بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَالَّذِينَ | ve kimseler |
|
2 | كَفَرُوا | inkar eden(ler) |
|
3 | وَكَذَّبُوا | ve yalanlayanlar |
|
4 | بِايَاتِنَا | ayetlerimizi |
|
5 | أُولَٰئِكَ | işte onlar |
|
6 | أَصْحَابُ | halkıdır |
|
7 | النَّارِ | ateş |
|
8 | خَالِدِينَ | sürekli kalacaklardır |
|
9 | فِيهَا | orada |
|
10 | وَبِئْسَ | ne kötü |
|
11 | الْمَصِيرُ | gidilecek yerdir orası |
|
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا
وَ atıf harfidir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası كَفَرُوا ‘dur. Îrabdan mahalli yoktur.
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. كَذَّبُوا atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. كَذَّبُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِاٰيَات car mecruru كَذَّبُوا fiiline mütealliktir. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كَذَّبُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi كذب ‘dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ
İsim cümlesidir. اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.
اَصْحَابُ haber olup lafzen merfûdur. النَّارِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
خَالِد۪ينَ ف۪يهَا ibaresi اَصْحَابُ ‘nin hali olup ى ile mansubdur. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar. ف۪يهَا car mecruru خَالِد۪ينَ ‘ye mütealliktir.
خَالِد۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan خلد fiilinin çoğul ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ۟
وَ istinâfiyyedir. بِئْسَ , zem anlamı taşıyan camid fildir. الْمَصٖيرُ failidir. بِئْسَ fiilinin mahsusu mahzuftur. Takdiri; جهنّم şeklindedir.
Dönüş manasındaki الْمَصٖيرُ kelimesi mimli masdardır.
بِئْسَ zem fiili bir şahsı veya nesneyi yermek maksadıyla kurulan cümlelerde olur. Cümleye kattığı genel anlam hayret ve mübalağa ifadesidir. Zem fiili ile kurulan cümlelerde fail; marife veya gizli zamir olur, ondan sonra da mahsus gelir. Fail zamir ise temyizle yahut مَا ile belirtilir. Bu fiilin failinin geliş şekilleri şunlardır:
1. Failinin ال ’lı gelmesi 2. Failinin ال ’lı isme muzâf olarak gelmesi 3. Bu fiillerin مَا harfine bitişik olarak gelmesi 4. Failinin ism-i mevsûl olarak gelmesi. Burada faili ال ’lı gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ
Ayet atıf harfi وَ ’la önceki ayetteki مَنْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olduğunu belirtmek yanında tahkir ifade eder. Mevsûlün sılası olan كَفَرُوا , mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
و ’la sılaya atfedilen كَذَّبُوا cümlesi de aynı üsluptadır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
كَذَّبُوا fiili تفعيل babındandır. تفعيل babının en yaygın anlamı teksirdir.
كَذَّبُوا fiiline müteallik olan بِاٰيَاتِنَا izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan اٰيَاتِ , şan ve şeref kazanmıştır.
اٰيَاتِ ‘den murad, ya Kur’an ya da mucizelerdir. Çünkü onlardan her biri Resulullah’ın (sav) doğruluğunun alametidir. (Rûhu’l Beyân)
Mübtedası işaret ismi olan اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ cümlesi الَّذ۪ينَ için haberdir. Mübteda ve haberden müteşekkil, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması tahkir ve kınama ifade eder.
Müsnedin, izafetle marife olması az sözle çok şey anlatmak amacına matuftur. Ayrıca muzafı ve müsnedün ileyhi de tahkir ifade eder. Çünkü müsnedin tahkir anlamlı bir kelimeye muzâf olması müsnedün ileyhin de tahkirine sebeptir.
الَّذ۪ينَ ‘nin haberi isim cümlesi formunda gelerek sübut ifade etmiştir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَذَّبُوا - كَفَرُوا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ف۪يهَا ’nın müteallakı olan خَالِد۪ينَ , haber olan اَصْحَابُ ‘dan haldir. Hal, anlamı açıklamak için yapılan ıtnâb sanatıdır.
اَصْحَابُ النَّارِۚ [Ateş ashabı] ifadesinde istiare vardır. Cehennemde kalış, arkadaşlığa benzetilmiştir. Arkadaşlar birbirinin karakterini taşır.
اَاَصْحَابُ النَّارِۚ (Ateş ashabı) ibaresindeki اَصْحَابُ kelimesinin kökü صحب ’dir. Sahip, yer veya zaman bakımından başkasından ayrılmayan demektir. Bu birliktelik bedenle veya destekle olabilir. Peygamberimizin sahabesi de aynı kökün türevidir. Bir şeye sahip olmayı da Türkçede kullanıyoruz. Sohbet de aynı kelimeden dilimize geçmiştir. اصحاب النار (cehennem ashabı) derken işte bu ayrılmama, bu kimselerin adeta ateşle hemhal oluşu vurgulanmaktadır.
خَالِدُونَ lafzı, ism-i fail olarak gelmiştir. İsm-i fail, ism-i mef’ûl ve masdar kelimeleri zamandan bağımsızdır. خلد aslında uzun bir zaman dilimi demektir, ama daha çok çokluktan kinaye olarak ‘kalıcı’ anlamında kullanılır. Üstelik bu kalıp da onun bu anlamını pekiştirmektedir.
Onların ateş halkı ve orada ebedi kalıcı olma özelliklerinin belirtilmesi taksim sanatıdır.
Nâr ashabı olmalarının isim cümlesi şeklinde ifadesi sübut ve devam ifade eder. Yani ebedi kalacaklarını üslup açısından ifade eder. Ayrıca bu manayı tekid için arkadan خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ ibaresi gelmiştir.
Ateşe aid zamirin dahil olduğu ف۪يهَاۜ ‘daki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla ateş, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü ateş, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mübalağa için bu üslup kullanılmıştır.
Bu ayetin son cümlesiyle, bir önceki ayetin son cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Bizce, bu iki ayet-i kerime, kıyamet günü insanların, nasıl birbirlerini zararlı çıkardıklarını beyân etmektedir. (Ebüssuûd)
وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ۟
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Zem fiilinin dahil olduğu cümle gayrı talebî inşâî isnaddır. Zem anlamı taşıyan camid fiil بِئْس ’nin mahsusu mahzuftur. Bu hazif îcâz-ı hazif sanatıdır. Takdiri النَّارِ (Nâr, yani Cehennem) ’dir. Bu hazifle muhatabın muhayyilesi harekete geçirilerek, cehennemin korkunçluğunu kayıtlamadan, serbestçe tahayyül etmesi sağlanmıştır.
Zem fiili mahsusuyla birlikte tekid ifade eder.
Bu cümle, Kur’an-ı Kerim’in birçok suresinde aynen tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
Sanki bu son iki ayet, aldanmanın nasıl olacağını açıklamaktadır. Aradaki ”vav" harfi kesin anlamda beyana engel olduğu için, bu paragrafa ”sanki" denilerek söze başlandı. (Rûhu’l Beyân)
خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ "içinde ebedi kalıcılar olarak..." ifadesinden sonra, Cenab-ı Hakk'ın yeniden, بِئْسَ الْمَص۪يرُ۟ "Orası ne kötü gidiş yeridir!" demesinin hikmeti şudur; o cehennemde ebedi kalmak, oranın bir kötü gidiş yeri olmasının ta kendisidir..." Bu, her ne kadar aynı manaya gelen iki ifade ise de, oranın kötü bir yer olduğuna açıkça delalet etmez. Binâenaleyh, ikinciyi açıkça ifade etmek, birinciyi tekid etmiştir. (Fahreddîn er-Râzî, Âşûr)
مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَمَنْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ يَهْدِ قَلْبَهُۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَا |
|
|
2 | أَصَابَ | isabet etmez |
|
3 | مِنْ | hiçbir |
|
4 | مُصِيبَةٍ | musibet |
|
5 | إِلَّا | dışında |
|
6 | بِإِذْنِ | izni |
|
7 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
8 | وَمَنْ | ve kim |
|
9 | يُؤْمِنْ | inanırsa |
|
10 | بِاللَّهِ | Allah’a |
|
11 | يَهْدِ | doğruya iletir |
|
12 | قَلْبَهُ | onun kalbini |
|
13 | وَاللَّهُ | ve Allah |
|
14 | بِكُلِّ | her |
|
15 | شَيْءٍ | şeyi |
|
16 | عَلِيمٌ | bilendir |
|
Kullarına çok merhametli olduğuna inanılan Tanrı’nın kötülüklere niçin izin verdiği hususu, din felsefesinde genellikle kötülük problemi veya teodise (Tanrı’nın âdilliği problemi) başlığı altında geniş biçimde tahlil edilmiş ve tartışılmış bir konudur. Genel olarak hayrın ve şerrin var edilmesinin hikmetleri konusu bir yana, başa gelen her musibetin Allah’ın izniyle olması ifadesini Kur’an ve Sünnet’teki ilke ve bilgilere göre şöyle açıklamak uygun olur: Cenâb-ı Hak kullarına zulmetmez; dolayısıyla “kulların kendi fiilleri sebebiyle hak ettikleri bir karşılık” anlamındaki musibetin bu açıdan izahında zorluk bulunmamaktadır. Kusuru ve günahı olmadığı halde bazı kullara verilen sıkıntı ve felâketler ise kişinin ebedî mutluluğuna zarar veren yani gerçek mânada kötü ve insanın kendi fiili yüzünden başına gelen musibet olarak değerlendirilmez (bk. Şûrâ 42/30). Öyle görünüyor ki 11. âyette, insanların sorumluluğu bakımından musibetlerin değerlendirilmesi değil, Tanrı inancına ilişkin yaygın bir yanlışlığın düzeltilmesi amaçlanmaktadır. Önceki âyetlerin iman esaslarıyla ilgili olması, bu âyetin devamındaki ve müteakip iki âyetteki ifadeler de bunu destekler niteliktedir. Birçok bâtıl dinin yanı sıra ilâhî dinin mensupları arasında türemiş bazı sapkın mezheplerde, “iyi” ve “kötü” iki ayrı tanrı arasında bölüştürülerek şirk (Allah’a ortak koşma) telakkisine güya meşruiyet kazandırılmaya, masum bir çehre verilmeye çalışılmıştır. Bazı ilâhî dinlerin mensupları da zaman zaman, Allah’a kötülük yakıştırmama gibi ileri derecede bir duyarlılıkla, şerrin O’nun tarafından yaratılmış olamayacağı tarzında bir inanca kaymışlardır. Oysa Allah’ın fiilleri ve sıfatları insanların kendi isteklerine ve münasip görmelerine göre biçimlendirilebilecek bir konu değildir; kulun görevi O’nu kendisinin bildirdiğine göre tanıyıp O’nun istediği şekilde kulluk etmektir (ayrıca bk. Hac 22/11; Furkān 25/43; Câsiye 45/23). Doğru ve sağlam İslâm inancına göre bütün varlık ve olayların yegâne yaratıcısı Allah Teâlâ’dır; Allah, irade gücü verdiği, hem iyilik hem kötülük işlemeye müsait yarattığı şuurlu varlıklara kötüyü tercih etmemelerini buyurmuş ama –dünya hayatının imtihan alanı olması sebebiyle– kötülüğü istediklerinde ve işlemeye koyulduklarında bu eylemlerin yine kendisinin yaratma düzeni içinde varlık kazanacağını, sorumluluğunun da onlara ait olacağını bildirmiştir. Bu düzen içinde şeytanın kötülüğü teşvik görevini üstlendiği ama asla ona fiillerin yaratıcısı olarak bakılmaması gerektiği de hatırlatılmıştır. Bu sebeple İslâm akaidinde, “hayrın da şerrin de Allah’tan olduğuna yani O’nun mutlak irade ve kudretinden bağımsız olmadığına, onun bilgisi dışında kalamayacağına, ancak Allah’ın kulları için yalnız hayra razı olduğuna, kulun başına gerçek mânada (ebedî mutluluğuna zarar veren) bir kötülük gelmişse bunun kendi yanlış davranışından kaynaklandığına” inanmak esastır. Ayrıca samimi bir mümin, kendi kusuru sebebiyle olmadan başına gelen felâket ve sıkıntıların da imtihanla ilgili olduğuna ve sabırla karşıladığında ecir alacağına inanır. Dolayısıyla bu inancın dayanaklarından biri olan 11. âyet, ayrıca müminler için önemli bir teselli kaynağı oluşturmaktadır. Nitekim bu inancın ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkileri modern psikolojide kanıtlanmış olup, bu husus Hz. Peygamber’in şu hadisinde de veciz bir şekilde özetlenmiştir: “Müminin durumu ilginçtir: Allah’ın her hükmü onun iyiliğinedir; çünkü başına bir sıkıntı gelip sabretse bu onun hayrınadır, sevindirici bir şey meydana gelip şükretse bu da onun hayrınadır. Bu, yalnız mümine has bir özelliktir” (Müslim, “Zühd”, 64; Dârimî, “Rikāk”, 61; ayrıca bk. Nisâ 4/79; Hadîd 57/22).
مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ
Fiil cümlesidir. مَٓا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. اَصَابَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. مِنْ zaiddir. مُص۪يبَةٍ lafzen mecrurdur.
اِلَّا hasr edatıdır. بِاِذْنِ car mecruru مُص۪يبَةٍ ‘in mahzuf haline mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَصَابَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi صوب ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَمَنْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ يَهْدِ قَلْبَهُۜ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur. يُؤْمِنْ şart fiili olup sukün ile meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. بِاللّٰهِ car mecruru يُؤْمِنُ fiiline mütealliktir.
فَ karinesi olmadan gelen يَهْدِ قَلْبَهُ cümlesi şartın cevabıdır. يَهْدِ illetli harfin hazfıyla meczum muzari fiildir. قَلْبَهُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُؤْمِنُ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’al babındandır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik), kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerred manasını ifade eder.
وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâl mübteda olup lafzen merfûdur.
بِكُلِّ car mecruru عَل۪يمٌ ’e mütealliktir. Aynı zamanda muzâftır. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. عَل۪يمٌ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur.
عَل۪يمٌ mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta surekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ
"Cenab-ı Hakk'ın, "Allah'ın izni olmayınca, hiçbir musibet gelip çatmaz..." ifadesinin, kendinden önceki ayetlerle münasebeti şöyledir: Bu ayet, فَاٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ "O halde, Allah ve Resulünü ... tasdik edin..." (Tegabun, 8) ayeti ile alakalı bir ifadedir. Çünkü Allah'a iman edip O'nu tasdik eden kimse, kendisine, herhangi bir musibetin ancak Allah'ın emri ve hükmü ile isabet ettiğini bilir, buna inanır. (Fahreddîn er-Râzî)
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mazi fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Fiil mazi sıygada gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Ayette مَا nefy harfi ve اِلَّا hasr edatıyla kasr oluşmuştur. Bu kasr, fiil ve mahzuf hali arasındadır. اَصَابَ sıfat/maksûr, بِاِذْنِ اللّٰهِ mevsûf/maksûrun aleyh olduğu için kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Veciz ifade kastına matuf بِاِذْنِ اللّٰهِۜ izafetinde Allah ismine muzâf olan اِذْنِ , tazim edilmiştir.
مِنْ zaiddir. Tekid ifade eder. مُص۪يبَةٍ lafzen mecrur, başındaki harf-i cerle birlikte اَصَابَ fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.
الإذْنُ , fiili işleyecek olana icazet verilmesi demektir. (Âşûr)
الإذْنُ ‘de istiare vardır. Havadisin sebeplerinin oluşması manasınadır. (Âşûr)
مُص۪يبَةٍ ‘deki nekrelik nev ve kıllet ifade eder. Zaid مِنْ harfi sebebiyle kelime ‘hiçbir müsibet’ anlamı kazanmıştır. Olumsuz siyakta nekre, umum ve şümule işaret eder.
اَصَابَ - مُص۪يبَةٍ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ musibet gelip çatmaz. Sanki o musibet, bizatihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah'ın iznini beklemektedir. Bu, şu ayete aykırı değildir: [”Başınıza gelen herhangi bir musibet, ancak kendi ellerinizle işledikleriniz (yani günahlarınız) yüzündendir. (Ama) Allah çoğunu affeder."] (Şûra: 30) Allah onlardan çoğundan vazgeçer, onlara ceza vermez. Konumuz olan ayetin, bu ayete aykırı olmaması iki yöndendir:
Birincisi; bu ayet günahkârlar hakkındadır. Nice musibetler var ki, sabırlarından dolayı fazla ecir almak, günahları örtmek, sevabı çoğaltmak ve benzeri başka bir şey için gelip çatar. İşte Müslümanların başına gelen musibetler bu kabildendir.
İkincisi ise, kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah'ın izin ve iradesi iledir. Nitekim bir ayette: [”...Hepsi Allah'tandır, de..."] (Nisa: 78) buyurulmaktadır. Yani icadda ve ulaştırmakta her şey Allah'tandır. Mülkünde dilediği gibi hareket eden Allah tüm eksikliklerden münezzehtir.
Kâfirler: ”Eğer Müslümanların inanç ve iddiaları doğru olsaydı. Allah onları, dünyada mallarına ve vücutlarına gelecek musibetlerden korurdu," derlerdi. Bunun üzerine Allah, bu musibetlerin, kendi takdir ve dilemesi ile olduğunu, o musibetlerin gelmesinde kendisinden başka kimsenin bilmediği hikmetler bulunduğunu açıkladı. Bu hikmetlerden birisi, kendi ellerinden bir şeyin gelmediğini yakînen bilmeleri, böylece kendi güç ve kuvvetlerine güvenmeyerek, Allah'ın güç ve kuvvetine sığınmalarıdır. Diğer bir hikmeti de, az önce geçtiği gibi musibetlere sabretmeleri ve Allah'ın kazasına rıza göstermeleri sebebiyle günahlarının örtülmesi ve sevaplarının çoğaltılmasıdır. Eğer peygamberlere ve velilere dünya sıkıntıları ve bedenlerine arız olan sıkıntılar isabet etmeseydi, halk onlar vasıtasıyla meydana gelen mucizeler ve kerametler sebebiyle fitnelere maruz kalırlardı. Şu da var ki onların karşılaştıkları elem ve acılar, beşer olmaları hasebiyle dış varlıklarınadır, içlerine değildir. Sanki onlar, bu acı ve elemlerden korunmuşlardır. Kâfirler ve kötüler ise böyle değillerdir. (Rûhu’l Beyân)
وَمَنْ يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ يَهْدِ قَلْبَهُۜ
Cümle, makabline وَ ‘la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Şart üslubunda gelen cümlenin haberî manada olması, şart cümlesinin haber cümlesine atfını mümkün kılmıştır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ , şarttır.
