بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰىۙ
Sûreye, Kur’an’ın önemli hususlara dikkat çekerken kullandığı bir üslûp olan kasem (yemin) ifadesiyle başlanmakta, Hz. Peygamber ve Kur’an hakkındaki asılsız isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış bir insan olmadığı gibi kişisel ihtiraslarıyla da hareket etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette “bu arkadaşınız” anlamındaki sâhibüküm tamlamasının kullanılmış olması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından tanıdıklarını (Şevkânî, V, 122), yıllar yılı onun ne kadar erdemli, mâkul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan olduğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça mânidardır. Zira sâhib kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; dilimizdeki “sohbet” kelimesi de aynı kökten türetilmiştir (Allah’ın yemin etmesi ve Kur’an’da yer alan kasemler konusunda genel bilgi ve değerlendirme için bk. Zâriyât 51/1-6).
İlk âyette yüce Allah necm üzerine yemin etmiştir. Meâlde “yıldız” şeklinde çevrilen necm kelimesinin sözlük anlamları, Kur’an’daki kullanımları ve bağlamı dikkate alınarak bu kelime için değişik yorumlar yapılmıştır. Bunları şöyle özetlemek mümkündür: a) Belirli bir yıldızla sınırlı olmaksızın, yıldız olarak nitelenebilecek gök cisimleri. b) Süreyya (Ülker) yıldızı: Araplar necm kelimesini daha çok bu anlamda kullanırlardı. c) Zühre yıldızı: Bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı. d) 49. âyette geçen Şi‘râ yıldızı. e) Hz. Muhammed: Kelime burada mecaz anlamında kullanılmıştır. f) Kur’an-ı Kerîm veya o ana kadar inmiş olan kısmı: Ara ara, parça parça verilen şeyin her defasında verilen miktarına necm denir; dolayısıyla burada Kur’an’ın tedrîcî olarak, parça parça indirilme özelliğine işaret edilmiş veya Kur’an’ın o ana kadar gelen kısmı kastedilmiş olabilir. g) Gövdesi olmayan bitkiler: Rahmân sûresinin 6. âyetinde kelime bu mânada kullanılmıştır. Âyette geçen hevâ fiili “inme, meyletme, düşme, yukarıya yükselme” mânalarına gelir; belirtilen yorumlarda, daha çok “inme” anlamı esas alınmıştır. Meselâ “necm” yıldız olarak kabul edilince âyette, belirtilen yıldızın veya genel olarak yıldızların ufuktan inişinin, düşüşünün kastedildiği yorumu yapılmıştır, ki böylece gök cisimlerinin sukut (kütle çekimi, gravitation) kanununa tâbi olduklarına dikkat çekilmiş olmalıdır; ancak yıldız için bu fiilin hem doğmayı hem batmayı ifade etmesi mümkündür. Öte yandan, bu ifadeyle yıldızların kıyamet gününde sönüşüne veya dağılışına işaret edildiği kanaatini taşıyan müfessirler de vardır. Burada Kur’an’ın veya o ana kadar gelmiş kısmının kastedildiği düşünüldüğünde de, vahyin inmesi esnasında tecelli eden ilâhî irade ve olağan üstülükler üzerine yemin edildiği söylenebilir. Yine, Hz. Muhammed’in kastedilmiş olabileceği yorumunda, onun mi‘racdan inmesi veya mekânın üstüne (fizik ötesi âleme) yükselmesi açıklamaları yapılmıştır. Necm kelimesinin “gövdesiz bitki” mânası esas alındığında ise bu fiille birlikte kullanılması, otların yükselip yere yatmasına yani baharın iyice belirgin hale geldiği döneme işaret şeklinde açıklanmıştır (Taberî, XXVII, 40-41; Beyzâvî, VI, 98-99; Şevkânî, V, 122; Elmalılı; VII, 4569-4570).
İbtidaiyye olan ayette vav kasem harfidir. Cümle kasem üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır. Ennecmi, maksemun bihtir. Car mecrur olan ven necmi, mahzuf kasem fiiline muteallıqtır. Kasem fiilinin hazfi, icazı hazif sanatıdır.
İzâ zaman zarfı, takdiri aqsemu (Yemin ederim) olan kasem fiiline muteallıqtır. Hevâ cümlesi, cer mahalinde, muzafun ileyhtir.
Kasemin mahiyeti ve amacı “delâletler”dir, yani belirli mânaları göstermektir. Kur’an’da kasemin asıl amacı tâzim (yüceltme) değildir; ancak bazı kasemlerden bu mâna anlaşılır. Yeminde “muksem bih”in (üzerine yemin edilenin) bulunması bile şart değildir, dolayısıyla muksem bih zikredilmeyince bir şeyler takdir etmek gerekmez ve yemini, mutlaka üzerine yemin edilen bir şeyin tâzimi gözetiliyormuş gibi yorumlamak doğru olmaz. Yeminde asıl amaç, yemin edenin sözü pekiştirmesi, bir şeyi yapıp yapmamayı kendisine gerekli kılıcı bir azim ve kararlılık izhar etmesidir
(Abdülhamîd el-Ferâhî, İm‘ân fî Aksâmi’l-Kur’ân. Dımaşk – Beyrut 1994)
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰىۚ
Ayet fasılla gelmiştir. Kasemin cevabıdır. Menfi fiil sigasında, faidei haber ibtidai kelamdır. Mâ, nafiyedir. Sahibukum izafeti az sözle çok anlam ifade eden veciz bir anlatımdır.
Âyette “bu arkadaşınız” anlamındaki sâhibüküm tamlamasının kullanılmış olması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından tanıdıklarını (Şevkânî, V, 122), yıllar yılı onun ne kadar erdemli, mâkul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan olduğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça mânidardır. Zira sâhib kelimesi daha çok, uzun süre birlikte olmuş kişiler hakkında kullanılır; dilimizdeki “sohbet” kelimesi de aynı kökten türetilmiştir. (DİB Kuran-ı Kerim)
Bu lafız Kur’an’ı Kerim’de Resulullah’ın sav dalâlette veya mecnun olduğunun olumsuzlandığı birçok yerde zikredilmiştir. (Fadıl Salih Samerrai, Min Esrari’l Beyâni’l Qurân, s. 218)
Aynı üslubla gelen ikinci cümle mâ ğavâ, mâ dalle’ye matuftur. Nefiy harfi tekrar edilerek olumsuzluk tekid edilmiştir.
Ğavâ - dalle kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı, mâ’nın tekrarında ise itnab, cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ
Kur’an’da değişik vesilelerle ifade edildiği üzere Hz. Peygamber bir beşerdir, ama Allah’tan vahiy almaktadır. Birinci özelliği onun şahsıyla ilgili bir hususu yani asla tanrılaştırılmaması gerektiğini, ikinci özelliği de Allah adına bildirdiklerinin sıradan bir insanın sözleri olarak düşünülmeyip lâyık olduğu yerde tutulmasının ne kadar önemli olduğunu belirtmektedir. Bu âyetlerde de onun peygamber olarak tebliğ ettiklerinin kişisel arzularına göre söylenmiş sözler olamayacağına bir vurgu yapıldığı görülmektedir. 3. âyette “konuşma, söyleme” anlamında bir fiil kullanılmış olmasından hareketle Resûlullah’ın bütün söylediklerinin vahiy olduğu, dolayısıyla herhangi bir konuda ictihad ettiğinin söylenemeyeceği yorumu da yapılmış olmakla beraber, başka deliller bu yorumu çürütmektedir. Ayrıca, beşer olarak yani günlük hayatın akışı içinde kişisel düşüncelerini belirtmek üzere veya (yargıç, devlet başkanı, komutan vb.) değişik sıfatlarla söylediği ve o bağlamda değerlendirilmesi gereken sözlerinin bulunduğu da bilinmektedir. Bu âyetlerin asıl konusu Hz. Muhammed’in vahiy almasını yani peygamberlik sıfatını inkâr edenlere; onu şair, kâhin vb. sıfatlarla niteleyip Kur’an’ı kendisinin uydurduğunu söyleyenlere bir reddiyede bulunmaktır (Taberî, XXVII, 42; Râzî, XXVIII, 281-284). Bununla birlikte, bu âyetlerin başka delillerle birlikte değerlendirilmesi sonucunda, Resûlullah’ın tebliğ mahiyetinde olmayan söz ve davranışlarının da vahyin kontrolü altında bulunduğu ve bir konuda ictihad ettiğinde yanlış sonuca ulaşırsa ona bunun doğrusunun mutlaka bildirildiği anlaşılmaktadır (bu konularda bilgi için bk. Nisâ 4/59, 105; Mâide 5/67; vahyin mahiyeti, çeşitleri ve yolları hakkında bk. “Tefsire Giriş” bölümü, “I. Kur’an-ı Kerîm A) Tanımı ve özellikleri, 2. Vahiy” başlığı).
Vav atıf, mâ nafiyedir. Menfi fiil cümlesi, faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur anil hevâ, yentiqu fiiline muteallıqtır. An harfinin, bi harfi manasında olduğu ve mahzuf hale muteallıq olduğu da söylenmiştir.
اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ
Ayet ta’liliye veya beyaniyye olarak fasılla gelmiştir. İsim cümlesi formunda, faidei haber talebi kelamdır.
İn, nefiy harfidir. Hüve mübteda, vahyun haberdir. İlla istisna harfiyle, in nefiy harfi kasır ifade eder. Kasır mübteda ve haber arasında, kasrı mevsuf ales sıfattır. Yûhâ cümlesi vahyun için sıfattır. Mahallen merfudur. Sıfat cümleleri anlamı zenginleştiren itnabtır.
Vahyun - yûhâ kelimeleri arasında iştikak cinası, itnab ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Ayetteki, (O), bilinen bir şeye işaret olan bir zamir midir, yoksa daha önce zikri geçmiş bir şeye işaret olan bir zamir midir? Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
1) En meşhur görüşe göre, bu bilinen malum olan bir şeye işarettir. O malum şey de Kur'ân'dır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, Kur'ân, vahyedilen bir vahiyden başka birşey değildir demiş olur. Bu izah, "necm" (yıldız) kelimesi ile, Kur'ân'ın kastedilmediğini söyleyenlerin görüşüne göredir. "Necm" ile Kur'ân kastedilmiştir" diyenlere göre bu zamir, daha önce necm diye zikredilmiş Kur'ân'a râcî olmuş olur.
2) Bu zamir, zımnen (dolaylı olarak) bahsi geçmiş olan bir şeye râcîdir. O da, Hazret-i Peygamber'in sözü ve kelamıdır. Bu böyledir, çünkü "Kendi hevâ-u hevesinden söylemez O (peygamber) "(Necm, 3) ayetinin zımnında, nutk vardır. Nutk da, bir kelam ve sözdür. Buna göre Hak Teâlâ, sanki, Onun kelamı, yani nutku, ancak vahiydir demiş olur. (Fahrettin Razi)عَلَّمَهُ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ
Ayet fasılla gelmiştir. Allemehu, vahyun için ikinci sıfattır. Ref mahallindedir. Müsbet fiil cümlesi formunda faidei haber ibtidai kelamdır. Şedîdül quvâ faildir. Müsnedün ileyh, az sözle çok anlam ifade etmek amacıyla izafet terkibinde gelmiştir.
“Kuvveleri son derece sağlam olan” melek anlamındaki şedîdul quvâ gayr-ı hakiki izâfettir; çünkü sıfat-ı müşebbehenin fâ‘iline izâfeti türündendir. (Keşşaf)
Şedîdu, şedede fiilinin mübalağa ifade eden sıfatı müşebbehe kalıbındadır. Sıfat-ı müşebbehe devamlılık ifade eden sıfatlar için kullanılır.ذُومِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ
Zû mirretin, şedîdul quvâ için sıfattır. Fe atıftır. İstevâ cümlesi, allemehu’ya matuftur. Mahallen merfudur.
Mirretin’deki tenvin tazim, nev ve kesret ifade eder.وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ
Vav haliyedir. Cümle istevâ’nın failinin halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştirmek için gelen itnabtır.
Huve mübteda, car mecrur bil ufuqil a’lâ mahzuf habere muteallıktır. Faidei haber ibtidai kelamdır. Haberin mahzuf oluşu icazı hazif sanatıdır.
O en yüksek ufukta idi; göğün ufkunda idi demektir, hüve zamiri Cebrâîl aleyhisselâm'a râcidir. (Beydavi)
Ufuqil a’lâ, daha az sözle çok şey ifâde edebilmek, sözü veciz hale getirmek amacına matuftur.
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ
Sümme terahi ifade eden atıf harfidir. Ayet atıfla gelen iki müsbet fiil cümlesinden oluşmuştur.
Her ikisi de faidei haber ibtidai kelamdır. İki fiile de fail olarak takdir edilen huve, Cebrail a.s.’a racidir.
Denâ - tedellâ kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
“Sonra yaklaştıkça yaklaştı” şeklinde çevrilen 8. âyetteki denâ ve tedellâ fiillerinin öznesi açık olmadığı için üç türlü yorum yapılmıştır:
a) Cebrâil’in Resûlullah’a yaklaşması ve ona doğru inişi,
b) Cenâb-ı Allah’ın Resûlullah’a yaklaşması, onu kendine cezbetmesi,
c) Resûlullah’ın yüce Allah’a yaklaşması, O’nun çekmesiyle yukarılara yükseltilmesi kastedilmiştir. Bazı müfessirler ikinci fiilin sözlük anlamlarından birine dayanarak burada habîb (seven) ve mahbûb (sevilen) arasındaki naz ve muhabbet tecellilerini ifade eden edebî bir anlatım bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. (Diyanet Kuran.)
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ
Qavese قوس :
قَوْسٌ kavramı, okun kendisiyle atıldığı yay demektir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de isim formunda 1 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri kavis ve kavastır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Öncesine fe ile atfedilen ayet kane’nin dahil olduğu isim cümlesidir. Faidei haber ibtidai kelamdır.
Qâbe qavseyni, kâne’nin haberidir. Ev, hatta manasında atıf harfi, ednâ ise qâbe’ye matuftur.
Qâbe - ednâ kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı, önceki ayetteki denâ ve ednâ arasında ise iştikak cinası ve reddül aczü ales sadri sanatları vardır.
Şayet bu ayetin açılımı nasıldır? dersen şöyle derim: Fekâne mikdâru mesâfeti kurbihî misle kābe kavseyni (Yaklaşma mesafesinin miktarı iki yay kadar oldu). Aradaki tüm bu muzāflar hazfedilmiştir. “Hatta daha da yakın” yani sizin ölçülerinize göre demektir. Tıpkı; ev yezîdûne (Veya daha fazla) [Sāffât 37/147] âyetindeki gibi. (Keşşaf)فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَٓا اَوْحٰىۜ
Ayet isti’nafiye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Car mecrur ilâ abdihi, evhâ fiiline muteallıqtır. Bu fiilde irsad sanatı vardır.
Abdihi izafeti muzafun ileyhe şan ve şeref ifade eder.
Mâ müşterek ismi mevsulu meful olarak mahallen mansubtur. Evhâ sılasıdır. İsmi mevsulde tevcih sanatı vardır. Evha fiili konudaki önemine binaen tekrarlanmıştır. Bu tekrarda itnab, cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
“Bendesine.” Yani Allah’ın kuluna. Her ne kadar Allah ismi geçmemiş olsa da, al’â zahrihâ (yeryüzünde) Fâtır 35/45 âyetindeki gibi karıştırma ihtimali bulunmadığından, direkt zamir kullanılmıştır. (Keşşaf)
Burada vahyedilen şeyin ne olduğunun mübhem bırakılması, ona tazim ve hürmet edilmesi gerektiğini ifade eder. (Safvetü’t Tefâsir)
مَا كَذَبَ الْفُؤٰ۬ادُ مَا رَاٰى
Ayet isti’nafiyedir fasılla gelmiştir. Mâ nefiy harfidir. Cümle menfi fiil cümlesi, faidei haber ibtidai kelamdır. Mâ müşterek ismi mevsul meful olarak mahallen mansubtur. Raâ mevsulün sılasıdır. İsmi mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Kezzebe fiili, elfuad’a mecaz yoluyla isnad edilmiştir. Kalb değil kalbin sahibi yalanlar. Alaka cüziyyet veya âliyyettir.
Gönlü gördüğünü yalanlamadı gözü ile gördüğünü ki, o da Cebrâîl a.s.'ın suretidir ya da Allahü teâlâ'dır, yani gözünün aktardığı şeyi yalanlamadı demektir. Çünkü kutsal şeyler önce kalp ile bilinir, sonra da ondan göze intikal eder. Ya da gönlü onu gördüğü zaman: Seni tanımadım, demedi. Eğer öyle dese idi yalan olurdu. Çünkü onu gözüyle gördüğü gibi kalbi ile de tanımaktadır ya da kalbi ile gördüğünü yalanlamadı demektir, mana da gördüğü yalan bir hayal değildi demektir. Şu hadis de onu gösterir; Efendimize "Rabbini gördün mü?” denildi. O da: Onu kalp gözü ile gördüm, dedi. Hişâm şedde ile mâ kezzebe okumuştur ki, onu tasdik etti, onda şüphe duymadı demektir. (Beydavi)
Mâ raâ; Kalbler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gördüğü şeyi yalana çıkarmadı demektir. Bu, bizim fuad kelimesinin başındaki elif-lâm'ın cins için olduğunu söylememiz halinde vazıh olup, bu da, "Her ne kadar vahim ve bunun böyle olduğunu itiraf etmeseler dahi, kalbler, Muhammed a.s.'in gördüğü o şeyin doğruluğuna şehâdet etmektedirler" anlamındadır. (Fahrettin Razi)
اَفَتُمَارُونَهُ عَلٰى مَا يَرٰى
Hemze istifham, fe atıf harfidir. Cümle mukadder isti’nafa matuftur. Takdiri; etenkurûne qavlehu fe temârûnehu (Siz onun sözünün inkar edip şüphe mi ediyorsunuz) şeklindedir. Mâ müşterek ismi mevsul, cer mahallinde tümârûnehu’ya muteallıqtır. Yerâ fiili mevsulün mübhem yapısı nedeniyle her zaman ihtiyaç duyduğu sılasıdır.
Cümle istifham üslubunda talebi inşai isnad olmasına rağmen vaz edildiği soru manasından çıkıp taaccüp ve tevbih manasına geldiği için mecazı mürsel mürekkeptir. Ayrıca ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla cümlede tecahülü arif sanatı vardır.
Fiile “galebe çalma” mânası yerleştirildiğinden, [alâ mâ yerâ ifadesi] tıpkı ğalebtuhû ‘alâ kezâ (şu konuda onu yendim) örneğinde olduğu gibi, [fî yerine] ‘alâ ile geçişli yapılmıştır. E-fe-tümârûnehû kelimesinin, “Onu bile bile inkâr mı ediyorsunuz?” anlamına geldiği de söylenmiştir. Birinin hakkını bile bile inkâr ettiğinde, meraytehû hakkahû denildiğini de söylemişlerdir. Fiilin ‘alâ edatıyla geçişli yapılması ancak tazmin ile [bir fiile başka bir fiilin mânasını ilave etmekle] gerçekleşir. (Keşşaf)
وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ
Vav isti’nafiye, lam kasem harfidir. Mukadder kasemin cevabının başına gelmiştir. Qad, tahkik harfidir. Tekid ifade eder. Bu cevap cümlesi, müsbet fiil sigasıyla, faidei haber inkari kelamdır.
Kasem fiilinin hazfi icazı hazif sanatıdır.
Nezleten, zarf veya hal makamında masdar veya müekked masdar olarak mansubtur.
Uhrâ, nezleten için sıfattır. Sıfatlar itnab babındandır. Nasb alameti fetha elif’e takdir edilmiştir.
Nezleten ifadesi nüzûlden gelmiş olup uhrâ bir başka defa anlamındadır. Nezleten kelimesi, zarf olarak kullanılan merraten’in nasbına benzer şekilde mansūb olarak okunmuştur; çünkü fa‘leten kalıbı fiilin sayı belirten ismidir. Şu hâlde, nezleten kelimesi, merraten (bir defa) gibi kabul edilir. Anlam şöyledir: Cebrâil (a.s.) Hz. Muhammed’e bir kez daha kendi aslî sûretinde inmiş; o da kendisini o hâliyle görmüş idi ki bu, miraç gecesi gerçekleşmiştir. Bunun ise sidretu’l-müntehâda gerçekleştiği söylenmiştir. (Keşşaf)
Raâhu ifadesiyle görüldüğü belirtilen, o görülen şey nedir? Bu sözün muhtemel olduğu şey şunlardır:
a) Allahü teâlâ, b) Cebrail a.s, c) İlahî ilginç ayet ve mu'cizeler. (Fahrettin Razi)
عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى
Kasemin cevabına dahil olarak fasılla gelmiştir. İnde zarfı mekan, raâhu’ya muteallıqtır. Sidreti’ye muzaf olmuştur.
Sidre-i Müntehâ hakkında denmiştir ki bu Arabistan kirazına benzer bir ağaç olup semanın yedinci katında, Arş’ın sağ tarafında bir ağaçtır; meyvesi Hecer kabilesinin testileri gibidir; yaprakları fil kulağına benzer. Dibinden Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da sözünü ettiği ırmaklar fışkırır. Bir atlı, gölgesinde yetmiş yıl yürüse onun sonuna ulaşamaz. Müntehâ [ism-i mekân olarak] “bitiş noktası” veya [mastar olarak] “bitiş” anlamındadır. Buna göre sidre cennetin bitiş noktasında ve sonundadır. Denilmiştir ki; orayı hiç kimse geçememiştir. Gerek meleklerin gerekse başkalarının bilgisinin son sınırıdır. Ötesini hiç kimse bilemez. Şehitlerin ruhlarının oraya kadar gideceği söylenir. (Keşşaf)
عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوٰىۜ
Kasemin cevabına dahil bu cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Mekan zarfı olan inde mahzuf mukaddem habere muteallıqtır. Cennetul me’vâ muahhar mübtedadır. Bu isim cümlesi sidretil muntehâ’dan hal olarak mahallen mansubtur.
Me’va cenneti takvâ sahiplerinin varacakları cennettir. Bu, Hasan-ı Basrî’nin (v. 110/728) görüşüdür. Denilmiştir ki [hesap gününe kadar] şehitlerin ruhları orada barınacaktır. (Keşşaf)اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ
Cümleye muzaf olan zaman zarfı iz, 13. ayetteki raâhu fiiline muteallıqtır. Yağşâ, muzafun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Essidrete meful, müşterek ismi mevsul mâ ref mahallinde faildir. Meful önemine binaen, faile takdim edilmiştir. Ayetteki ikinci yağşâ fiili ismi mevsulün sılasıdır. İlk yağşâ fiilinde irsad vardır. Bu kelimenin tekrarında cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Müsnedün ileyh işin ne kadar önemli olduğunu ifâde etmek için ismi mevsulle gelmiştir.
Bu âyetteki ism-i mevsûlun ifâde ettiği dehşeti başka bir kelime ile anlatmak mümkün değildir. Sanki “Onları öyle birşey kapladı ki onu, şiddetini, gücünü, çokluğunu anlatacak bir kelime bulamıyorum” denmiştir. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Meani İlmi)
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى
Ayet isti’nafiyedir. Fasılla gelmiştir. Mâ nafiyedir. El basaru faildir. Menfi fiil sigasında cümle, faidei haber ibtidai kelamdır. İlkiyle aynı üslubta gelen ikinci cümle vav’la öncesine atfedilmiştir. Nefiy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid eder. Bu tekrarda itnab, cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
El basaru’daki elif lam takısı ahd içindir.
Tağâ - zâğa kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
Peygamber’in (s.a.) gözü “ne kaymış ne de taşmıştı;” yani gözleri, gördüğünden sapmaksızın ve onu aşmaksızın kesinlikle ve gerçek olarak kabul etmişti. Veya görmekle emredildiği ve kendisine görme imkânı verilen o hayret uyandırıcı şeyleri müşahede etmekten göz sapmamış ve taşmamıştı; yani neyi görmesi emredilmişse onu görmüştü. (Keşşaf)
لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْـكُبْرٰى
İstinafiye olan ayet kasem üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır. Kasem cümlesi mahzuftur. Ayette icazı hazif sanatı vardır. Lam, mukadder kasemin cevabına gelen harftir. Qad ise tahkik harfidir. Tekid ifade eder. Kasemin cevabı müsbet fiil cümlesi formunda, faidei inkari talebi kelamdır.
Min, ba’diyet ifade eden harftir. Car mecrur râa fiiline muteallıqtır.
Âyâti rabbihi izafeti, hem muzaf olan âyâti, hem de muzafun ileyh olan hu zamiri için tazim ve teşrif ifade eder. Hu zamiri Hz. Peygambere aidtir.
El kubrâ, raâ için meful veya âyâti rabbihi için sıfattır.
Vallahi, kesinlikle görmüştü anlamındadır. Semaya yükseltilip melekût âleminin hayret uyandırıcı yönleri kendisine gösterildiğinde “Rabbinin âyetlerinden” en büyüğünü ve en muazzamını [görmüştü.] (Keşşaf)
اَفَرَاَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزّٰىۙ
Hz. Muhammed’in getirdiği bilgilerin, buyruk ve uyarıların kaynağı ve bunların kendisine nasıl bildirildiği konusunda edebî ve çarpıcı bir üslûpla verilen bilginin hemen ardından Kureyş putperestlerine hitap edilerek bir de tanrılık yakıştırdıkları ve ululadıkları putların ne kadar hakir, zelil, âciz oldukları üzerinde düşünmeleri istenmektedir. 19-20. âyetlerde put isimlerinin zikredilmesi Kureyş örneğini öne çıkarmakla beraber, müteakip âyetlerde yer alan delillendirme tarzından burada, insanlık tarihi boyunca görülegelen, biçimleri farklı olsa da, tevhid inancını zedelemesi ve insanı yaratılmışlara, alelâde varlıklara kul etmesi açısından özde bu tip davranış biçimiyle örtüşen bütün itikadî sapkınlıkların mahkûm edilmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır. Özetle, bu âyetlerde Allah’a şirk koşma mahiyeti taşıyan inanç ve davranışların sağlam bir bilgi kaynağına dayanmadığı üzerinde durulmaktadır. Açıktır ki, Allah’ın varlığını ve kudretini evrende kolayca gözlemleyebilen insanın, bunun ötesinde, Allah’ın sıfatları ve rubûbiyyetini nasıl ortaya koyduğu hususunda bir iddiada bulunabilmesi ancak O’nunla doğrudan temas kurabilmesine veya O’nun tarafından yetkilendirilmiş bir elçiden bilgi almasına bağlıdır. Müşrikler ise putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağını umduklarını söylüyor, böylece Allah ile doğrudan temas kuramadıklarını itiraf etmiş oluyorlar, bununla birlikte inançlarının ve davranışlarının Allah’tan bilgi getiren bir elçinin bildirdiklerine dayandığını da ileri sürmüyorlardı; hatta Kur’an’da yüzlerine vurularak belirtildiği üzere, kendilerine bir peygamber ve doğru yolu gösterecek bir ilâhî kitap gelmesini de temenni ediyorlardı. Böyle bir durumda geriye sadece söylenenlerin ve yapılanların aklî muhâkemeye vurulması kalmaktadır ki, âyetlerde bu açıdan da onların ne kadar yaya kaldıkları, kolayca sonuca ulaşmalarını sağlayacak sade bir mantık örgüsü içinde ortaya konmaktadır: Onlar melekleri Allah’ın çocukları sayarken, üstelik O’na ortak koştukları düzmece tanrılara isim koyarken bilgi kaynakları nedir? Bu hususta hiçbir sağlam kaynağa dayanmadıkları ve kendilerini kişisel arzulara, yani zihni işletmek yerine kör taklitle davranmanın verdiği rehavete bırakıverdikleri açıktır. Onlar Allah’a çocuk izâfe etmeye kalkışırken de erkek çocukları kendilerine, akıllarınca küçümseyip horladıkları kadın cinsini ise Allah’a ayırmanın ne kadar saçma ve çelişkili olduğunu dahi farketmiyorlar! (Arapların kadın cinsini hor görme telakkisi hakkında bk. Nahl 16/58-59; Zuhruf 43/17-19).
19-20. âyetlerde anılan Lât, Uzzâ ve Menât Kureyşliler’in en fazla önem verdikleri putların isimleridir. Araplar melekleri Allah’ın kızları saydıklarından onları sembolize eden putlara da kadın isimleri verirler ve kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanarak onlara taparlardı. Burada zikredilen putların Kâbe’nin içinde bulunduğunu söyleyenler bulunmakla beraber, tarih kaynaklarındaki bilgiler bunların başka yerlerde ve ayrı tapınaklarda bulunan putlar olduğunu göstermektedir. Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine mahsus, kapıcıları ve bakıcıları bulunan tapınakları da vardı (bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, III, 316-321).
Bu âyetler açıklanırken tefsirlerde garânîk diye meşhur olmuş bir olaydan söz edilir. Garânîk sözlükte “beyaz su kuşu, kuğu, turna; beyaz tenli genç ve güzel kız” anlamlarına gelen gurnûk (gırnîk) kelimesinin çoğuludur. Kureyş kabilesi mensupları putlarının Allah’ın kızları olduğuna inanır ve Kâbe’yi tavaf ederken, “Lât, Uzzâ ve bir diğeri, üçüncüsü olan Menât hürmetine! Çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır” diyerek onları yüksekte uçan kuşlara –veya diğer bir anlayışa göre (melekleri Allah’ın kızları olarak gördükleri için) genç ve güzel kızlara– benzetirlerdi. Bazı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bir rivayete göre bir gün Hz. Peygamber Kâbe’nin civarında Kureyşliler’le birlikte otururken Necm sûresini okumaya başlamış, 19-20. âyetlere gelince şeytan 20. âyetin devamı gibi, “İşte onlar ulu kuğulardır (garânîk); şüphesiz şefaatleri umulmaktadır” anlamına gelen bir metni Resûlullah’a okutmuş; bu durumdan memnun olan Kureyşliler de sûrenin sonunda onunla birlikte secdeye kapanmışlardı. Zira onlara göre Resûlullah bu sözü söyleyerek onların putlarının Allah katında şefaatçi olacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla kendi putperestlik dinlerine onay vermiş oluyordu. Bu rivayet, İslâmî literatürde geniş incelemelere konu olduğu gibi, özellikle Hz. Peygamber hakkında kitap yazan birçok şarkiyatçı tarafından, Kur’an-ı Kerîm’i tenkit etmek için bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ancak bu konuda yapılan bilimsel incelemeler bu rivayetin sağlam olmadığını, bazı sahih hadis kaynaklarında Necm sûresinin nüzûlünün ardından müşriklerin secde ettiklerinin belirtilmesinin ise başka sebeplerle izah edilebileceğini ortaya koymuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 53/4). Nitekim birçok ünlü şarkiyatçı da bu hikâyenin tarihî bir değer taşımadığını ve asılsız olduğunu kabul etmiştir. İslâm inançları açısından bakıldığında da bu rivayetin içeriğini Hz. Muhammed’in peygamberliği süresince izlediği genel tebliğ çizgisi, tevhid konusundaki tavizsiz titizliği ve duyarlılığı, ayrıca vahyi alıp tebliğ etmedeki korunmuşluğu ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Öte yandan aşağıda açıklanacak olan 26-28. âyetler de böyle bir ihtimali ortadan kaldırmakta, putlar bir yana, Allah izin verip razı olmadıkça meleklerin bile şefaatlerinin faydası olmayacağını bildirmektedir (bilgi için bk. İsmail Cerrahoğlu, “Garânîk”, DİA, XIII, 361-365; ayrıca bk. Hac 22/52).
23 ve 28. âyetlerde, Allah’a ortak koşanların sağlam bir bilgiye değil zanna dayandıkları belirtilmekte; ayrıca 23. âyette onların, bilgi kaynağı açısından içine düştükleri zaafı arttıran bir duruma, dinî meselelerde bile kişisel arzularına uyduklarına, dolayısıyla sübjektif âmillerle hareket ettiklerine değinilmekte ve bu tutumları eleştirilmektedir. Kur’an’da zan kelimesi bazan olumlu bir içerikte kullanılmakla birlikte bu ve benzeri yerlerde, “insanların, başta iman meseleleri olmak üzere hayatî önemi olan konularda sağlıklı bilgi edinme yöntemlerine başvurmaksızın kendi tahmin ve kuruntularına göre hareket etmeleri” anlamına gelmektedir. Bu mâna ile bağlantılı olarak 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, “Şu varlıklar bana şefaatçi olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedî kurtuluşu için şefaat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılmaktadır. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefaat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. Taberî, 24. âyette geçen “insan” kelimesiyle Hz. Muhammed’in kastedildiği, bu ve müteakip âyette, ona verilen yüce mertebenin kendi arzu ve temennisine dayalı olmayıp Allah’ın lutfu olduğuna işaret edildiği yorumunu yapmıştır (XXVII, 62). Ancak İbn Atıyye’ye göre ifade bunu kapsayacak bir genellik taşısa da âyetlerden böyle bir anlam çıkarmayı gerektiren bir sebep yoktur (V, 202; şefaat hakkında bilgi için bk. Bakara 2/48, 255).
Elif inkari istifham harfi, fe atıftır. Ayet mukadder isti’nafa matuftur. İstifham üslubunda talebi inşai isnadtır. El lât ve el uzzâ meful bihtir. Bu kelimelerdeki tarif ahdi harici ilmidir.
Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen soru anlamından çıkıp tahkir manasına geldiği için mecazı mürsel mürekkeptir. Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla cümlede tecahülü arif sanatı vardır.
Cenab-ı Allah, risâlet müessesesini anlatınca, ilgili peygamberin ilk defa yapması gereken şeyi zikretmiştir. Bu da tevhîdi (Allah'ın birliğini) savunup, insanları müşrik olmaktan alıkoymaya uğraşmaktır. Buna göre, Hak teâlâ'nın, "Baksanıza! Ne dersiniz?" ifadesi, onların görüşlerini, bizzat görüşleriyle iptal etmeye bir işarettir. "Bunlar bu âciz halde iken, daha nasıl bunları Allah'a ortak koşabiliyorsunuz?" demektir. (Fahrettin Razi)
وَمَنