içindir. Bununla cehennem kastedilmiştir. (Aşur)
En büyük ateş katmanlarının en alt tabakası olan ateşi... denilmiştir ki büyük ateş cehennem ateşi, küçük ateş de dünya ateşidir. (Keşşaf)
ثُمَّ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰىۜ
Sümme atıf harfidir. Hem zaman açısından hem de rütbe (Bir mertebeden bir mertebeye geçiştir.) açısından terahi ifade eder. Menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur fîhâ, yemûtu fiiline müteallıqtır.
Velâ yahyâ cümlesi lâ yemûtu’ya matuftur.
Yemûtu - yahyâ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Sonra... diye başlanması, hayat ile ölüm arasında tereddüt sergilemenin ateşe girmekten daha feci olmasındandır. Dolayısıyla, bu (sonra ve devamındaki ifade) şiddet mertebeleri hususunda ateşe girmekten sonraya bırakılmıştır. Âyetin anlamı; “O (o ateşte) ne ölür -ki rahata kavuşsun- ne de kendisine fayda sağlayacak bir hayat yaşar” şeklindedir. (Keşşaf)قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ
Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. Qad ile tekid edilmiş cümle faidei haber talebi kelamdır. Müşterek ismi mevsul men, fail olarak mahallen merfudur. İsmi mevsulun sılası tezekkâ’dır. İrabtan mahalli yoktur. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Efleha fiili, if’al babındadır. Sülasisi felaha’dır. Bu bab fiile, kesret, haynunet, sayruret, izale, zamana ve mekana duhul manaları katar.
Tezekkâ fiili, tefa’ûl babındadır. Sülasisi zekeve’dir. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve taleb anlamları katar.
Kendisini arındıran şirk ve günahlardan temizlenen veya namaz için [abdest alıp] temizlenen… Yahut -artma anlamındaki ez-zekâu kökünden- takvâyı çoğaltan ya da -sadaka kökünden- tesaddaka (sadaka verdi) ifadesine benzer şekilde zekât verme faaliyetinde bulunan (felâha erer). (Keşşaf)وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ
Vav atıftır. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. İsme, mefuldur. Rabbihi izafeti muzafun ileyhin şanı içindir.
Sallâ cümlesi zekera’ya matuftur. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır.
Rabbinin adını anan, kalbi ve dili ile namaz kılan demektir. Bu da Beni anmak için namaz kıl (Tâhâ: 14) âyeti gibidir. Anmaktan iftitah tekbirini murat etmek de câizdir. Şöyle de denilmiştir: Tezakka fıtır sadakasını (fitresini) verdi, Rabbinin adını andı da bayram günü onu tekbir edip bayram namazını kıldı demektir. (Beydavi)
بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ
Önceki âyetlerde kurtuluşun, nefsi ve malı arındırıp âhirete hazırlıklı gitmekte olduğu bildirilmişti. 16. âyette ise insanların genellikle geçici dünya hayatı ve zevklerini âhirete tercih ettikleri hatırlatılmaktadır. Oysa âhiret hayatı daha hayırlı, kalıcı ve sonsuzdur. Bu durum, –yüce Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak– inkârcıları bir kere daha uyarmak, müminlere de böylesi yanlışlardan uzak durmaları yolunda telkinde bulunmak üzere 17. âyette vurgulu bir şekilde ifade edilmiştir (ayrıca bk. A‘râf 7/169; Yûsuf 12/109; Duhâ 93/4).
Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. Bel idrab harfi, intikal içindir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Elhayâte mefuldur. Eddünyâ, elhayâte’nin sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.
Tu’sirûne if’al babındandır. Sülasisi esera’dır. İf’al babı fiille, ta’diye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekana duhul, temkin (imkan sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat) tef’il babının dönüşlülüğü), ta’rîz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Siz yukarıda belirtilenleri yapmıyorsunuz. Aksine çekici dünya zevklerini tercih edip onları elde etmek için çalışıyorsunuz. Hitap ya kâfirleredir, o taktirde dünya hayatını tercihten maksat, sadece dünya ile yetinip âhiretten yüzçevirmektir. Nitekim âyette şöyle belirtiliyor: Bizimle karşılaşmayı ummayanlar ve dünya hayatından hoşnut olup onunla yetinenler... (Yûnus: 7) Veya hitap herkesedir. O taktirde dünya hayatını tercihten maksat, dünya tarafını âhiret tarafından üstün tutmaktır. Kâfir, küfrü sebebiyle dünyayı tercih eder. Ahiretin olmadığına inanır. Mü'min ise, günah ve nefis baskısı sebebiyle dünyayı tercih eder. Allah'ın korudukları müstesna.
Aynü'l-Meânide şöyle dendi: ”Hitab ümmetedir. Çünkü herkes ya dünya sevgisinden veya âhirete daha fazla sevap biriktirmek kastıyla dünyayı tercih eder." (Ruhul Beyan)
وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْـقٰىۜ
Vav haliyyedir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Elâhiratu mübtedadır. Hayrun haberidir. Ebqa, hayrun’a matuftur.
Dünya - ahiret kelimeleri arasında tıbak-ı icâb sanatı vardır.
Bu, "Hayır ve sürekli olan her şey, tercihe en çok şayan olan şeydir. Binâenaleyh, âhiretin, dünyadan daha fazla tercih edilmesi gerekir. Halbuki, dünyadakiler dünyayı tercih ediyorlar" demektir. Biz, şu sebeplerden dolayı, âhiretin daha hayırlı olduğunu söyledik:
1) Ahiret, maddî-manevî mutlulukları ihtiva etmektedir. O halde ahiret, dünyadan daha iyidir.
2) Dünyanın lezzetli olan şeyleri bile, çeşitli elementlerle iç içedir. Halbuki ahiret hiç de böyle değildir.
3) Dünya fani, ahiret bakidir. Baki olan ise, fani olandan daha hayırlıdır. (Fahreddin Razi)
اِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ
“Kitaplar” diye çevirdiğimiz suhuf kelimesi dönemin örfî kullanımında kitapla eş anlamlı olan sahîfenin çoğuludur. Bu bağlamda kitap, Allah tarafından peygamberlere gönderilen vahyi ifade eder. Buna göre her iki âyette yer alan suhuftan maksat, “Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsâ’ya verilen kitaplardır. Bu iki peygambere nisbet edilen sahîfeler, geçmiş vahiylerin sadece birer örneğini teşkil eder. Çünkü vahiy bunlarla sınırlı değildir. İsimleri bildirilen başlıca kitaplar, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’dır. Sahîfelerden 10’unun Hz. Âdem’e, 50’sinin Şît’e, 30’unun İdrîs’e, 10’unun da İbrâhim’e verildiği rivayet edilir (bk. Zemahşerî, IV, 245).
Şuarâ sûresinin 196. âyetinde olduğu gibi bu son âyetler de bütün peygamberlere vahyin tek kaynaktan, Allah’tan geldiğini ve ilâhî dinlerin iman, ibadet ve ahlâk konularında aynı prensipleri, evrensel gerçekleri ve değerleri getirdiğini ifade etmektedir.
Ayet isti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. İnne ve lamul muzhalaqa ile tekid edilmiş cümle faidei haber inkâri kelamdır. İnne’nin ismi hâzâ’dır. Car mecrur fîssuhufi, inne’nin mahzuf haberine müteallıqtır. El ûlâ, es suhufi’nin sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab sanatı vardır.
Müsnedin ileyhin işaret ismiyle marife olması, işaret edilene dikkat çekerek önemini vurgulamak ve tazim ifade eder.
Alimler, bu ayetteki hâzâ lafzıyla neye işaret edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, kimileri, bunun bir surede geçenlerin tümüne bir işaret ettiğini söyleyerek şunu demişlerdir: “Zira bu sure, Allah'ın birliğini (tevhid), peygamberlik müessesesini, Allah'ı inkâr edenlere karşı tehdidi (vaid) ve Allah'a itaatta bulunanlar için de va'di, mükafaatı ihtiva etmektedir.”
Kimileri de, "Hayır, bu ifade ile işaret edilen şey, Cenâb-ı Hakk'ın, Qad efleha men tezekkâ ifâdesinden başlayıp, Ve'l-ahiratu hayrun ve ebkâ ifadesine kadar geçen kısımdır. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, (İyi temizlenen... kimse umduğuna erişmiştir) ifadesi, nefsi (ruhu), uygun olmayan her şeyden arındırmaya bir işarettir. (Nazarî kuvveti, tüm bozuk inançlardan; amelî kuvveti de, bütün kötü huylardan ... temizlemek …) demektir. (Fahreddin Razi)صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى
Önceki ayetteki es suhufi’den bedeldir. İbrâhime muzafun ileyhtir. Musâ, İbrâhim’e matuftur.