Şart ismi مَنْ mübteda, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يُؤْمِنْ بِاللّٰهِ cümlesi, haberdir.
Müsnedin muzari fiille gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, mehabet ve muhabbet duyguları uyandırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
فَ karînesi olmadan gelen cevap cümlesi يَهْدِ قَلْبَهُ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
“Onu” yerine “kalbini” denilmesinde hal mahal alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatı vardır. Kalp insanın düşüncelerini yönlendirmede en önemli organdır.
يُؤْمِنْ - يَهْدِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يَهْدِ قَلْبَهُ [Kalbini doğruya götürür] ifadesinden maksat bazı alimlere göre şudur: ”Onu kesin bilgiye ulaştırır. Öyleki, başına gelecek olanın mutlaka geleceğini, başına gelmeyecek olanın da ona isabet etmeyeceğini bilir. Allah'ın takdirine razı, hükmüne teslim olur."
Bir başka görüşe göre ise bu sözden maksat şudur: ”Taat ve hayrı artsın diye ona lütfeder ve kalbini açar." (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. وَ , istînâfiyyedir.
İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedün ileyh, tazim ve haşyet duyguları uyandırmak için bütün celâl ve kemâl sıfatları bünyesinde toplayan ٱللَّه ismiyle gelmiştir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur بِكُلِّ شَيْءٍ , ihtimam için amili olan عَل۪يمٌ ‘a takdim edilmiştir. شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.
عَل۪يمٌ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta surekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayetin fasılası olan bu cümle, mesel tarikinde tezyîldir.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Bu iki şekilde olmaktadır: Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekit etmektedir. (Ar. Gör. Ömer Kara Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)
Ayetin son cümlesi, Kur’an-ı Kerim’in birçok suresinde aynen veya ufak farklılıklarla tekrarlanmıştır. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
Böyle tekrarlanan ifadeler, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Fussilet Suresi 44, s. 189)
اللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ [Allah her şeyi hakkıyla bilendir…] cümlesinin, belalar esnasında, ilgili kişinin kalbinin yatışmasına bir işaret olması muhtemeldir. Bu ifadeye, "Allah, Resulünü tasdik edenin tasdikini bilir..." manası da verilmiştir. Çünkü, kim O'nun Resulünü tasdik ederse, bu demektir ki, Allah o kimsenin kalbini hidayete erdirmiştir. (Fahreddîn er-Râzî)
وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاِنَّمَا عَلٰى رَسُولِنَا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَأَطِيعُوا | o halde ita’at edin |
|
2 | اللَّهَ | Allah’a |
|
3 | وَأَطِيعُوا | ve ita’at edin |
|
4 | الرَّسُولَ | Elçiye |
|
5 | فَإِنْ | eğer |
|
6 | تَوَلَّيْتُمْ | dönerseniz |
|
7 | فَإِنَّمَا | şüphesiz |
|
8 | عَلَىٰ | düşen |
|
9 | رَسُولِنَا | Elçimize |
|
10 | الْبَلَاغُ | duyurmaktır |
|
11 | الْمُبِينُ | açıkça |
|
وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَۚ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اَط۪يعُوا fiili نَ ’un hazfıyle mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.
اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubtur. اَط۪يعُوا الرَّسُولَ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
اَط۪يعُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi طوع ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاِنَّمَا عَلٰى رَسُولِنَا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ
فَ atıf harfidir. اِنْ şart harfi iki muzari fiili cezm eder. تَوَلَّيْتُمْ şart fiili sükun üzere mebni mazi fiildir. Mahallen meczumdur. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّـمَٓا kâffe ve mekfufedir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki ma-i kâffeden kasıt ise اِنَّ harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan مَا demektir.
عَلٰى رَسُولِنَا mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Mütekellim zamiri ناَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الْبَلَاغُ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. الْمُب۪ينُ mübteda olup lafzen merfûdur. Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمُب۪ينُ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَۚ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde lafza-i celâlin zikri tecrîd sanatıdır.
اَط۪يعُوا الرَّسُولَ cümlesi, makabline hükümde ortaklık nedeniyle atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
اَط۪يعُو (İtaat ediniz) emri, keyfiyette iki taat arasında fark olduğunu bildirmek ve hemen sonra gelen yüz çevirmenin yerini açıklamak için tekrarlanmıştır. (Rûhu’l Beyân)
اَط۪يعُوا fiili önemine binaen tekrarlanmıştır. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اللّٰهَ - الرَّسُولَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ (Allah'a itaat edin, Resul'e de itaat edin.) ayetinde, daha fazla vurgu ve itaatin şanına önem vermek için fiil tekrarlanarak ıtnâb yapılmıştır. (Safvetü’t Tefâsir)
Burada da azameti sebebiyle Allah, Resulü’nden önce zikredilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاِنَّمَا عَلٰى رَسُولِنَا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ
فَ atıf harfidir. Şart üslubunda haberî isnaddır. Atıf sebebi tezattır. Şart cümlesi olan تَوَلَّيْتُمْ müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ şartın cevabı için rabıtadır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Takdiri, فلا ضير على رسولنا في توليكم (Sizin arkanızı dönmenizin resulümüze bir zararı yoktur) olan cevap cümlesi mahzuftur.
Bu takdire göre mahzuf cevap ve mezkûr şart cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
تَوَلَّيْتُمْ - اَط۪يعُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî vardır.
Mahzuf şartın cevabı için ta’liliyye hükmündeki فَاِنَّمَا عَلٰى رَسُولِنَا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ cümlesi kasr edatı اِنَّمَا ile tekid edilmiş, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. عَلٰى رَسُولِنَا mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Car mecrurun takdimi ihtimam içindir.
الْبَلَاغُ muahhar mübtedadır.
Kasr, haberle mübteda arasındadır. عَلٰى رَسُولِنَا maksûr/mevsûf, الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ maksûrun aleyhtir/sıfattır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. (Âşûr)
الْبَلَاغُ ‘un sıfatı olan الْمُب۪ينُ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Ayetin başlangıcındaki lafz-ı celâlden bu cümlede رَسُولِنَا ile azamet zamirine iltifat sanatı vardır.
رَسُولِ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Ayette, رَسُولِنَا (Resulümüze) şeklinde Allah'a raci olan zamire Resulün izafe edilmesi Hz Peygamberin şerefini ifade, onun görevinin sadece tebliğ olduğu hükmünü beyan ve ondan yüz çevirmenin kötülüğünü bildirmek içindir. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاِنَّمَا عَلٰى رَسُولِنَا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ [yüz çevirirseniz biliniz ki Resulümüze düşen sadece apaçık bir tebliğdir.] Bu ayet, anılmamış olan cevabın gerekçesidir. Anlam şudur: ”Eğer yüz çevirirseniz, önemi yok. Çünkü ona düşen, sadece açık bir tebliğdir. Bunu da yeterince yapmıştır." (Rûhu’l Beyân)
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ
İsim cümlesidir. اَللّٰهُ lafza-i celâl mübteda olup lafzen merfûdur. لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَٓا cinsi nefyeden olumsuzluk harfidir. اِلٰهَ kelimesi لَٓا ’nın ismi olup fetha üzere mebnidir. اِلَّا istisna harfidir. لَٓا ’nın haberi mahzuftur. Takdiri; موجود (vardır) şeklindedir. Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir.
وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
وَ atıf harfidir. عَلَى اللّٰهِ car mecruru يَتَوَكَّلِ fiiline mütealliktir.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن توكّل الناس على غير اللَّه فليتوكّل المؤمنون عليه (Eğer insanlar Allah'tan başkasına güvenirlerse, müminler de Allah’a güvensinler) şeklindedir.
لْ emir lam’ıdır. يَتَوَكَّلِ sükun üzere meczum muzari fiildir. الْمُؤْمِنُونَ fail olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır.
الْمُؤْمِنُونَ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَتَوَكَّلِ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi وكل’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüp (sakınma) ve talep anlamları katar.
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkarî kelamdır. اَللّٰهُ müsnedün ileyh, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ cümlesi müsneddir
Bütün esma-i hüsna ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâl telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak için müsnedün ileyh olarak gelmiştir.
Mübteda olan lafza-i celâlin haberi, cinsini nefyeden لَاۤ ’nın dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir.
Cinsini nefyeden لَٓا ’nın dahil olduğu لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir. Kasrla tekid edilmiş, faide-i haber inkârî kelamdır.
Munfasıl zamir هُوَ , cinsini nefyeden لَاۤ ’nın ismi olan اِلٰهَ ’nin mahallinden veya لَٓا ’nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir. لَاۤ ’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
لَاۤ ve إِلَّا ile oluşan kasr, إِلَـٰهَ ile هُوَ arasındadır. هُوَۚ mevsûf/maksûrun aleyh, اِلٰهَ sıfat/maksûr olduğu için kasr-ı sıfat ale’l mevsuf hakiki kasrdır. Yani ‘Allah’tan başkası için asla ilâhlık ihtimali yoktur’, anlamındadır.
Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf; zikredilen sıfatın bu mevsûftan başkasında bulunmadığının ifade edildiği şekildir. Ama bu mevsûfta başka vasıflar bulunabilir demektir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
اَللّٰهُ - اِلٰهَ - رَبُّ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı mevcuttur.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden birden fazla tekid unsuru taşıyan ve tahsis ifade eden bu gibi cümleler, çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cinsini nefyeden لَٓا ‘nın ismi اِلٰهَ , umum ifade eder.
Nefy ve nehiy ifade eden edatlardan sonra gelen nekre isimler, umum ifade eden kelimelerdendir. (Suyûtî, İtkan, c. 2, s. 42)
Cümle mesel tarikinde tezyîl olarak ıtnâb sanatıdır.
Tezyîl, bir cümlenin diğer bir cümleyi takip etmesi ve tekid etmek amacıyla birincinin manasını kapsaması ve onu sağlamlaştırmasına verilen isimdir. Birinci cümle, ikinci cümlenin ya mantukunu ya da mefhumunu tekid etmektedir. (Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) -Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Denemeler. Gör. Ömer Kara)
وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
فَلْيَتَوَكَّلِ fiiline dahil olan فَ mahzuf şartın cevabına gelen rabıta harfidir. Cevap cümlesi olan فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ۟ , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Takdiri, إن توكّل الناس على غير اللَّه (Eğer insanlar Allah'tan başkasına güvenirlerse…) olan mahzuf şart cümlesiyle birlikte terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. عَلَى اللّٰهِ , amili olan فَلْيَتَوَكَّلِ fiiline takdim edilmiştir. Bu takdim, kasr ifade etmiştir. Tevekkül edenler, sadece Allah’a tevekkül etsinler demektir. اللّٰهِ maksûrun aleyh-mevsûf, فَلْيَتَوَكَّلِ fiili maksur-sıfattır. Kasr-ı sıfat, ale’l-mevsûftur.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, muhabbet, mehabet duyguları ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ (Müminler işlerini sadece Allah’a bıraksın) cümlesinde kasr ifade etmek için, harf-i cerle mecruru fiile takdim edilmiştir. Zamir yerine Allah lafzının getirilmesi ise korku ve heybeti artırmak içindir. (Safvetü’t Tefasir)
Biraz önce ”Allah" ismi celâli zikredildiği için, burada uygun olanı, Allah'a raci bir zamirin kullanılması idi. Ama tevekkülün sebebini hissettirmek ve onu emretmek için açıkça söylendi. Çünkü ilâhlık, tümüyle Allah'a ait olmayı, kişinin kendisini tümüyle ona vermesini, başkaları ile ilgiyi bir çırpıda kesmesini gerektirir. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
التوكل ; Allah'ın katındakine güvenmek, insanların elindekinden umudu kesmektir. (Rûhu’l Beyân)
Ayetteki emir, tevekkülün vâcip olduğunu ifade eder. Oysa bu, insanların çoğunda yoktur. Buna göre tevekkül etmeyenlerin asi olmaları gerekir. Ama, burada emredilen aklî tevekkül olsa gerektir. O da: kulun, dünyevî ve uhrevî arzularından her arzusunun sebep oluşu inancına bakarak, nefis başkasına yönelse ve başkalarından beklese bile sadece Allah tarafından olduğuna inanması, husulüne güvenmesi, Ondan beklemesidir. Allah, tüm sebeplerin yaratıcısıdır. (Rûhu’l Beyân)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ وَاَوْلَادِكُمْ عَدُواًّ لَكُمْ فَاحْذَرُوهُمْۚ وَاِنْ تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
4 | إِنَّ | şüphesiz |
|
5 | مِنْ | -den (bazıları) |
|
6 | أَزْوَاجِكُمْ | eşleriniz- |
|
7 | وَأَوْلَادِكُمْ | ve çocuklarınızdan |
|
8 | عَدُوًّا | düşmandır |
|
9 | لَكُمْ | size |
|
10 | فَاحْذَرُوهُمْ | onlardan sakının |
|
11 | وَإِنْ | ama |
|
12 | تَعْفُوا | affederseniz |
|
13 | وَتَصْفَحُوا | ve hoşgörürseniz |
|
14 | وَتَغْفِرُوا | ve bağışlarsanız |
|
15 | فَإِنَّ | muhakkak ki |
|
16 | اللَّهَ | Allah (da) |
|
17 | غَفُورٌ | bağışlayandır |
|
18 | رَحِيمٌ | esirgeyendir |
|
Doğasına dünya sevgisi yerleştirilmiş olan (bk. Âl-i İmrân 3/14) insanın buradaki sınavda başarılı olabilmesi için önemli bir ölçü verilmektedir: Allah’a kul olma bilincini daima zinde tutmaya çalışmak, her davranışında dünya hayatının icapları ile âhiret mutluluğunu dengeleyen bir itidal çizgisi tutturmak, bunu başarabilmek için de özverili davranmayı içine sindirmek.
14. âyetteki anlatım ve uyarıya göre en güçlü sevgi bağlarıyla birbirine bağlı olan insanlar bile –bunlar öncelikle eşler, ebeveyn ve çocuklar da olsa– her zaman amaç birliği içinde olmayabilirler ve mümin bir kişi bu yakınlarından dahi –kasdî olsun olmasın– âhiret mutluluğunu zedeleyecek zararlar görebilir, öneriler ve teşvikler alabilir. 15. âyetin tasvirine göre de kişinin sahip olduğu bütün maddî mânevî imkânlar ve bunlara duyulan bağlılık hissi, onun sınanması için var edilmiştir. Yine bu âyette belirtildiği üzere erişilmesi için çaba harcanmaya değer gerçek mutluluk Allah katında olandır ve 16. âyete göre buna erişebilmenin yolu da Allah’a kul olma bilincini sürekli korumak için olanca çabayı harcamak, dinin bildirimlerine kulak vermek ve onlara uymayı ilke edinmektir. Fakat insanın, çoğu zaman doğasındaki bayağı eğilimlerinin kendisini çekmeye çalıştığı yer ile konumuz olan âyetlerdeki bildirimlere göre olması gerektiği yer arasında bulunmanın gerginliğini yaşadığı da muhakkaktır. İşte bu âyetler bu noktada insanın yolunu şöyle aydınlatmaktadır: İmtihan alanından kaçmaya çalışmak çözüm değildir; yapılacak şey, olabildiğince tehlikelere karşı bilinçli ve hazırlıklı olmak, bu geçici hayattan vazgeçmeden, hatta bu hayatı bir imkân ve üretim alanı olarak kabul edip ebedî hayat için çalışmaktır. Bunda başarılı olabilmenin temel şartı ise kısaca özverili davranma alışkanlığı kazanabilmektir. Özveriyi de iki grupta toplamak mümkündür. Birincisi –14. âyette belirtildiği üzere– başkalarına karşı beslediğimiz olumsuz duygulardan vazgeçebilmek, affedebilmek, hoşgörülü ve bağışlayıcı olabilmektir. İkincisi de sahip olduğumuz dünyevî nimet ve imkânlara duyduğumuz aşırı tutkuları dizginleyebilmektir. Bu, 16. âyetin son cümlesinde “nefsinin bencilliğinden korunma” şeklinde özetlenmiş; ayrıca 16 ve 17. âyetlerde, –aslında aynı zamanda kendi iyiliğimize olmak üzere– “başkaları için harcama yapmak ve Allah’a güzel borç vermek” şeklinde açıklanmıştır (15. âyette geçen ve “imtihan” diye çevrilen fitne kavramının Kur’an’daki kullanımları hakkında bk. Bakara 2/191-192; 16. âyette geçen “şuhh” kelimesi hakkında bk. Haşr 59/9; 17. âyette “Allah’a güzel bir borç verme” anlamıyla çevrilen ifadeden hareketle geliştirilen “karz-ı hasen” terimi hakkında bilgi için bk. Bakara 2/245).
14. âyetin nüzûl sebebi olarak bazı kaynaklarda yer alan şu rivayetlerden ilki âyetin başlangıç kısmının, diğer ikisi de son kısmının anlaşılmasına ışık tutmaktadır: a) Avf b. Mâlik el-Eşcaî Resûlullah ile birlikte savaşa gitmek istemişti. Çoluk çocuğu toplanıp onun ayrılığına dayanamayacaklarını söylediler, ağlayıp sızladılar ve sonunda onu bu kararından vazgeçirdiler. Ama Avf daha sonra bundan dolayı çok pişman oldu. b) Mekke’de müslüman olanlar hicret etmek isteyip çoluk çocukları buna razı olmayınca, “Şayet Allah beni hicret yurdunda sizinle bir araya getirirse görün bakın size neler edeceğim!” diye söylenir, yeminler ederlerdi (Taberî, XXVIII, 124-125). c) Bazı Mekkeliler müslüman olmuş ve Medine’ye hicrete karar vermişlerdi. Aileleri buna karşı çıktı. Fakat bir süre sonra onları dinlemeyip Medine’ye geldiler. Daha önce müslüman olanların dinî konularda epeyce mesafe katetmiş ve yetişmiş olduklarını görünce, buraya gelmelerine karşı çıkan eş ve çocuklarına kızdılar ve onları cezalandırmayı düşündüler (Tirmizî, “Tefsîr”, 64). Âyetin “düşman olanlar vardır” şeklinde çevrilen ifadesinden de anlaşılacağı üzere burada aile fertleri arasında daima böyle bir durum bulunduğu gibi bir mâna çıkarılmaması için “bazı” anlamı taşıyan bir edat kullanılmıştır; ancak âyet metninde “vardır” şeklindeki vurgunun başa getirilmesi bu tür durumlarda duyarlı olunması için yapılan uyarıyı pekiştirmektedir (İbn Âşûr, XXVIII, 284).
16. âyetin “Gücünüz yettiğince Allah’a saygısızlıktan sakının” diye çevrilen kısmıyla Âl-i İmrân sûresinin 102. âyetinin “Allah’a karşı gereği gibi saygılı olun”anlamına gelen kısmının neshedilmiş olduğu ileri sürülürse de, her iki ifadenin kendi bağlamındaki anlamını korumasına bir engel bulunmamaktadır; nitekim Nehhâs gibi âlimler bu yönde ikna edici açıklamalar yapmışlardır (bk. İbn Atıyye, V, 321).
Evrendeki her şeyin Allah’ı tesbih ettiğine dikkat çekerek başlayan sûre, O’nun duyular ve akılla idrak edilemeyeni de edileni de bildiğini, çok güçlü ve hikmet sahibi olduğunu hatırlatarak sona ermektedir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ وَاَوْلَادِكُمْ عَدُواًّ لَكُمْ فَاحْذَرُوهُمْۚ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir. الَّذ۪ينَ münadadan sıfat veya bedeldir.
İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Nidanın cevabı اِنَّ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ وَاَوْلَادِكُمْ عَدُواًّ ’dır.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
مِنْ اَزْوَاجِكُمْ car mecruru اِنَّ ‘nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَوْلَادِكُمْ atıf harfi و ‘la makabline matuftur. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَدُواًّ kelimesi اِنَّ ‘nin muahhar ismi olup fetha ile mansubdur. لَكُمْ car mecruru عَدُواًّ ‘e mütealliktir.
فَ harfi sebebi müsebbebe bağlayan atıf harfidir. فَاحْذَرُوهُمْ fiili ن ’un hazfıyla emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْۚ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
اٰمَنُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi اَمِن ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَاِنْ تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Fiil cümlesidir. Atıf harfi و ‘la nidanın cevap cümlesine matuftur. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. تَعْفُوا şart fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. تَصْفَحُوا ve تَغْفِرُوا atıf harfi و 'la nidanın cevap cümlesine matuftur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
اللّٰهَ lafza-i celâli اِنَّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur. غَفُورٌ kelimesi اِنَّ ’nin haberi olup lafzen merfûdur. رَح۪يمٌ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ isimleri mübalağa sıygasındadır. Son derece affeden ve son derece merhamet eden demektir.
Mübalağalı ism-i fail kalıp bu vasfın mevsufta surekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ وَاَوْلَادِكُمْ عَدُواًّ لَكُمْ فَاحْذَرُوهُمْۚ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. يَٓا nida edatı, اَيُّ münadadır. هَا tekid ifade eden tenbih harfidir.
الَّذ۪ينَ münadadan bedeldir. Bedel ıtnâb sanatı babındandır. Mevsûlün sılası olan اٰمَنُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Nidanın cevabı olan اِنَّ مِنْ اَزْوَاجِكُمْ وَاَوْلَادِكُمْ عَدُواًّ لَكُمْ cümle اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden اِنَّ ile tekid edilen isim cümleleri çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim tehir sanatları vardır. مِنْ اَزْوَاجِكُمْ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. عَدُواًّ kelimesi اِنَّ ‘nin muahhar ismidir.
Müsnedün ileyhteki nekrelik kesret, tahkir ve cins ifade eder.
مِنْ اَزْوَاجِكُمْ ‘deki مِنْ , ba’diyet ifade eder.
لَكُمْ car mecruru عَدُواًّ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
اَزْوَاجِكُمْ - اَوْلَادِكُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا nidasında, müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
يَا أَيُّهَا النَّاسُ “Ey insanlar” ve يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا “Ey iman edenler” hitaplarıyla başlayan ayetler, taşıdıkları mesajlar bakımından benzerlik taşıdıkları gibi ayrıştıkları noktalar da vardır. Her iki hitap da kendinden sonra itikat, ibadet, helal ve haram, cezalar, sosyal hayat gibi konulara yer vermektedir. Ancak “Ey iman edenler” hitabıyla verilen mesajlar Medenî sureler çerçevesinden verildiğinden dolayı hüküm ayetleri ağır basmaktadır. Aile hukuku, cihat, gibi konular “Ey iman edenler” hitabından sonra işlenmektedir. (Enver Bayram, Kur’an’da Geçen “Ey İnsanlar” ve “Ey İman Edenler” Hitaplarıyla Başlayan Ayetler Arasında Bir Mukayese)
Kur’an’da bu tip يَٓا اَيُّهَا formunda nida çoktur. İçinde tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan emri uyanık ve dikkatli bir şekilde almak için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri't T'abîri'l Kur'ânî, Dirâsetu Tahlîliyye li Sûreti'l Ahzâb, s. 43)
Yüce Allah, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا hitabıyla Kur'an'ın 88 yerinde müminlere hitap etmiştir. Ey iman edenler ifadesi hep Medenî surelerde geçmiştir. Bu hitap bir teşriftir. Mekkî surelerde “ey insanlar” ifadesi vardır. Medine’de emir ve yasaklar fazlalaşmıştır. Mekke'de fazla emir ve yasak yoktur.
Muhataplara "Ey müminler!" diye seslenilmesi, onlara, bu iman sahibinin, Allah'ın emirlerine güzel bir şekilde sarılması ve itaat etmesi, yasaklarından da sakınması gerektiğini hatırlatır. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir)
اَزْوَاجِكُمْ Buradaki hitap erkek ve kadın tüm Müslümanlara yöneliktir. Tağlîb (genelleme) yoluyla erkekler için olan sıyga kullanılmıştır. (Rûhu’l Beyân)
Allah Teâlâ ayette, eşleri çocuklardan daha önce zikretti. Çünkü onlar, çocukların aslıdırlar. Ayrıca onlar şehvet mahalli oldukları için insanların kalplerine daha yakındırlar. Onları Allah'a ibadet etmekten daha çok meşgul ederler. (Rûhu’l Beyân)
Eşler arasında daha çok düşman bulunduğu için bu kelime çocuklardan önce zikredilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayetteki مِنْ اَزْوَاجِكُمْ (eşlerinizden) sözcüğündeki مِنْ harfi teb'îdiyyedir. Yani ‘eşlerinizden bazıları’ anlamındadır. Onlardan düşman olmayanlar da vardır.
عَدُواًّ fail manasında فَعُولٍ vezninde düşmanlık ile ilgili bir vasıftır. Hakikat ve mecaz manasına da kullanılan bir lafızdır. Burada teşbih-i beliğ manasına olabilir. (Âşûr)
فَاحْذَرُوهُمْۚ cümlesi, takdiri تنّبهوا (dikkat et) olan mukadder istînâfa فَ ile atfedilmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
وَاِنْ تَعْفُوا وَتَصْفَحُوا وَتَغْفِرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Cümle atıf harfi وَ ‘la nidanın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vasılda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada şart cümlesi, haber cümlesine atfedilmiştir. Bu cümlenin haberî manada olması, şart cümlesinin haber cümlesine atfını mümkün kılmıştır.
Şart üslubunda gelen terkipte تَعْفُوا şart cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Aynı üslupta gelen تَصْفَحُوا ve تَغْفِرُوا cümleleri atıf harfi وَ ‘la şart cümlesine atfedilmiştir. İki cümlenin de atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
فَ karinesiyle gelen فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ şeklindeki cevap cümlesi, اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Allah’ın غَفُورٌ ve رَح۪يمٌ sıfatlarının tenvinli gelişi, bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir.
غَفُورٌ - رَح۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Şartın cevabı olan cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Bu son cümle Kur'an’da ufak değişikliklerle tekrarlanmıştır. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitlensin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Böyle tekrarlanan kelimeler kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, Fussilet Suresi 44, C. 2, s. 189)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِنَّ ile, haberdeki mübalağa sigalarıyla, celâl ve kemal ifade eden lafza-i celâlin zikredilmesi ile tekid edilmiştir. Bu lafza-i celâl, dinleyen kişinin kalbine korku saçar. Bu nedenle birçok fasılada bulunur. Bu mevki, bulunduğu siyaka bağlı olarak başka ayetlerde bulunmayan manalar da kazandırır. Bu gerçekten mühimdir. Yani aynı kelimeler ve aynı terkipten oluşmuş bir fasıla, her zaman aynı şeye delalet etmez. Çünkü siyak, o ibareye başka delaletler de kazandırır. Lafız ve terkiplerin bir olması, onları asıl manada birleştirir, ancak siyak onları ayırır, çeşitlendirir ve aynı olan ibareleri birbirinden uzaklaştırır ya da yaklaştırır. Siyak, manaları dolayısıyla bu farklılığa sebep olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 3, s.166)
تَغْفِرُوا - غَفُورٌ kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
تَعْفُوا - تَصْفَحُوا - تَغْفِرُوا - رَح۪يمٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
العَفْوُ ; Azarlasa bile hazırlık yaptıktan sonra günahtan dolayı cezalandırmamak demektir.
الصَّفْحُ da, azarlamaksızın günahkârdan yüzçevirmek, cezalandırmamak demektir.
الغَفْرُ ise günahı örtmek, yaymamaktır. (Âşûr)
رَحِيمٌ sıfatı af, sulh ve gufranı bir arada toplamıştır. (Âşûr)
Af ve bağışa teşvikte, onlardan sakınmayı emirden maksadın, onları tamamen terketmek ve onlarla birlikte oturup birlikte olmaktan yüz çevirmek olmadığına işaret vardır. Nasıl öyle olsun ki? Kadınlar dünyadaki en büyük nimetlerdendirler. Alemin düzeni onlarladır. Eşler olmasaydı peygamberler, veliler, alimler ve salihler olmazdı. (Rûhu’l Beyân)
Ayetteki ["Affeder, kusurlarını başlarına kakmaz örterseniz"] ifadesi hakkında İbn Abbas (ra) şöyle demiştir: "Bu Mekkelilerden birisi, hicret edip de, birçok insanın kendisinden önce hicret ettiklerini ve dinlerini daha iyi yaşadıklarını anlayınca, daha önce hicret etmesine mani olan, hanımını ve çocuklarını cezalandırmak istedi. Eğer onlar da gelip, hicret yurdunda birleşirlerse, onlara infak etmeyip, iyi davranmayacağını söyledi. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil oldu. Bu, "Hanımlarınızdan ve çocuklarınızdan, kâfir oldukları için, sizi İslam'dan engelleyen düşmanlarınız vardır. İşte onlardan sakının" demektir. Böylece, ayette bahsedilen düşmanlığın, küfür sebebiyle ve imandan engelleme sebebiyle olduğu anlaşılmaktadır, Müminler arasında ise böyle bir düşmanlık söz konusu değildir. Çünkü mümin olan hanımları ve çocukları, onların düşmanları olamazlar. (Fahreddîn er Râzî)
اِنَّـمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۜ وَاللّٰهُ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ
اِنَّـمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۜ
اَنَّـمَٓا , kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki مَا harfidir, اِنَّ harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur. اِنَّ ‘nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.
اَمْوَالُكُمْ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَوْلَادُكُمْ kelimesi atıf harfi وَ ‘la اَمْوَالُكُمْ ‘e matuftur.
فِتْنَةٌ haber olup lafzen merfûdur.
وَاللّٰهُ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ
وَ istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ cümlesi mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
عِنْدَ mekân zarfı, mübtedanın mukaddem haberine mütealliktir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَجْرٌ muahhar mübteda olup lafzen merfûdur. dır. عَظ۪يمٌ kelimesi اَجْرٌ ‘un sıfatı olup lafzen merfûdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَتُ)”dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّـمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۜ
Önceki ayetteki nidanın cevabına dahil müstenefedir. Kasr edatı اِنَّمَا ile tekid edilmiş, sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Kasr, mübteda ve haber arasındadır. اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ mevsûf/maksûr, فِتْنَةٌۙ sıfat/maksûrun aleyhtir. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. Evlat ve mal, fitne olmaya kasredilmiştir. (Âşûr)
اِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Muhataba konunun bilindiği tenbih edilir. اِنَّمَا edatı; siyakında açıkça veya zımnen bir sorunun olduğu ayetlerde cevap olarak gelir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi)
اَمْوَالُكُمْ - اَوْلَادُكُمْ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr vardır.
اَمْوَالُكُمْ mübteda, فِتْنَةٌ haberdir. وَاَوْلَادُكُمْ , tezâyüf nedeniyle mübtedaya atfedilmiştir.
اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ ‘de taksim, فِتْنَةٌۜ ’de cem’ sanatı vardır.
اَمْوَالُكُمْ - اَوْلَادُكُمْ kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
فِتْنَةٌ kelimesinde cem’ sanatı vardır. Cem’ sanatı, üslupta îcâz sağlayan sanatlardandır. Çünkü iki veya daha fazla şeyi bir hükümde birleştirir. Bu hükümler ayrı ayrı zikredilirse kelam uzar. Yanısıra hükmün zikrinin gecikmesi muhatabın merakını celbeder. Bu arada fikir yürütmeye başlar. Böylece nefiste iyice yerleşir. Bir hükümde birleştirilen şeylerin sayısı arttıkça bu merak da buna paralel olarak artar. Bu sayede heyecan artar, dikkatler uyanık tutulur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
فِتْنَةٌۜ ; Kendisine sunulan koşulların uygun olmaması sonucu nefsin zorlanması, bozulması ve şaşkınlığa uğramasıdır. Huzeyfe (ra) şu hadisi rivayet etmiştir “Ailesi ve malı kişinin fitnesidir, namaz ve sadaka bu fitneye kefaret olur.’’ (Âşûr)
فِتْنَةٌۜ : imtihan, belâ ve sıkıntıdır. Ayette hasr ifadesi olan اِنَّـمَٓا kelimesi kullanılmıştır. Çünkü çocuklar ve malların tümü fitnedir. Şöyleki insanın bir mala ve çocuğa her yönelişinde fitneyi içeren ve kalbi meşgul eden bir durum mutlaka ortaya çıkar. Ayette önce malların sonra çocukların anılması, alçaktan yükseğe çıkmak kabilindendir. Zira çocuklar kalbe, maldan daha çok bitişiktirler. Çünkü babaların parçalarıdırlar. Mal ise böyle değildir. O vücuda tabidir, onun mülhakâtındandır. (Rûhu’l Beyân)
وَاللّٰهُ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ
Cümle atıf harfi وَ ‘la makabline atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
اللّٰهُ mübteda, عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ cümlesi mübtedanın haberidir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir. Cümlede takdim-tehir ve icaz-ı hazif sanatları vardır. عِنْدَهُ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. اَجْرٌ muahhar mübtedadır.
اَجْرٌ ‘un sıfatı olan عَظ۪يمٌ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
عِنْدَهُٓ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması عِنْدَ için şan ve şeref ifade eder.
Cümlede müsnedün ileyh olan اَجْرٌ kelimesinin nekre gelmesi tazim ve kesret ifade etmiştir.
عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ ifadesinde istiare vardır. Allah katındaki mükâfat, işçiye ödenen ücrete benzetilmiştir.
Cenab-ı Hak, "Allah'a gelince, büyük mükâfat O'nun katındadır" buyurmuştur. Bu büyük mükâfat cennettir. Cenab-ı Hak, insanlar sıkıntılara göğüs gersinler diye katında büyük bir mükâfatın olduğunu bildirmiştir. Buna göre mana, "çoluk çocuğunuz sebebiyle, günah olan şeyleri yapmaya yeltenmeyin ve onları, Allah katında sizin için hazırlanmış o büyük mükâfata tercih etmeyin" şeklindedir. (Fahreddîn er-Râzî)
فَاتَّقُوا اللّٰهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَاَط۪يعُوا وَاَنْفِقُوا خَيْراً لِاَنْفُسِكُمْۜ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | فَاتَّقُوا | öyle ise korkun |
|
2 | اللَّهَ | Allah’tan |
|
3 | مَا |
|
|
4 | اسْتَطَعْتُمْ | gücünüz yettiği kadar |
|
5 | وَاسْمَعُوا | ve dinleyin |
|
6 | وَأَطِيعُوا | ve ita’at edin |
|
7 | وَأَنْفِقُوا | ve infak edin |
|
8 | خَيْرًا | en hayırlı olanı |
|
9 | لِأَنْفُسِكُمْ | kendiniz için |
|
10 | وَمَنْ | ve kim |
|
11 | يُوقَ | korunursa |
|
12 | شُحَّ | cimriliğinden |
|
13 | نَفْسِهِ | nefsinin |
|
14 | فَأُولَٰئِكَ | işte |
|
15 | هُمُ | onlar |
|
16 | الْمُفْلِحُونَ | başarıya erenlerdir |
|
Feleha فلح :
Felah (فَلَحٌ) yarmak anlamındadır. Bundan dolayı çiftçiye fellâh فَلاّحٌ denmiştir.
Felâh فَلاحٌ başarıya ulaşmak ve arzulanan şeyi elde etmektir.
Bu da dünya ve ahiretle ilgili olmak üzere iki kısma ayrılır: Dünya ile ilgili olanı dünya hayatının hoş ve güzel hale gelmesini sağlayan saadetleri elde etme/kazanmadır. Uhrevi felâh ise dört şeyden meydana gelir: 1- Fenâsı/yok olması olmayan bekâ, 2- Fakirliği olmayan zenginlik, 3- Zilleti, horluğu ve hakirliği olmayan izzet, 4- Cehaleti olmayan ilim. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de fiil olarak if'al formunda ve bir isim formunda toplam 40 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri iflah ve felahtır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
فَاتَّقُوا اللّٰهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَاَط۪يعُوا
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri, إن قمتم إلى الطاعة فاتّقوا اللَّه....(İtaat etmeye kalkarsanız Allah'tan korkun) şeklindedir.
اتَّقُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. اللّٰهَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مَا ve masdar-ı müevvel mahzuf zarfı zamanla birlikte اتَّقُوا fiiline mütealliktir. Takdiri, فَاتَّقُوا اللّٰهَ مدة استطاعتكم (Gücünüz yettiği müddetçe Allah’tan sakının) şeklindedir. اسْتَطَعْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur.
اسْمَعُوا ve اَط۪يعُوا ve اَنْفِقُوا atıf harfi وً ‘la اتَّقُوا fiiline matuftur.
اتَّقُوا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi وقى ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
اسْتَطَعْتُمْ fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi طوع ’dir.
Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.
اَط۪يعُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi طوع ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَاَنْفِقُوا خَيْراً لِاَنْفُسِكُمْۜ
Fiil cümlesidir. Atıf harfi و ‘la اتَّقُوا fiiline matuftur. اَنْفِقُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. خَيْراً kelimesi mahzuf يكن fiilin haberi olup fetha ile mansubdur. Takdiri أنفقوا يكن الإنفاق خيرا لأنفسكم (Hayrınıza olması için infak edin) şeklindedir. لِاَنْفُسِكُمْ car mecruru خَيْراً ‘a mütealliktir.
اَنْفِقُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi نفق ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
وَ atıf harfidir. مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur. يُوقَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يُوقَ şart fiili olup illet harfinin hazfıyla meczum meçhul muzari fiildir. Naib-i faili müstetir olup takdiri هو ’dir. شُحَّ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. نَفْسِه۪ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir. İsim cümlesidir. İşaret ismi اُو۬لٰٓئِكَ mübteda olarak mahallen merfûdur. هُمُ fasıl zamiridir.
Zamiru’l Fasl (ضَمِيرُ الفَصْلِ Ayırma Zamiri): Umumiyetle mübteda marife, haberse nekre gelir: Ancak, haber mübteda gibi marife olunca çoğu defa aralarında -irabdan mahalli olmayan- bir zamir bulunur. Haber ile sıfatı birbirinden ayırdığı için buna “zamiru’l fasl” (ضَمِيرُ الفَصْلِ ayırma zamiri) denir.
Zamirler ne mevsuf ne de sıfat olurlar. Bundan dolayı marife olan iki ismin arasına girince iki ismin arası açılır; sıfat – mevsuf olma durumları ortadan kalkar, mevsuf mübteda, sıfat da haber olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمُفْلِحُونَ haber olup ref alameti و ‘dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. الْمُفْلِحُونَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاتَّقُوا اللّٰهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا وَاَط۪يعُوا وَاَنْفِقُوا خَيْراً لِاَنْفُسِكُمْۜ
فَ , mahzuf şartın cevabına dahil olan rabıta harfidir. Takdiri إن قمتم إلى الطاعة (İtaat etmeye kalkarsanız) olan şart cümlesinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Cevap cümlesi olan فَاتَّقُوا اللّٰهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَاسْمَعُوا , emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Mukadder şart ve mezkûr cevabından müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Masdar harfi مَا ‘nın akabindeki اسْتَطَعْتُمْ cümlesi, masdar tevilinde olup مَا harfiyle birlikte اتَّقُوا fiiline mütealliktir. Zaman zarfı manasındaki masdar-ı müevvel, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Yani اتّقوا اللَّه مدة استطاعتكم (Gücünüz yettiği müddetçe Allah’tan sakının) manasındadır.
Birbirine matuf, yine emir üslubunda talebî inşaî isnad olan وَاسْمَعُوا وَاَط۪يعُوا وَاَنْفِقُوا خَيْراً لِاَنْفُسِكُمْۜ cümleleri, … فَاتَّقُوا cümlesine وَ ‘la atfedilmiştir. Hepsinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Ayetteki, اسْمَعُوا (dinleyin) ifadesi "Allah'a, Resulüne ve kitabına kulak verin" manasınadır. Bunun, "Allah'ın ve peygamberinin emirlerine kulak verin" manasına olduğu da söylenmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
خَيْراً , mahzuf mef’ûlü mutlakın sıfatı olarak, ondan naibdir. Takdiri أنفقوا يكن الإنفاق خيرا لأنفسكم (Hayrınıza olması için infak edin) şeklindedir.
لِاَنْفُسِكُمْۜ car mecrurunun müteallakı olan خَيْراً , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Takvalı olun, dinleyin, itaat edin, infak edin emirlerinin sayılması, taksim sanatıdır.
Ayetteki, خَيْراً kelimesi, "infak edin" fiiliyle mansub (onun mef'ûlü) olup, buna göre sanki, "Kendiniz için hayır olan şeyleri, önceden yapıp gönderin; dünyada iken işleyin" demektir. (Fahreddin er-Râzî)
Ayetin ‘’kendi iyiliğinize olarak’’ diye tercüme edilen bölümü olan خَيْراً لِاَنْفُسِكُمْۜ , anılan emirlere imtisale teşvik için tekid ve onların kendileri için mallardan, çocuklardan ve içinde oldukları dünya debdebesi ve şehvete düşkünlükten hayırlı olduğunu açıklamaktır. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Şart üslubunda gelen cümlede şart ismi مَنْ , mübtedadır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يُوقَ شُحَّ نَفْسِه۪ , şart cümlesidir. Şart cümlesi aynı zamanda haberdir.
يُوقَ fiili, meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü fiil malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime, meçhul binada naib-i fail olur.
Buradaki شُحَّ kelimesi ‘cimrilik’ manasınadır. Bu, mal hususunda ve başka hususlarda yapılan cimrilikleri içine alır. Ayetteki bu ifadeye, "Kim nefsinin zulmünden korunursa..." manası da verilmiştir ki, buna göre, burada geçen شُحَّ kelimesi zulüm manasına gelmiş olur. O halde شُحَّ ‘dan uzak durabilen, kurtuluşa erenlerdendir. (Fahreddîn er-Râzî)
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ , mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Fasıl zamiri ve müsnedin الْ takısıyla marife olması kasr ifade eder. Haberin الْ takısıyla marife olması, kasr ifadesinin yanında bu vasfın onlarda kemâl derecede olduğunu belirtir. اُو۬لٰٓئِكَ maksûr/mevsûf, الْخَاسِرُونَ maksurun aleyh/sıfat, yani kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. Mübalağa için gelmiş iddiaî kasrdır. Kurtuluş, sadece nefsini koruyanlara kasredilmiştir. (Âşûr)
Cümlede müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenleri tazim ifade eder. İsm-i işaret, müsnedün ileyhi göz önüne koyarak onu net bir şekilde gösterip uzağı işaret eden özelliğiyle onların mertebelerinin yüksekliğini belirtir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
هم zamiri mübteda ile haberin arasına girdiği için “Îrabdan mahalli olmayan fasıl zamiri” olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur.
Bu kişilerin durumu üç şekilde tekid edilmiştir: Sübuta delalet eden isim cümlesi ile gelmiştir. Fasıl zamiri olan هم ile tekid edilmiştir. Müsned ve müsnedün ileyhin marife olmasıyla tekid edilmiştir. Bu da kasr ifade eder. Hüsran onlara kasredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati'l Kur'ani'l Kerim, Soru: 352)
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelerek onlara tekrar dikkat çekilmesi işaret edilenleri tazim ve teşrif ifade eder.
Haber الْمُفْلِحُونَ ‘nin, ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
يُوقَ - فَاتَّقُوا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
خَيْراً - الْمُفْلِحُونَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
نَفْسِ kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.اِنْ تُقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً يُضَاعِفْهُ لَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنْ | eğer |
|
2 | تُقْرِضُوا | borç verirseniz |
|
3 | اللَّهَ | Allah’a |
|
4 | قَرْضًا | bir borçla |
|
5 | حَسَنًا | güzel |
|
6 | يُضَاعِفْهُ | onu kat kat yapar |
|
7 | لَكُمْ | sizin için |
|
8 | وَيَغْفِرْ | ve bağışlar |
|
9 | لَكُمْ | sizi |
|
10 | وَاللَّهُ | Allah |
|
11 | شَكُورٌ | karşılık verendir |
|
12 | حَلِيمٌ | halimdir |
|
اِنْ تُقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً يُضَاعِفْهُ لَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ
Fiil cümlesidir. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. تُقْرِضُوا şart fiili ن ’un hazfıyla meczum muzari fiildir.
Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. اللّٰهَ lafza-i celâl, mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. قَرْضاً mef’ûlu mutlak olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
حَسَناً kelimesi قَرْضاً ‘in sıfat olup fetha ile mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar: Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi
فَ karinesi olmadan gelen يُضَاعِفْهُ لَكُمْ cümlesi şartın cevabıdır. يُضَاعِفْهُ sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ‘dir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. لَكُمْ car mecruru يُضَاعِفْ fiiline mütealliktir.
يَغْفِرْ لَكُمْ atıf harfi و ‘la makabline matuftur.
تُقْرِضُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi قرض ’dir.
İf’al babı fiile tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
يُضَاعِفْهُ sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Mufâale babındandır. babındadır. Sülâsîsi ضعف ’dir.
Mufâale babı fiile müşareket (ortaklık), bir işi peşpeşe yapmak, teksir (çokluk, bir işi çok yapmak) gibi anlamlar katar.
وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌۙ
وَ istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâli mübteda olup lafzen merfûdur. شَكُورٌ haber olup lafzen merfûdur. حَل۪يمٌ ikinci haber olup lafzen merfûdur.
شَكُورٌ حَل۪يمٌ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ تُقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً يُضَاعِفْهُ لَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْۜ
Nidanın cevabı mesabesindeki cümle, şart üslubunda haberî isnaddır. تُقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً şeklindeki şart cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
قَرْضاً mef’ûlu mutlaktır. حَسَناً kelimesi قَرْضاً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
تُقْرِضُوا - قَرْضاً kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
النفقة harcamayı, القرض ödünç vermek diye ifadelendirmekte ve onu zengin olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'a bağlamakta, Allah'ın hüsnü kabule, rızasına ve onun zayi olmayacağına işaret vardır. Bu, Allah yolunda harcayanın, harcamasının bereketi ile hakettiğinin tümünü alacağına müjdedir. (Rûhu’l Beyân)
فَ karînesi olmadan gelen cevap cümlesi يُضَاعِفْهُ لَكُمْ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَيَغْفِرْ لَكُمْ cümlesi atıf harfi وَ ‘la şartın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كُمْ ‘lerin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
اِنْ تُقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضاً حَسَناً يُضَاعِفْهُ لَكُمْ [Allah'a güzel bir borç verirseniz, O size kat katını verir.] cümlesinde istiâre-i temsîliyye vardır. Yüce Allah, kendi yolunda harcama ve fukaraya sadaka vermeyi, temsil yoluyla, Allah'a, ödenmesi gereken bir borç veren kimseye benzetti. Bu, latîf istiare ve eşsiz güzel ibarelerdendir. (Safvetü’t Tefâsir)
İnfakın “borç” diye zikredilmesi, nazikçe talepte bulunmaktır. ‘’O, bunu size kat kat fazlasıyla geri öder” bire on, yedi yüz veya dilediği kadar, daha fazlasına varıncaya dek size sevap yazar’’ demektir. (Keşşâf)
وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌۙ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiyye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı, hükmün illetini belirtmek ve ikazı artırmak için zamir makamında zahir ismin tekrarlanmasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
حَل۪يمٌ - شَكُورٌ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Haber olan iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Allah’ın حَل۪يمٌ ve شَكُورٌ sıfatlarının tenvinli gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin tasavvur edilemez olduğuna işaret eder.
حَل۪يمٌ ve شَكُورٌ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mesel tarikinde tezyîl olan bu cümle ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Öncesinde konusu geçen meselin vuku bulmasından bağımsız olarak ara vermeden başka bir ifadeye yer verilmesidir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
شَكُورٌ şükrüne karşılık kulunu mükâfatlandırır. Buna göre, şükrün karşılığına da şükür denilmiştir. Yahut da iyi fiillerini ve taatini anmak suretiyle kullarına karşı övgüsü çok anlamında Allah şekûrdür, demektir. Şükür: iyilik yapanı, iyiliklerini anarak övmektir. Bu son mana İmam Kuşeyrî'nin tercih ettiğidir. شَكُور , şükreden anlamındaki الشاكر ‘in mübalağasıdır. (Rûhu’l Beyân, Âşûr)
İmam Gazâlî şöyle demiştir: ‘’ حَل۪يمٌ , asilerin günahını müşahede eden, emre muhalefeti gören ama öfkelenmeyen, hiddet göstermeyen, gücü yettiği halde intikam peşinde koşmayandır." Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: [”Eğer Allah, insanları yaptıklarına karşılık hemen sorguya çekseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı..."] (Fâtır/45) (Rûhu’l Beyân)
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
İsim cümlesidir. عَالِمُ mahzuf mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. الْغَيْبِ muzâfun ileyh olup kesra mecrurdur. الشَّهَادَةِ atıf harfi و ’la makabline matuftur.
الْعَز۪يزُ mahzuf mübtedanın ikinci haberi olup lafzen merfûdur. الرَّح۪يمُ mahzuf mübtedanın üçüncü haberi olup lafzen merfûdur.
الْحَك۪يمُ ve الْعَز۪يزُ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
عَالِمُ الْغَيْبِ , önceki ayetin son cümlesi olan وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌۙ için ikinci, الْعَز۪يزُ ve الْحَك۪يمُ üçüncü ve dördüncü haberdir. وَالشَّهَادَةِ , muzafun ileyh olan الْغَيْبِ ‘ye atfedilmiştir. Cihet-i câmia tezattır. Bu izafetin, takdiri هو olan mahzuf mübteda için haber olması da caizdir.
عَالِمُ - الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ kelimelerinin, ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
الْعَز۪يزُ- الْحَك۪يمُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır.
Haber olan bu iki vasfın aralarında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Allah’ın الْعَز۪يزُ ve الْحَك۪يمُ sıfatlarının marife gelişi bu sıfatların Allah Teâlâ’da varlık derecesinin kemâline işaret eder. Her ikisi de mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Allah Teâlâ görüneni ve görünmeyeni bilir anlamına, herşeyi bilmekle kalmaz iyinin de kötünün de karşılığını verir anlamı kastedildiği için cümlede, lâzım melzûm alakasıyla mecazi mürsel vardır.
الْغَيْبِ - عَالِمُ ile الشَّهَادَةِ - الْغَيْبِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab, الشَّهَادَةِ - عَالِمُ kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ Çünkü gaybın da alimidir, şehadetin de, gizli yapılanları da bilir, açık yapılanları da bilir. Meydana gelenleri de bilir, gelmeyenleri de bilir. O öyle Aziz, öyle Hakîm'dir. Şekûr ve Halîm olmakla beraber Aziz’dir. İsyana karşı zorlama ve cezası şiddetlidir. Dilerse hiç birine mühlet vermez, izzetiyle hepsinin hesabını görüverir, hatır ve hayale gelmeyecek şeyler yapar. Bununla beraber Hakîm'dir. Yaptıklarını öncesini sonrasını birbirine bağlayıp üzerine hikmetler gerektirerek hakkıyla muntazam yapar. Her yaratmasında ve her emrinde hikmet vardır. Onun içindir ki dünyadan sonra bir ahiret söz konusudur. Bütün bu emirler de O'nun hak hikmetiyledir. Bunlarla amel edenler kıyamet günü aldanmazlar. (Elmalılı)
Kur’an surelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhatap artık başka bir şey duymak istemez. Sureler; dua-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaat ve vaîd gibi surede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedî’ İlmi)
Surenin sonunda konuyu en güzel şekilde bağlayarak mükemmel bir sonuç teşkil eden bu ayet, sözün makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlanması olan hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Yeryüzünüm farklı noktalarında bulunan insanlar, aynı saniyelerde farklı düşüncelere dalmıştı.
Biri, kendisine yıllar önce söylenen nasihati hatırladı: “Anlamak istemeyene anlatamazsın. Değişmek istemeyeni değiştiremezsin.” Hafiflediğini hissettiği zaman anladı. Meğer sorumluluğu olmayan ağırlığı yüklenmiş ve gittiği her yere taşımıştı.
Biri, eşleri ve çocukları kendisine düşman olanlar ayetini okudu ve ağladı. Gözyaşlarıyla beraber kalbindeki hayal kırıklığının ve kızgınlığının beslediği nefreti yumuşadı. Anladı ki affetmeme çabası ile sadece kendisini yoruyordu. Dirilen merhamet kırıntılarıyla Allah’a sığındı.
Biri, Kur’an-ı Kerim okurken, yaşadığı musibetlerin ördüğü yalnızlıktan sıyrıldı. Halini bilen Rabbine koştu. Aslında, ne yaşarsa yaşasın, yeryüzünde yalnız olmadığını farketti. Şu anda, kendisi gibi ya da kendisinden daha kötü hissedenleri düşündü ve onları duasına aldı.
Hepsi farklı düşüncelerden gelerek, birbirlerinden habersiz, kalplerine doğan benzer duada buluşup amin dediler.
Rabbim!
İdrak ettiğimiz ve edemediğimiz her şeyi bilensin. Kalplerimizi genişleten ve zihinlerimizi dinlendirensin. Rızan için yapılan her şeyin mükafatını verensin. Yaşadığımız her anda, sıkıntı ve ferahlık anlarının hepsinde, bizi Seni hatırlayanlardan eyle.
Nefsimizi zora sokacak, adımlarımızı şaşırtacak musibetlerden muhafaza buyur. İki cihanda da, sıkıntıların ve hastalıkların ecrini kazanmayı nasip eyle ve onları, katından, ömrümüze kolaylık ve bereket, gönlümüze aydınlık ve bereket getirecek hayırlarla değiştir.
Amin.
Zeynep Poyraz: @zeynokoloji