بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَاَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰىۙ
Ayet atıfla gelmiştir. Enne ile tekid edilen cümle faidei haber talebi kelamdır. Önceki ayetlerde olduğu gibi enne ve masdarı müevvel, ellâ teziru vâziratun... cümlesindeki masdarı müevvele (38.ayete) matuftur. Hu, enne’nin ismi, haleqa haberidir. Enne’nin haberinin mazi fiil oluşu, hükmü takviye ve hudus ifade eder. Ez zevceyni, haleqa fiilinin mefulüdür. Ez zekera, ez zevceyni’den bedeldir. El unsâ, ez zekera’ya matuftur.
El unsâ - ez zekera kelimeleri arasında tıbakı icab sanatı vardır.
Cenâb-ı Hak, önceki ayetteki hususu, fasıl zamiri zikretmek suretiyle te'kîd etmiştir. Nutfeden erkek ve dişinin yaratılmasına gelince, hiç kimse, herhangi bir kişinin bunu yapabileceğini düşünmez. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu hususu fasıl zamiri ile te'kid etmemiştir. (Fahrettin Razi)مِنْ نُطْفَةٍ اِذَا تُمْنٰىۖ
Car mecrur min nutfetin, önceki ayetteki haleqa fiiline muteallıqtır. Fasılla gelen izâ tumnâ cümlesi, şart üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır. İzâ mustakbel manalı, şart anlamı ihtiva eden zaman zarfıdır. Cümleye muzaf olur. Cevap cümlesine muteallıqtır.
Tumnâ cümlesi muzafun ileyh olup, cer mahallindedir.
Ayette icazı hazif vardır. Şartın cevabı öncesinin delaletiyle mahzuftur. Takdiri haleqaz zevceyni (İki eş yarattı) şeklindedir.
وَاَنَّ عَلَيْهِ النَّشْاَةَ الْاُخْرٰىۙ
Vav atıftır. Enne ile tekid edilen ayette icazı hazif ve takdim tehir sanatı vardır. Car mecrur aleyhi, enne’nin mahzuf mukaddem haberine muteallıqtır. En neş’ete, enne’nin muahhar ismidir. El uhrâ, sıfattır. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
Enne ve masdarı müevvel, ellâ teziru vâziratun... cümlesindeki masdarı müevvele (38.ayete) matuftur.
Müsnedin takdimi, isnadın Allah teala’ya olması karinesiyle kasır ifade eder. Yaratanın sadece Allah Teala olduğu kasır üslubuyla tekid edilmiştir. Maksur en neş’ete, maksurun aleyh aleyhi’dir. Kasrı sıfat alel mevsuftur.
Cümle iki tekid unsuruyla faidei haber inkari kelamdır.
وَاَنَّهُ هُوَ اَغْنٰى وَاَقْنٰىۙ
Ayet öncesine vav’la atfedilmiştir. Enne ile tekid edilen cümle faidei haber inkari kelamdır. Enne ve masdarı müevvel, ellâ teziru vâziratun... cümlesindeki masdarı müevvele (38.ayete) matuftur. Hu, enne’nin ismidir. Huve fasıl zamiridir. Fasıl zamiri kasır ifade eder. Müsned, müsnedin ileyhe tahsis edilmiş olur.
Ref mahallindeki ağnâ cümlesi enne’nin haberidir. Enne’nin haberinin mazi fiil oluşu, hükmü takviye ve hudus ifade eder. Bu fiilin huve ile başlayan isim cümlesinin haberi olduğu görüşü de vardır. Bu durumda innenin haberi isim cümlesi şeklinde gelmiştir. Müsnedin isim cümlesi formunda gelmesi, subut ifade eder.
Aqnâ cümlesi, ağnâ’ya matuftur.
Cümle birden fazla tekid unsuruyla pekiştirilmiştir. Yani muhtaç olmaktan kurtaran ve sermaye veren sadece Allah Teâlâ'dır. Bu konuda onun hiçbir ortağı yoktur.
Ağnâ - aqnâ kelimeleri arasında harflerden birinin değişmesiyle cinâs-ı nâkıs vardır.
وَاَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرٰىۙ
Enne ve masdarı müevvel, ellâ teziru vâziratun... cümlesindeki masdarı müevvele (38.ayete) matuftur. Enne ile tekid edilen cümle faidei haber inkari kelamdır. Hu, enne’nin ismidir. Huve fasıl zamiridir. Fasıl zamiri kasır ifade eder. Müsned, müsnedin ileyhe tahsis edilmiş olur.
Rabbuş şi’râ, enne’nin haberidir.
O, yıldızların Rabbi'dir, onları harekete geçirendir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, O, Şi'râ yıldızının Rabbidir buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onlar bunu kabul etmeyip inkâr ettikleri için, araya fasıl zamiri getirerek, ifâdeyi te'kîd etmistir. Şi'ra, aydınlatan yıldız demektir. Yıldızların içinde, biri Yemânî diğeri de Şami olmak üzere, iki parlak yıldız bulunur. Görünen odur ki, bununla, Yemânî yıldızı kastedilmişti.. Çünkü onlar, ona tapıyorlardı. (Fahrettin Razi)وَاَنَّـهُٓ اَهْلَكَ عَاداًۨ الْاُو۫لٰىۙ
Enne ve masdarı müevvel, ellâ teziru vâziratun... cümlesindeki masdarı müevvele (38.ayete) matuftur. Hu, enne’nin ismidir. Ref mahallindeki ehleke cümlesi enne’nin haberidir. Enne’nin haberinin mazi fiil oluşu, hükmü takviye ve hudus ifade eder. Âden, ehleke fiilinin mefulüdür. El ûlâ ise âden için sıfattır. Sıfatlar itnab babındandır.
وَثَمُودَا۬ فَمَٓا اَبْـقٰىۙ
Beqaye بقي :
Bekâ بَقاءٌ kavramı bir şeyin ilk hali üzere kalmasıdır. Bu fenâ فَناءٌ sözcüğünün zıddıdır.
Fiil olarak ilk haliyle sabit kalmak, varlığını sürdürmek ya da dayanmak anlamında بَقِيَ-يَبْقَى şeklinde kullanılır. Mastarı بَقاءٌ olarak gelir.