Bu hususta şu iki görüş ileri sürülebilir:
1) Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın bir önceki ayette geçen ifadesinin beyanıdır.
2) Bu ifade ile, "Bu sûrede bahsedilenler, bütün peygamberlerin sahifelerinde yer alan hususlardır. Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Musa'nın sahifeleri de bunlardandır" manası kastedilmiştir. (Fahreddin Razi)
Kur’ân sûrelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhâtab artık başka bir şey duymak istemez. Sûreler; duâ-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedi İlmi)
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makâma ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsnül inteha sanatının güzel bir örneğidir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
هَلْ اَتٰيكَ حَد۪يثُ الْغَاشِيَةِۜ
Kıyamet, dehşetiyle her şeyi kuşatıp sardığı için istiare yoluyla ona “kaplayan, bürüyen” anlamında gāşiye denmiştir (Zemahşerî, IV, 246). İbrâhim sûresinin 50. âyeti dikkate alınarak gāşiye kelimesinin “ateş” anlamına geldiği de söylenmiştir (Şevkânî, V, 499).
Müfessirler 2 ve 3. âyetlerde, zillet kaplayacağı ve yorgun bitkin düşeceği bildirilen “yüzler”le inkârcıların kastedildiğini söylemişlerdir. Onlar dünya hayatında büyüklük taslayıp inkâr bataklığına saplandıkları, müminleri küçümsedikleri, peygamberin davetini kabul etmeyi ve müminlerle eşit konumda bulunmayı kendilerine yediremedikleri için kıyamet gününde yüzlerini korku bürüyeceği; çektikleri sıkıntı ve cezadan dolayı bitkin bir halde bulunacakları ifade edilmektedir. 4. âyet inkârcıların gireceği cehennemin son derece sıcak ve kızgın olduğunu, 5. âyet ise orada kendilerine serinletici içecek yerine aşırı derecede sıcak sıvılar verileceğini bildirmektedir. 6-7. âyetlerde inkârcılara verilecek yiyeceğin kuru dikenden ibaret olacağı, ihtiyacı karşılamayıp çektikleri elem ve ıstırabın artmasından başka bir şeye yaramayacağı haber verilmektedir. Cehennemliklerin yiyecek ve içecekleri burada anlatılanlardan ibaret değildir. Meselâ Sâffât sûresinin 62, 67. âyetlerinde yiyecek olarak “zakkum ağacı”ndan, içecek olarak kaynar su karışımı bir sıvıdan; Muhammed sûresinin 15. âyetinde bağırsakları parçalayıcı bir içecekten, Hâkka sûresinin 36. âyetinde cehennemde yananların bedenlerinden akan sıvıdan söz edilmiştir. Bu örneklerde de görüldüğü üzere Kur’an’da, genellikle insanlarda belirli bir çağrışım yapması ve sonuçta bir korku ve kaygı uyandırıp günahlardan uzaklaşmaya teşvik etmesi için cehennem ve oradaki şartlar dünya hayatında korku, acı, nefret, tiksinti vb. duygular veren bazı olaylar, durumlar, maddeler için kullanılan kelimelerle, isimlerle anılmış, bu yönde tasvirler yapılmıştır. Ancak yeri geldikçe ifade edildiği gibi (meselâ bk. Mutaffifîn 83/22-28) âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için orayla ilgili tasvirlerden mutlaka kelime ve sözlerin ifade ettiği dış mânayı anlamak ve böylece oradaki nimet veya sıkıntıların da dünyadakilerin aynısı olduğu gibi bir sonuca varmak gerekmez. Müminler bunlara inanır, mahiyetini ise Allah’ın bilgisine havale ederler; mahiyeti ne şekilde olursa olsun, son derece ağır olacağında kuşku bulunmayan uhrevî cezanın her türlüsünden kendilerini koruyacak olan bir inanç, ibadet ve ahlâka sahip olmak için çalışırlar. Sonuç olarak, Kur’ân-ı Kerîm’deki bu gibi tasvirlerin asıl amacının insanlarda böyle bir dindarlık duyarlılığını geliştirmek olduğu göz ardı edilmemelidir.
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. İstifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Hel istifham harfidir. Hadîsu, etâke fiilinin failidir. El ğaşiyeti muzafun ileyhtir.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, taaccüb ve teşvik manaları taşımaktadır. Bu nedenle mecazı mürsel mürekkeptir.
Gelme fiili, akli mecaz yoluyla hadis’e isnad edilmiştir. Haber bir şahıs yerine konularak önemi vurgulanmıştır.
Ğaşiye örten kaplayan demektir. El ğaşiyeti kıyamete isim olmuştur. Sıfatların sonuna getirilen kapalı te, sıfatlara isim işlevi kazandırır. Ğaşiyeti, kelimesindeki elif lam takısı ahdi ilmidir.
Ğaşiye, kıyamet günü olup, Cenâb-ı Hakk'ın, Azabım onları bürüdüğü gün... (Ankebût, 29/55) ifadesinden alınmadır. Kıyamet bu adla da adlandırılmıştır, çünkü, bir şeyi bütün cihetlerden kuşatan, onu bürümüş demektir. (Fahrettin Razi)
Sana geldi mi o kaplayanın haberi zorluklarıyla insanları bürüyen o belanın haberi demektir ki, o da kıyâmet günüdür ya da ateştir, bu da: Yüzlerini ateş kaplar (İbrâhîm: 50) kavlinden gelir. (Beydavi)وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ خَاشِعَةٌۙ
Ayet beyani isti’naf olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Vucûhu mübtedadır. Yevme zaman zarfı, izin için muzaftır. Hâşiatun’a müteallıqtır. Önemine binaen amiline takdim edilmiştir. İzin, mahzuf cümleye muzaftır. Kelimenin sonundaki tenvin mahzuf muzafun ileyhten ivazdır.
Yevmeizin kıyamet gününden kinayedir.
Hâşiatun, vucûhu’nun sıfatı veya mübtedanın haberidir.
Müsnedün ileyhin tenkiri tahkir ve teksir ifade eder.
Huşû; kalp fiillerindendir. Yalnız insanlar için kullanılır. Bilgi ve bilinçten kaynaklanır. Allah’ın büyüklüğü hakkında insanın bilgisi arttıkça huşuu da artar. Dünyada müminlere, ahirette kafirlere nisbet edilir.
Vucûhun yevmeizin (Yüzler vardır ki o gün…) âyetinde mecâz-ı mürsel vardır. Bu, zikr-i cüz, irâde-i küll kısmından olup yüz ile insanın tümü kasdedilmiştir. (Safvetü’t Tefâsir)
O gün birtakım yüzler zelildir. Yani, bu büyük musibet insanları her taraflarından kuşattığı o gün, birtakım yüzler zelildir. Âyet-i kerimede yer alan hâşia kelimesinin mastarı olan ”huşu", boyun eğmek, mütevazı bir durumda kalmak demektir. Bütün bu kelimelerle insanın başına gelen zillet, rüsvaylık ve değersizlik anlamlan kinaye yoluyla ifade olunmaktadır.
عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌۙ
Âlimetun ve nâsibetun, vucûhun için iki haber veya iki sıfattır.
Âmiletun - nâsibetun kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
Çalışandır, yorulandır yorulacağı şeyde çalışır, Meselâ zincirleri çekmek, çamura çöken deve gibi ateşe dalmak, (ateşin) tepelerinde ve ovalarında inip çıkmak gibi ya da çalışmış ve o gün fayda vermeyecek amellerde yorulmuştur. (Beydavi)
تَصْلٰى نَاراً حَامِيَةًۙ
Ayet, kemali ittisal nedeniyle fasılla gelmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Nâren fiilin mefulü, hâmiyeten mefulün sıfatıdır. Sıfatlar itnab sanatıdır.
Nâren’in nekira gelmesi tasavvur edilemez bir nev olduğuna işarettir.
Nâren - hâmiyeten kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
(Bu kimseler) son derece kızgın bir ateşe girerler ve o ateşin elemini tadarlar. Burada yer alan hamiye, son derece kızgın anlamındadır. (Ruhul Beyan)تُسْقٰى مِنْ عَيْنٍ اٰنِيَةٍۜ
Fasılla gelen ayet müsbet fiil cümlesidir. Faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur min aynin, tusqâ fiiline muteallıqtır. Âniyetin, aynin’in sıfatıdır.
Son derece sıcak bir kaynaktan içirilir sıcaklığı son dereceye varmış demektir. (Beydavi)
El âniyeti, "tehir etmek, sona bırakmak" anlamında olan El-inâu kelimesinden olmak üzere, harareti son noktasına ulaşmış, aşırı sıcak anlamındadır. (Fahrettin Razi)لَيْسَ لَهُمْ طَعَامٌ اِلَّا مِنْ ضَر۪يعٍۙ
Müste’nefe cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Leyse’nin dahil olduğu isim cümlesinde takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Car mecrur lehum, leyse’nin mahzuf mukaddem haberine muteallıqtır. Ta’âmun, leyse’nin muahhar ismidir. İllâ, istisna edatı ve leyse kasır oluşturmuştur.
Car mecrur min dari’, ta’âmun’un mahzuf sıfatına muteallıqtır.
Kasırla tekid edilen cümle faidei haber talebi kelamdır. Müsnedün ileyhin nekira gelişi tahkir ve nev ifade eder.
Ayette bir yergi ifadesinden başka bir yergi ifadesinin istisna edilmesi şeklinde medhe benzeyen bir şeyle zemmi te’kîd sanatı yapılmıştır.
Âyette yiyecekleri bir şeyin olmaması, daha kötüsü olan darî’ “develerin yediği şıbq adlı dikenli bir bitkinin kuru hali” ile istisna edilerek pekiştirilmiştir. İstisna edatından sonraki kısımda sanki öncesinde ifade edilenin hafifleyeceği izlenimi verilmiştir.
Bu üslûbun bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi muhâtabın ilk anda medh işitmeye hazırlanması, buna mukâbil mütekellimin sözünün başında zikrettiği zemmi te’kîd eden bir söz söylemesidir. Bu da kelâmın etkisini arttırır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri)
Leyse, câmid fiildir. Bu yüzden bazı ulema harf olduğunu iddia eder. Mânası; şimdiki zamanda cümlenin mefhumunu nefyetmektir. Diğer zamanlardaki nefyi karine ile anlaşılır. Hal’i nefyettiği gibi, başka zamanları da nefyeder. İbnu’l-Hacib bunu, O başlarına geldiği gün, bir daha onlardan geri çevrilmez.. (Hûd, 8.) âyetiyle doğrular. Zira, buradaki leyse, gelecek zamanı nefiy içindir. ibnu Malik; bu kelimenin bazan cins murad edilen umumi mânayı nefy için kullanıldığını, çoklarının bu mânaya dikkat etmediğini söyler. Buna; Onlar için kuru dikenden başka yiyecek de yoktur. (Gaşiye, 6.) âyetini misal getirir. (İtqan 1. cilt)
Bu ayette geçen darî' şıbrık dikeninin kurusudur, yaş olduğu sürece deve onu yer. Buna benzer ateşte biten bir ağaçtır da denilmiştir. Belki de bu, onların yiyeceğidir, zakkum ile ğıslîn başkalarının yiyeceğidir. Ya da darî'den maksat develerin zararlı olduğu ve faydası olmadığı için çekindiği bir yiyecektir. (Beydavi)
لَا يُسْمِنُ وَلَا يُغْن۪ي مِنْ جُوعٍۜ
Fasılla gelen ayetin ilk cümlesi menfi fiil cümlesidir. Faidei haber ibtidai kelamdır. Lâ yusminu cümlesi cer mahallinde dari’in sıfatıdır.
Lâ yuğnî cümlesi lâ yusminu cümlesine vav’la atfedilmiştir. Car mecrur min cû’in, yuğnî’ye muteallıqtır.
Yusminu - cû’in kelimeleri arasında tıbakı icab sanatı vardır.
Kıyamet gününde kafirlerin yüzlerinin halleri 2. ayetten itibaren sayılarak taksim sanatı yapılmıştır.
O ise ne semirtir, ne de açlığı giderir. Bu dikenin dünya yiyecekleri gibi insanı şişmanlatmak ve doyurmak özelliği yoktur. Darî' öyle bir nesnedir ki, kâfirler zaruret içinde oldukları için onu yemek mecburiyetinde kalırlar. (Ruhul Beyan)
Bu cümle, ya ta’âm kelimesinin, yahut da darî kelimesinin sıfatı olmak üzere, mahallen merfu, veya mahallen mecrurdur. (Fahrettin Razi)
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاعِمَةٌۙ
Önceki âyetlerde cehennemliklerin durumu tasvir edildikten sonra burada da dünyada Allah’ın buyrukları doğrultusunda yaşayan müminler için hazırlanmış olan cennet nimetleri tasvir edilmektedir. 8. âyette mutluluktan parıldadığı bildirilen “yüzler”den maksat müminlerdir. Müminler dünyada yaptıkları güzel amellerin karşılığı olarak Allah’ın kendileri için hazırlamış olduğu cennet nimetlerine ermeleri sebebiyle sevinçli ve mutlu olurlar. Bu sebeple yüzleri güleç, parlak ve güzeldir. Nitekim başka bir âyette “ilâhî lütufların sevincini yüzlerinden okursun” (Mutaffifîn 83/24) buyurulmuştur. 9. âyet, müminlerin dünyada yaptıkları güzel amellerin karşılığı olarak âhirette eriştikleri nimetlerden hoşnut olduklarını ifade eder. 10. âyette zikredilen cennetin yüksekliği, maddî anlamda olabileceği gibi cennetin yüksek değerini de ifade edebilir. Çünkü bir hadîs-i kudsîde belirtildiği gibi orada canların çektiği, gözlerin zevk aldığı hatta bu dünyada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve akıllara gelmeyen son derece güzel ve değerli nimetler vardır (Buhârî, “Tevhîd”, 35; Müslim, “Îmân”, 312; “Cennet”, 2-5). Müminlerin cennette duymayacakları belirtilen “boş söz”ü müfessirler “yalan, iftira, inkâr, küfür, asılsız yemin, çirkin söz vb.” anlamlarda yorumlamışlardır.
Ayet beyani isti’naf olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Vucûhu mübtedadır. Yevme zaman zarfı, izin için muzaftır. Nâ’imetun’a müteallıqtır. Önemine binaen amiline takdim edilmiştir. İzin, mahzuf cümleye muzaftır. Kelimenin sonundaki tenvin mahzuf muzafun ileyhten ivazdır.
Yevmeizin kıyamet gününden kinayedir.
Nâ’imetun, vucûhu’nun sıfatı veya mübtedanın haberidir.
Müsnedün ileyhin tenkiri tahkir ve teksir ifade eder.
2. ayetteki vucûhun yevme izin hâşi’atun cümlesiyle vucûhun yevme izin nâimetün cümlesi arasında mukabele vardır.
Birinci ayetteki hadîsul ğaşiyeti 2.ayette hâşi’atun ve 8. ayette nâimetun olarak tefrik edilmiş
Yüzler var ki o gün mutlu..âyetindeki yüzden maksat, vücudun tamamıdır. Çünkü saadet ve yorgunluk sadece yüzde değil, bütün vücuda şamildir. (İtqan 2.cilt)
Nâimetun kelimesinde tevriye sanatı vardır. İnanmış olanların yüzleri, o gün (kendilerine yapılan lutuf ve ihsandan dolayı) pırıl pırıldır âyetindeki nâimetun kelimesinden akla ilk gelen, rabbinin ikramları karşısında insanın yüzündeki hoşluk ve incelik gibi bir algı ise de asıl kastedilen kelimenin diğer anlamları olan iyilik, ihsan ve lütuftur. (Zerkeşî)
لِسَعْيِهَا رَاضِيَةٌۙ
Car mecrur li sa’yihâ, vucûhun için haber olan radiyetun’a muteallıqtır.
Çalışmasından dolayı hoşnuttur, işinden memnundur, çünkü sevabını görmüştür. (Beydavi)
ف۪ي جَنَّةٍ عَالِيَةٍۙ
Car mecrur fî cennetin, vucûhun’un mahzuf ikinci haberine muteallıqtır. Âliyetin, cennetin için sıfattır. Cennetin’in tenkiri tazim içindir.
Yüceltilmiş, yükseltilmiş bir cennettedirler. Çünkü bu cennet, önceden de geçtiği üzere semâların üstündedir. "Değeri yüksek" diye de açıklanmıştır. Çünkü o, cennetlerde canların çektiği ve gözlerin zevk duyacağı herşey vardır ve onlar o cennetlerde ebedi kalıcıdırlar.(Kurtubi)
لَا تَسْمَعُ ف۪يهَا لَاغِيَةًۜ
Kemali ittisal nedeniyle fasılla gelen ayet menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur fîha fiile muteallıqtır.
Lâğîyeten, fiilin mefulüdür. Kelimedeki tenvin tahkir ve kıllet ifade eder.
Cümle cennet için ikinci sıfat olarak mahallen mecrurdur. Sıfatlar anlamı zenginleştirmek için yapılan itnab sanatıdır.
Ayette gaib zamirden muhatap zamire iltifat sanatı vardır.