Bâki الباقَي iki kısma ayrılır: Birincisi: Herhangi bir müddetle kayıtlı olmaksızın bizatihi bâki olan. Bu sıfata hâiz olan sadece Yüce Yaratıcıdır.
İkincisi: Başkasının aracılığıyla, başkasına bağlı olarak bâki kalan. Allah'ın dışındakiler bu sınıfa girer. Bunlar için fânilik vardır.
Allah'ın aracılığıyla bâki olanlarda iki sınıfa ayrılır: Birincisi: Allah'ın kendilerini yok edeceği zamana kadar zatları bâki kalanlar. Örneğin gökteki cisimler gibi.
İkincisi: Zâtı ve cüzü olmaksızın türü ve cinsiyle bâki kalanlar. Örneğin insanlar ve hayvanlar gibi.
Aynı şekilde ahirette de cennetlikler gibi bizzat kendisi bâki kalacak olanlar vardır. Bunların dışında türü ve cinsiyle bâki kalacak olanlar da vardır. Cennet meyveleri gibi. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de pek çok formda 21 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri bekâ, bâki ve bakiyedir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Ayet vav’la öncesine atfedilmiştir. Semûde, önceki ayetteki âden’e matuftur. Fe atıf, mâ nafiyedir. Fe ile ehleke fiiline atfedilen menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır.
Bu, Allah Semûd kavmini de helak etti demektir. Ayetteki mâ ebqâ ifadesi, Âd ve Semûd kelimeleriyle ilgili olup, "Allah onlara merhamet etmedi" demektir. (Fahrettin Razi)وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ اَظْلَمَ وَاَطْغٰىۜ
وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُۜ
Qavme nûhin, semûde’ye matuftur. Min qablu takdir edilmiş ehleke (Helak etti) fiiline muteallıqtır. Cümlede icazı hazif vardır. Qablu muzaftır. Takdiri âdin ve semûde olan muzafun ileyh mahzuftur. Kelimenin sonundaki ötre mahzuf muzafun ileyhe işarettir.
Azab edilen kavimlerin sayılması taksim sanatıdır.
اِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ اَظْلَمَ وَاَطْغٰىۜ
Fasılla gelen cümlede hum, inne’nin ismi olup mahallen mansubtur. İnne’nin haberi kâne’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Huve fasıl zamiridir. Fasıl zamiri kasır ifade eder. Müsned, müsnedin ileyhe tahsis edilmiş olur.
Azleme, kâne’nin haberidir. Kâne’nin haberinin mazi fiil oluşu, hükmü takviye, hudus ifade eder.
Bu fiilin huve ile başlayan isim cümlesinin haberi olmasına da cevaz vardır. Bu durumda kâne’nin haberi isim cümlesi şeklinde gelmiş olur. Müsnedin isim cümlesi formunda gelmesi, subut ifade eder.
Ve etğâ, azleme cümlesine matuftur.
Buradaki zamir daha önce sözü edilen Âd, Semud ve Nûh kavimlerine aittir. Yani bunlar Arap müşriklerinden daha ileri derecede kâfir ve daha azgın idiler. Bu durumda bu ifade Peygamberimize (sav) teselli anlamını taşımaktadır. Sanki ona şöyle buyurulmuş gibidir: O halde sen de sabret, çünkü güzel akıbet senin olacaktır. (Kurtubi)
وَالْمُؤْتَفِكَةَ اَهْوٰىۙ
Vav atıftr. Ayette takdim tehir sanatı vardır. El mu’tefikete, ehvâ fiilinin mukaddem mefulüdür. Meful amiline önemine binaen veya fasılaya riayet için takdim edilmiştir.
El mu’tefikete, yani ahalisiyle birlilkte altüst edilmiş, yani ters çevrilmiş şehirleri... Bunlar Lût’un kavmidir. Bu kelime, efikehû fe’tefeke (altını üstüne getirdi o da alt üst oldu) şeklinde kullanılır; ve’l-mu’tefikâti şeklinde de okunmuştur. (“Aşağıya indirdiği” anlamındaki) ehvâ, kaldırıp yere çarptı” demektir. Bunları Cebrâil, kanadıyla göğe doğru yükseltip, sonra da yere fırlatmıştır. (Keşşaf)فَغَشّٰيهَا مَا غَشّٰىۚ
Fe atıftır. Cümle müsbet fiil cümlesi, fidei haber ibtidai kelamdır. Müşterek ismi mevsul ğaşşâ fiilinin ikinci mefulüdür. Sılası ğaşşâ cümlesidir.
Müsnedün ileyh işin ne kadar korkunç ve dehşetli olduğunu ifâde etmek için ismi mevsulle gelmiş ve ğaşşâ fiili tekrar edilmiştir.
Ğaşşâ fiilinin tekrarında itnab, cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Burada kaplayan şeyin ne olduğu söylenmemiş, onun yerine mübhem bir ifade olan ismi mevsul gelerek korku arttırılmıştır.
O kaplayanın!.. Bu, onların tepelerine indirdiği azabın ve üzerlerine yağdırdığı sıra sıra taşların dehşet ve azametinin ifadesidir. (Keşşaf)فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكَ تَتَمَارٰى
Bunca nimet, hatırlatma ve uyarıya rağmen Allah’ın birliğini ve âhiret hayatının varlığını tartışma konusu yapma küstahlığını gösteren, Kur’an’ın verdiği bilgi ve çağrılar karşısında akıl ve iz‘anı harekete geçirmek yerine gaflet içinde oyalanmaktan haz alanlar eleştirilmektedir. Buna rağmen 62. âyette kısa ve etkileyici bir ifadeyle herkes Allah’a kulluk etmeye ve O’na olan saygısını belli etmeye çağırılmakta, böylece sûre asıl mesajın tekrar edilmesiyle bitirilmektedir.
56. âyeti “Bu, önceki uyarılar gibi bir uyarıdır” şeklinde de çevirmek mümkündür. Burada Hz. Muhammed’in, Kur’an-ı Kerîm’in, önceki toplumlar hakkında verilen haberlerin veya müteakip âyette yer alan kıyamet uyarısının kastedildiği yönünde yorumlar yapılmıştır. 57. âyette kıyametin her an biraz daha yaklaştığı uyarısı yapıldıktan sonra 58. âyette onu Allah’tan başka açığa çıkaracak veya onun zamanını ve nasıl olacağını bilecek yahut onu engelleyebilecek kimse bulunmadığı bildirilmektedir (Şevkânî, V, 136; Elmalılı, VII, 4615). Âlimlerin çoğunluğuna göre son âyette secde etmek gerekir.
Fe, mukadder şartın cevabına gelen rabıtadır. Şart cümlesinin hazfi icazı hazif sanatıdır. Bi harfi zarfiyye manasındadır. Eyyi istifham harfidir. Car mecrur tetemârâ fiiline muteallıqtır. Cümle istifham üslubunda talebi inşai isnadtır.
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen azarlama ve taaccüb manaları taşıdığı için mecazı mürsel mürekkeptir.
Âlâî rabbike izafeti veciz anlatımla çok mana ifade etme amacına matuftur. Rab ismine muzafun ileyh olmakla ke zamiri ve muzaf olmakla da âlâi kelimesi şeref kazanmıştır.
Ayette mütekellimin Allah Teala olması sebebiyle Rab isminde tecrit sanatı vardır.
O hâlde Rabbinin edimlerinden hangisi hakkında tartışıyor; şüphe ediyorsun!? Hitap Peygamber’e (s.a.) veya genel olarak insanadır. Allah Teâlâ yukarıda bazı nimet ve azapları saydı ve hepsini birden âlâ’ (ni‘met) diye adlandırdı; çünkü bunların azabında da ibret alanlar için dersler ve öğütler vardır. (Beydavi)
هٰذَا نَذ۪يرٌ مِنَ النُّذُرِ الْاُو۫لٰى
İsti’naf cümlesi olarak fasılla gelen ayet mübteda ve haberden oluşmuştur. Faidei haber ibtidai kelamdır. Hâzâ mübteda, nezîrun haberdir. Minen nuzuri, nezîrun’un mahzuf sıfatına muteallıqtır.
Ûlâ, nuzuri, için sıfattır. Sıfatlar itnab babındandır.
Ayetteki min harf-i ceri, gerçek "teb'iziyye" manasındadır ki bu, "Anlattığımız bu şeyler, olup bitenlerin bazısıdır" demektir. Yahut da bu harf-i cer, "ibtida-i gaye" için olur. Şu halde mana, "Bu, Önceki inzarcılardan olan bir inzarcıdır" şeklinde olur. (Fahrettin Razi)
Müsnedün ileyhin işaret ismi ile marife olması işaret edileni en güzel şekilde temyîz etmek içindir. Böylece muhâtabın zihninde müsnedün ileyh daha iyi yerleşir. Muhâtab târif edilen şeyi daha iyi tasavvur eder, daha iyi tanır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Meani İlmi)
Şanı yüce Allah'ın: Yoksa ona Mûsa'nın ve... İbrahim'in sahifelerinde olan (şu hükümler) haber verilmedi mi? (en-Necm, 53/36-37) âyetinden itibaren, işte bu da önceki uyarıp korkutanlardan bir uyarıp korkutandır âyetine kadar olan bütün bu hususlar İbrahim ile Mûsa'nın sahifelerinde olan şeylerdir. (Kurtubi)
Bu Kur’ân da ilk uyarılar gibi bir uyarı işte. Yani Allah’ın, sizden öncekileri uyardığı eski uyarılar gibi bir uyarıdır. Veya bu peygamber önceki uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır. [İkinci ihtimalde] peygamberlerin cemaat oluşu esas alınarak kelime ûlâ şeklinde müennes kullanılmıştır. (Keşşaf)اَزِفَتِ الْاٰزِفَةُۚ
İsti’naf cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Fiil ve failinden müteşekkil ayet, müsbet fiil cümlesidir, faidei haber ibtidai kelamdır.
Ayetteki Yaklaşan yaklaştı ifadesinin "Hergün biraz daha yaklaşan, o kıyamet yaklaştı. O halde o, yakında olacak. Çünkü alabildiğine yaklaştı" demektir. Bunun, "meydana gelmesi yaklaştı" manasındaki Olacak oldu (Vakıa, 1) ayeti manasında olması da muhtemeldir. Ayetteki yaklaştı fiilinin faili, gerçekte kıyamet yahut o saattir. Buna göre adeta Cenâb-ı Hakk, "yaklaşan kıyamet, o saat yaklaştı..." demiş olur.
Ezifet (yaklaştı) - el âzifetu (yaklaşan) kelimeleri arasında cinas-i iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللّٰهِ كَاشِفَةٌ
Beyani isti’naf veya hal cümlesi olarak fasılla gelen cümle menfi sigada faidei haber talebi kelamdır.
Leyse isim cümlesine dahil olarak ismini ref haberini nasb eden nakıs fiildir. Cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Car mecrur lehâ, leyse’nin mahzuf mukaddem haberine muteallıqtır. Car mecrur min dûni, kâşifetun’a muteallıqtır. Amiline takdim edilmiştir. Bu takdim tahsis ifade eder.
Kâşifetun, leyse’nin muahhar ismidir.
Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Muzafun ileyh olan lafzı celalde tecrit sanatı vardır. Dunillahi izafeti muzaf ve muzafun ileyhin gayrını, tahkir içindir.
Kıyâmete örten anlamında Ğaşiye de denilmiştir. O bir ğaşiye (örten) olduğuna göre onun geri çevrilmesi ise keşf (açmak) olur. Bu açıklamaya göre kaşife hazfedilmiş müennes bir lâfzın sıfatı olmaktadır. Bu da kaşife bir nefis, kaşife bir kesim yahut kaşife bir hal (yoktur) anlamında olur, açığa çıkaran manasındaki kaşife’nin, kaşif (keşfeden, açan, açığa çıkaran) anlamında olduğu sonundaki he’nin (yuvarlak te'nin) de mübalağa için olduğu da söylenmiştir. (Kurtubiاَفَمِنْ هٰذَا الْحَد۪يثِ تَعْجَبُونَۙ
Hemze istifham, fe isti’nafiyedir. İstifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Car mecrur min hâzâl hadîsi, ta’cebûne fiiline muteallıqtır. Ayette takdim tehir vardır. Car mecrur, önemi nedeniyle, amilinin önüne geçmiştir. El hadîsi, muşarun ileyhtir. El hadîsi’nin işaret ismiyle gelmesi, en güzel şekilde temyîz etmek içindir. Böylece muhâtabın zihninde işaret edilen daha iyi yerleşir. Muhâtab târif edilen şeyi daha iyi tasavvur eder, daha iyi tanır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Meani İlmi)
İstifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen hemze inkar ve tevbih manası taşıdığı için cümle mecazı mürsel mürekkeptir.
Ayetteki el hadîsi ifadesi ile, Kur'ân kastedildiği söylenmiştir. Buradaki bu ism-i işaretinin, âzife’ye (yaklaşan kıyamete) işaret olması da muhtemeldir. (Kurtubi)
وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَۙ
Hal konumundaki cümle önceki ayete atfedilmiştir. Müsbet ve menfi iki cümleden oluşan ayette cümleler lazımı faidei haber, ibtidai kelamdır.
Tebkûne fiilinin aslı tebkiyûne’dir. Vav’dan önceki ye harfi hafiflik için hazfedilmiştir.
Tadhakûne (gülüyorsunuz) - tebkûne ( ağlıyorsunuz) kelimeleri arasında tıbak-ı icâb sanatı vardır.وَاَنْتُمْ سَامِدُونَ
Semede سمد :
سامِدٌ başını kaldırıp eğlenen şaşkın anlamına gelir. Bu kelime devenin yürürken başını kaldırması anlamındaki سَمَدَ الْبَعِيرُ في سَيْرِهِ sözünden alınmıştır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de yalnızca bu ayette geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekli simittir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Siz oyuna düşkün gâfiller eğlenenler yahut kibirliler demektir. Bu da semedel baîrü deyiminden gelir ki, deve yürürken başını kaldırmaktır. Ya da şarkı söyleyenler demektir, insanları onu dinlemekten alıkoymak için. Bu da semud kökünden gelir ki, şarkı söylemektir. (Beydavi)
Ayetteki, sâmidûn kelimesi, "gafiller" manasınadır. Bu kelime ism-i fail sigasıyla getirildi. Çünkü gaflet, devamlı olan bir şeydir. Ama gülmek ve şaşmak, olup olup kaybolan bir şeydir. (Fahrettin Razi)فَاسْجُدُوا لِلّٰهِ وَاعْبُدُوا ۩
Fe rabıtadır. Mukadder bir şart cümlesinin cevabının başına gelmiş rabıtadır. Şart cümlesinin hazfi icazı hazif sanatıdır. Takdiri; in eradtumul halâse minel azâbi (Azabımdan kurtulmak istiyorsanız) şeklindedir. Cevap cümlesi emir üslubunda talebi inşai isnadtır. Car mecrur lillâhi, uscudû fiiline muteallıqtır. Va’budû, cevap cümlesine matuftur.
A’budu emrinin, uscudû fiiline atfedilmesi hususun umuma atfı babında itnab sanatıdır.
Ayette mütekellimin Allah Teala olması sebebiyle lafzı celalde tecrit sanatı vardır.
Ayetteki emir, herkesi içine alan genel bir emirdir. Bunun "iltifat" üslubundan kaynaklanmış olması da muhtemeldir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Ey mû'minler siz de, Allah'ın size hidayetine şükür için secde edin ve O'na İbadetle meşgul olun" demek istemiştir. Hak teâlâ, ya bilindiği için, yahut da gerçekte ibadet ancak Allah için olacağından, "Allah'a ibadet edin" şeklinde değil de, "İbadet edin" buyurmuştur. Bu, "Emrolunduğunuzu yapın, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü bu gerçek ibadet (kulluk) değil" demektir. İşte bu mana, ayet okunduğu zaman secde etmeye, buradaki emri umûmî manaya almanın halinden daha ileri ve daha mükemmel bir münasebet arzeder. (Fahrettin Razi)
Kur’ân sûrelerinin her biri, son derece güzel bir şekilde sona ererek hüsnül inteha sanatının örneklerini teşkil etmektedir. Muhâtab surenin sonunda, artık başka bir şey duymak istemez. Sûreler; duâ-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedi İlmi)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre ayın yarıldığını belirten cümle Mekkeliler’in kendisinden bir mûcize istemeleri üzerine Hz. Peygamber’in eliyle işaret edip ayı ikiye bölmesini ve sonra tekrar işaret edip birleştirmesini ifade etmektedir. Bu mûcize İslâmî literatürde inşikaku’l-kamer veya şakku’l-kamer (ayın yarılması) diye meşhur olmuştur. Bu âyetin yorumunda âlimler arasında geniş tartışmalar cereyan etmiş, hatta bu konuda özel risâleler yazılmıştır. Ayın yarılmasıyla ilgili ifadenin Resûlullah döneminde gerçekleşmiş bir olayı anlattığını savunanlar, âyetteki fiilin geçmiş zaman kalıbında olmasını (bunun fiilen vuku bulmuş bir durumu gösterdiğini) ve bu olayı açık biçimde tasvir eden rivayetler bulunmasını delil gösterirler; ayrıca 2. âyetteki açıklamanın da bu anlayışı desteklediğini belirtirler. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğunca bu görüş benimsenmiştir (rivayetler için bk. Buhârî, “Menâkıb”, 27; “Tefsîr”, 54/1; “Menâkıbü’l-ensâr”, 36; Müslim, “Sıfâtü’l-münâfik^n”, 43-48; Tirmizî, “Tefsîr”, 54/1-5; Müsned, IV, 82; Taberî, XXVII, 84-86).
Bu ifadenin kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacak kozmik bir değişikliği haber verdiğini savunanlar ise özetle şu delilleri ileri sürerler: a) Geçmiş zaman kalıbındaki bu fiille gelecek zamanın kastedilmesi mümkündür. Nitekim birçok âyette bunun örnekleri mevcuttur; özellikle gelecekteki bir olayın mutlaka gerçekleşeceğini ifade etmek üzere gelecek zaman yerine geçmiş zaman fiilinin kullanımı yaygındır. Tâbiîn âlimlerinden Hasan-ı Basrî ve Atâ b. Ebû Rebâh’ın da âyeti bu şekilde yorumladıkları rivayet edilmiştir. b) Ayın ikiye ayrıldığına ilişkin rivayetlerde haberi aktaran bazı sahâbîlerin olayın vukuu sırasında küçük yaşta bulunmaları, bazı rivayetlerin güvenilirlik durumunun tartışılması, ayrıca konuyla ilgili hiçbir rivayetin mütevâtir haber derecesine ulaşmaması bu olayın geçmişte vuku bulduğu iddiasının kesin bir kanıta dayanmadığını gösterir. c) Enes b. Mâlik yoluyla gelen rivayetlerde “ayın iki parçaya ayrıldığı” değil, müşriklerin bir mûcize göstermesini istemeleri üzerine Hz. Peygamber’in de, “ayın iki parçaya ayrıldığını gösterdiği” ifade edilmektedir. d) Böyle bir olay herkesin dikkatini çekmesi gerekirken böyle olmamış, dünyanın başka yerlerinde görüldüğü kaydedilmemiş, tarih ve astronomi literatürüne intikal etmemiştir. e) Kur’an-ı Kerîm’de, daha önceki peygamberlerin toplumlarından örnekler verilip kendilerine gösterilen hissî mûcizeleri inkâr edenlerin helâk edildiklerine dikkat çekilmiş ve müşriklerce Hz. Muhammed’den istenen mûcize taleplerinin bu sebeple yerine getirilmediği belirtilmiştir (İsrâ 17/59, 90-93). Bazı âyetlerde de Mekke müşriklerinin inkârcılıktaki ısrarları tasvir edilirken peygamber kendilerine harikulâde şeyler gösterse de yine inanmayacakları ifade edilmiştir (En‘âm 6/111; Ra‘d 13/31; Müddessir 74/52-54).
“Ay yarıldı” ifadesinin, “Kıyamete yakın bir zamanda yarılacak” şeklinde yorumlanması karşı görüş sahiplerince eleştirilmiş ve yukarıda belirtilen gerekçeler özetle şöyle çürütülmeye çalışılmıştır: Kur’an’ın haber verdiği bir husus en güçlü delille sâbit olmuş demektir, dolayısıyla başka bir mütevâtir haber aramaya ihtiyaç yoktur. Hz. Peygamber’le müşrikler arasında meydan okuma konusu olan şey Kur’an’ın bir benzerini getirip getirememeleridir. Onlar bunda başarılı olamamışlardır ve Kur’an kıyamete kadar başka mûcizeye tutunmaya gerek bırakmayacak bir mûcize olarak durmaktadır. Bu olay bir meydan okuma konusu olmadığı için âlimler onu tevâtür düzeyine çıkacak biçimde nakletmemişlerdir. Öte yandan, bu mûcize önceden bütün insanlığa duyurulmuş olmayıp o esnada görenler görmüş ve Resûlullah’ın çevresinde bulunanlar buna tanıklık etmişlerdir. Şu halde bu olayın tarih ve astronomi kitaplarına geçmeyişi, ufukların bölgeden bölgeye farklı olması, bazı yerlerde ayın bulutlarla kaplı bulunması, gece vakti çoğu insanların meskenlerinde bulunmaları ve herkesin gözlemle meşgul olmaması, genelde insanların bunu ay tutulması olarak düşünmeleri yahut o devirde yaygın telakkilerin etkisiyle bunu büyücü, cin veya şeytanlara atfetmeleri gibi sebeplerle açıklanabilir. Bu olayın gelecekte vuku bulacağı şeklinde yorum yapmak uzak ihtimale dayalı bir te’vil olup herkesin kabul etmesini sağlama uğruna böyle bir yola girmeye gerek yoktur. Esasen bunu kabul etmeyecek olan rasyonalist ve pozitivist kişi, olayın geçmişte meydana geldiğini reddettiği gibi ileride meydana geleceğini de reddeder; kabul eden için ise te’vile ihtiyaç yoktur. Müşriklerin mûcize taleplerinin reddiyle ilgili âyetler onların inkârcılıktaki taassuplarını tasvir etmektedir. Buhârî’nin naklettiği rivayette açıklandığı üzere Kur’an’da geçen beş olay bu dünyada gerçekleşmiştir (bilgi için bk. Râzî, XXIX, 28; İsmail Fennî, s. 336-337; Elmalılı, VII, 4623-4624, 4636-4637; İlyas Çelebi, İtikadî Açıdan Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, s.152-181; a.mlf., “İnşikāku’l-kamer”, DİA, XXII, 343-345; beş olay için bk. Duhân 44/10-16).
“Ay yarıldı” diye tercüme edilen cümleye, “Ayın yarılması, ay doğduğu sırada karanlığın yarılması anlamına gelir, çünkü Araplar bir konunun açıklık kazanması durumunda kamer (ay) kelimesine dayalı deyimler kullanırlar; şu halde burada da artık durumun açıklık kazandığı anlatılmaktadır” tarzında mecazi anlamlar verenler olmuşsa da müfessir Ebû Hayyân gibi âlimler bunları mesnetsiz bulup eleştirmişlerdir (Elmalılı, VII, 4625-4626).
Son dönem müelliflerinden Ömer Rıza Doğrul’a göre konuya ilişkin rivayetler sağlamdır ve Hz. Peygamber devrinde bu olayın meydana geldiğine itiraz edilmemelidir, mahiyetini de bir çeşit ay tutulması olarak düşünmek mümkündür; fakat bu tabii olayın asıl mahiyeti ne olursa olsun onun ifade ettiği şu mâna çok derindi: Kamer Arap müşriklerinin timsali sayılırdı. Resûl-i Ekrem’in bu semavî hadiseye işaret eden ve kamerin bölündüğünü gösteren parmakları Arap şirk cephesinin yarıldığını ve yokluğa mahkûm olduğunu gösteriyordu (Tanrı Buyruğu, s. 595). Muhammed Esed’e göre de konuya ilişkin rivayetlerin sübjektif gerçekliğinden kuşkulanmak için bir sebep yoktur; gerçekte meydana gelen şeyin ise, alışılmamış optik bir yanılsamaya yol açan, yine aynı ölçüde alışılmamış bir tür kısmî ay tutulması olması muhtemeldir. Fakat olayın mahiyeti ne olursa olsun âyetin ona değil, gelecekteki bir olaya, yani “son saat” (kıyamet) yaklaşırken meydana geleceklere ilişkin olduğu kesin gibidir. Şu var ki yazarın “Râgıb, ‘inşakka’l-kamer’ (ay yarıldı) ifadesinin, kıyamet gününden önce vuku bulacak kozmik felâketi –dünyanın sonu olarak bildiğimiz vâkıayı– gösterdiği şeklinde yorumlanmasını haklı görmüştür” (III, 1087) ifadesi gerçeğe uymamaktadır. Zira Râgıb el-İsfahânî belirtilen yerde, bu görüşü bir değerlendirme yapmaksızın, “Şöyle de denmiştir ...” ifadesiyle nakletmektedir (el-Müfredât, “şkk” maddesi).
Elmalılı âyetin, ayın hem Resûlullah döneminde yarıldığına hem de kıyamet yaklaştığında büsbütün yarılıp kıyametin kopacağına delâlet ettiğini savunur. Onun izahına göre ilk dönem âlimlerinden Hasan-ı Basrî ve Atâ b. Ebû Rebâh’a atfedilen ayın kıyamet vaktinde yarılacağı yorumu yanlış anlaşılmış, onların geçmişte böyle bir olayın meydana geldiğini inkâr ettikleri var sayılmıştır. Halbuki onların verdiği mâna –zannedildiği gibi– “yarıldı” fiilinin geniş zaman olarak düşünülmesi tarzında mecaz yoluyla te’vil değil, geçmiş zamandaki yarılmanın gelecekteki yarılmaya bir delâleti ve aynı zamanda “Vakit yaklaştı” cümlesinin bir mazmunudur. Bu şöyle demek oluyor: Ayın yarılması vuku bulmuş bir olaydır; geçmişte meydana gelen bu yarılma, ayın ve onun gibi gök cisimlerinin dahi yarılıp parçalanabileceğini, bu suretle âlemdeki her şey hakkında peygamberin haber verdiği kıyametin akla yakın olduğunu göstermiştir. Bu sebeple müşriklere Hz. Peygamber’in zaferinin de uzak değil yaklaşmakta olduğu ihtar edilmiş olmaktadır (VII, 4627-4628; İbn Âşûr da bu mûcizeyle, yeryüzünün düzenini yakından ilgilendiren bir gök cismi olan ayın düzenindeki bozulmaya bir örnek gösterilip bu âlemin de sonlu olduğu üzerinde düşünme imkânı verildiği yorumunu yapar, XXVII, 168-169). Elmalılı, İsmail Fenni Ertuğrul’dan naklettiği ve takdirle karşıladığı şu ifadelerle kendi kanaatini de özetlemiş olmaktadır: Âlimlerin ve müfessirlerin büyük çoğunluğu, ashâb-ı kirâmın rivayetlerine ve 2. âyetin açık delâletine de dayanarak Resûlullah döneminde bir mûcize olarak ayın yarılması olayının meydana geldiğini kabul etmişlerdir. Biz artık bunun gerçekten vuku bulmuş olduğunu kabul ve tasdik hususunda asla tereddüt etmeyiz ve “Bunun nasıl meydana geldiğini ancak Allah ve resulü bilir” deriz (VII, 5636; son dönem müfessirlerinden Şevkânî’nin değerlendirmesi de bu yöndedir, bk. V, 138-139).
Bu konuda kapsamlı ve özlü bir inceleme gerçekleştirmiş olan İlyas Çelebi, Gazzâlî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Şah Veliyyullah ed-Dehlevî gibi sûfîlerin, ayın gerçekten yarılmış olmayıp bakanların gözüne yarılmış gibi göründüğü kanaatinde olduklarını kaydetmekte, “Görüldüğü üzere mutasavvife inşikak-ı kamer mûcizesini akla yaklaştırmak ve kabulünü kolaylaştırmak için farklı bir yoruma başvurmuştur. Kanaatimizce bunun yerine Hasan-ı Basrî ve Atâ b. Ebû Rebâh’a nisbet edilen, onun kıyamete yakın yarılacağı görüşünü savunsalardı, hem kabulünü daha kolaylaştırmış hem de Elmalılı’nın dile getirdiği itirazlara muhatap olmamış olurlardı” diyerek bu yaklaşımı eleştirmektedir (a.g.e., s. 165, 176-177; a.g.m., XXII, 344). Fakat yazarın son asırda kaleme alınmış iki esere dayanarak Gazzâlî ve Şah Veliyyullah ed-Dehlevî’ye nisbet ettiği bu görüşün onların kendi ifadeleriyle bağdaşmadığı görülmektedir. Şöyle ki, yazarın kendisinin de belirttiği üzere Gazzâlî hem İhyâu ulûmi’d-dîn hem el-Mustasfâ isimli eserlerinde “inşikak-ı kameri Hz. Peygamber devrinde meydana gelmiş bir mûcize olarak” takdim etmektedir. Hatta böyle bir olayın niçin sınırlı sayıdaki rivayetlerde yer aldığını izah ederken, bu durumun normal karşılanması gerektiğini ispat için birçok aklî delile yer vermektedir (bk. el-Mustasfâ, I, 142-143). Şah Veliyyullah’ın bu konudaki bir ifadesi ise şöyledir: “Ayın yarılmasına gelince, bize göre bu bir mûcize olmayıp Allah Teâlâ’nın Kamer sûresinin ilk âyetinde buyurduğu üzere kıyamet alâmetlerindendir; fakat bu, Hz. Peygamber’in meydana gelmeden önce onun olacağını haber vermiş olması açısından bir mûcizedir” (et-Tefhîmâtü’l-ilâhiyye, s.65); Kāsımî’nin aynı sayfanın 4 nolu dipnotunda, müellifin Te’vîlü’l-ehâdîs isimli eserinden kısmen aktardığı bir ifadesi de Elmalılı’nın yukarıdaki izahına paralel görünmektedir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin görüşüyle ilgili bazı izahlar için bk. Elmalılı, VII, 4632-4636; İsmail Fenni, a.g.e., s. 334-336; İlyas Çelebi, a.g.e., s. 176-177).
Kanaatimize göre İlyas Çelebi’nin şu ifadesi konuya ışık tutacak bir unsur içermektedir: “Görüldüğü üzere kelâmcılar bir mûcize olması dolayısı ile inşikak-ı kamerin mümkün olup olmadığını tartışmadan kabul etmekle beraber bunun vâki olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluğun kanaati onun vâki olduğu yönündedir” (a.g.e., s.175). Burada söz konusu edilen bir “mûcize” olduğuna göre bunun aklî bir izaha ihtiyacı yoktur; zaten İslâm âlimleri de mümkün olup olmadığını tartışmamışlardır. Vukuu meselesine gelince, mûcizenin bilgi kaynağı Kur’an ise, ona bizzat şahit olmayanların meydana gelmiş olduğunu kabul etmeleri için başka delillerle ispat edilmesi gerekmez. Nitekim bir mümin, Sâlih peygambere mûcizevî özellikler taşıyan bir deve verilip kavminin bununla sınandığı veya Mûsâ peygamberin eline, koynundan çıkarıp gösterdiğinde bakanları şaşırtan mûcizevî bir parlaklık özelliği verildiği konularında, bunların gerçekten olup olmadığını araştırma ihtiyacı duymaz. Ancak inşikak-ı kamer konusundaki âyetin ifadesi diğer örneklerdekine nazaran ihtimalli gibi durduğu ve konuya ilişkin haberlerin mütevâtirliği tartışmalı olduğu için bunun yalnızca bir ihtimalini, kesin bir iman konusu olarak ele almamak gerekir. Esasen konuya ilişkin haberler üzerinde tartışma açılmasının sebebi de –hâşâ– Kur’an-ı Kerîm’e, onun mütevâtirliğine itimatsızlık değil, anlatımın farklı yorumlamaya açık durmasıdır.
İbtidaiyye olan ayet müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Essâatu, iqterabe fiilinin failidir. İnşeqqa cümlesi makabline matuftur.
İqterabe fiili iftial babındadır. Bu bab, mutavaat (dönüşlülük), edinmek, birşeyi kendisi için yapmak, müşareket (ortaklık), göstermek, ortaya çıkarmak manalarını katar.
وَاِنْ يَرَوْا اٰيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ
Bizzat Hz. Peygamber’le muhatap olmalarına ve kendilerine ikna edici pek çok kanıt gösterilmesine rağmen inkârcılıkta direnen Mekke müşriklerinin gösterdiği bağnazlığı tasvir eden bu âyetlerden çıkan mesaj şu olmaktadır: Peygamberin veya dini tebliğ edenlerin, kişisel arzularına tutsak olduğu ve akıl nimetini değerlendiremediği için bunca kanıt ve uyarıya aldırış etmeyen insanları doğru yola zorla sokmak gibi bir yükümlülükleri yoktur; ama duyuru ve öğüt verme çabasını da sürdürmek gerekir. İşte bu sûrede, inkârcılıkta darbımesel olacak kadar ileri gitmiş bazı toplumlardan örnekler verilip bu uyarılara devam edilecektir.
Sözlükte “delil, kanıt, işaret” gibi mânalara gelen 2. âyet metninde geçen âyet kelimesi Kur’an’da “mûcize” anlamında da kullanılmaktadır. Önceki âyetin tefsirinde geçtiği üzere, orada ayın yarılması mûcizesinden bahsedildiği kanaatini taşıyanlar bu kelimeyi daha çok mûcize mânasıyla açıklamışlardır. “Sihir”i niteleyen ve “öteden beri bilinen” diye çevirdiğimiz müstemir kelimesi “gelip geçici; güçlü, kalıcı ve devamlı” mânalarına da gelir (Zemahşerî, IV, 44; Şevkânî, V, 139-140).
3. âyetin “oysa her iş yerli yerindedir” şeklinde çevrilen kısmı daha çok şu mânalarla açıklanmıştır: Evrenin yaratılışı ve hayat olayı anlamsız olmayıp bütün varlık ve olayların bir hedefi, bir gayesi vardır. Her şey Allah’ın ilminde bir takdire bağlanmış olup kararlaşmış bir sonuca doğru gitmektedir; her şeyin bir dünyada görünen bir de âhirette ortaya çıkacak gerçek yüzü vardır. Böylece Hz. Peygamber’in görevinin yüceliği ve inkârcıların kişisel arzularına bağlanıp kalmalarının süflîliği, vakti gelince belli olacaktır. Resûlullah’ın yaptığı tebliğ işi, sandıkları gibi gelip geçici bir şey değildir (Zemahşerî, IV, 44; Râzî, XXIX, 31). Ayrıca mûcizeler sihir değil vuku bulmuş gerçek olaylardır.
5. âyetin “Eksiksiz bir hikmet!” diye çevrilen kısmında hikmet kelimesi, bu bağlamda hikmet içeren söz yani Kur’an olarak açıklanmıştır. Gramer açısından bu ifadeyi önceki âyete bağlayıp, “Eksiksiz bir hikmet olan uyarı ve haberlerle Kur’an geldi” şeklinde veya ayrı bir cümle olarak düşünüp, “Kur’an eşsiz bir hikmettir, onda hiçbir eksiklik ve kusur bulunmaz” tarzında anlamak da mümkündür (Taberî, XXVII, 89; Şevkânî, V, 140. Hikmet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/269; Nahl 16/125).
Yaygın yoruma göre 6. âyette geçen ve “çağrıcı” diye çevrilen dâî kelimesiyle İsrâfil (a.s.) kastedilmiştir. Bazı müfessirlere göre çağıran Cebrâil veya bu iş için görevlendirilmiş başka bir melek de olabilir. Burada doğrudan doğruya Cenâb-ı Allah’ın mahşerde toplanma buyruğuna işaret edildiği, dolayısıyla bu kelimeyle kendi zâtının kastedilmiş olabileceği yorumu da yapılmıştır (Râzî, XXIX, 33; Elmalılı, VII, 4641). Bu âyetin “görülmedik bilinmedik bir şey” diye çevrilen kısmıyla mahşer gününün kastedildiği açıktır; bu nitelemeyle o günün bu dünyadaki algılamalara göre tasavvur edilemeyeceğine veya ürküntü ve dehşet veren manzaralarla dolu olacağına işaret edilmiş olmalıdır. Âyetteki nükür kelimesiyle ilgili bir yoruma göre ise bu kısım “dünyadayken inkâr ettikleri gün” anlamı taşımaktadır (Zemahşerî, IV, 44; Râzî, XXIX, 33).
Atıf harfi vav ile ibtidaiyye cümlesine atfedilmiştir. Ayet şart üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır. İn iki muzari fiili cezmeden şart harfi, yerav şart fiilidir. Âyeten, yerav fiilinin mefuludur.
Âyeten’deki tenvin tazim ve teşrif ifade eder.
Şartın cevabı yu’ridû cümlesidir. Yeqûlû cümlesi öncesine matuftur. Mequlul qavl cümlesi nasb mahallindedir. Sihrun, mahzuf mübtedanın haberidir. Takdiri huve’dır. Cümlede icaz-ı hazif vardır.
Mustemirrun, sihrun’un sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
Burada da kâfirlerin yüzçevirmelerinin, âyetleri görmezlikten gelmelerinin şiddetine târiz vardır. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meâni İlmi)
Ayet kelimesi, tazîm ifade etsin diye, nekre getirilmiş olup, bu, "Onlar, eğer ulu ve büyük bir ayet görürlerse, yüz çevirirler.." takdirindedir. (Fahrettin Razi)وَكَذَّبُوا وَاتَّبَعُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ وَكُلُّ اَمْرٍ مُسْتَقِرٌّ
وَكَذَّبُوا وَاتَّبَعُٓوا اَهْوَٓاءَهُمْ
Atıf harfi vav ile yu’radû cümlesine atfedilmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. İttebeû ehvâehum cümlesi yu’radû’ya matuftur. İttebeû fiili iftiâl babındandır. Sülasisi tebia’dır. İftiâl bâbı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
Bu cümle, şeytanın onlara süslediği ve meydana çıkan hakkı reddetmelerini ifade eder. Kezzebu ve vettebeu lâfızlarının mâzi sıygasıyla gelmesi, bu iki şeyin onların eski âdetlerinden olduğunu göstermek içindir. (Beydavi)
وَكُلُّ اَمْرٍ مُسْتَقِرٌّ
Vav isti’nafiyyedir. Mübteda ve haberden oluşan cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Küllü emrin, mübtedadır. Musteqırrun haberdir.
Müsnedin ileyhin izafetle gelmesi tazim ifade eder.
Musteqırrun, sülasisi qarara olan fiilin istif’âl babında ismi faildir. Bu bab fiile, taleb, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve i’tikad gibi anlamları katar.وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنَ الْاَنْـبَٓاءِ مَا ف۪يهِ مُزْدَجَرٌۙ
Vav isti’nafiyedir. Ayet kasem üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır. Lam, mukadder kasemin cevabına dahil olan harftir. Qad tahkik içindir. Tekid ifade eder. Kasem fiili mahzuftur. Kasem fiilinin hazfedilmesi icaz-ı hazif sanatıdır.
Kasemin cevabı caehum müsbet fiil cümlesi formunda faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur minel enbâi, cae fiiline müteallıqtır. Müşterek ismi mevsul ma, fail olarak mahallen merfudur. İsmi mevsulun sılası fîhî muzdecerun’dur.
Car mecrur fîhi, mahzuf mukaddem habere müteallıqtır. Muzdecerun mübteda muahhardır.
Cümlede müsnedün ileyh olan muzdecerun kelimesinin nekre gelmesi tazim ve kesret ifade etmiştir.حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ فَمَا تُغْنِ النُّذُرُۙ
حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ
Hikmetun mahzuf mübtedanın haberidir veya önceki ayetteki mâ’dan bedeldir. Bâliğatun, hikmetun’un sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
O tam bir hikmettir hikmetin sonuna varmıştır, onda bir kusur yoktur, hikmetün lâfzı mâ'dan hâl olarak nasb ile hikmeten de okunmuştur, çünkü mâ mevsûle ya da sıfatla tahsis edilmiş (mevsûfe) dir. O zaman hâl'in ondan nasbi câizdir. (Beydavi)
فَمَا تُغْنِ النُّذُرُۙ
Fe atıftır. Yani lem tuğnin nüzüru demektir. Menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Ennüzür, tuğni fiilinin failidir.
Mâ istifham da olabilir, yani uyarmanın ne faydası olur demektir? Nüzür de münzir (uyarıcı) yahut uyarılan şey demektir ya da mastardır inzar (uyarma) manasınadır. (Beydavi)فَتَوَلَّ عَنْهُمْۢ يَوْمَ يَدْعُ الدَّاعِ اِلٰى شَيْءٍ نُكُرٍۙ
Fe rabıtadır. Mahzuf şartın cevabının başına gelmiştir. Şart cümlesi mahzuftur. Dolayısıyla ayette icazı hazif vardır. Cümledeki car mecrur anhum, cevap fiili olan tevelle’ye müteallıqtır.
Cevap cümlesi emir üslubunda talebi inşai isnadtır.
Yevme zaman zarfı, sonraki ayette zikredilen yahruacûne fiiline müteallıqtır veya mahzuf fiilin mefuludur. Takdiri uzkur’dur. Yedu fiili yevme’nin muzafun ileyhi olarak mahallen mecrurdur. Eddâi, yedu fiilinin failidir. Car mecrur ilâ şeyin, yedu fiiline müteallıqtır. Nukurin, şeyin’in sıfatı olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.
Yedu - dâi kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.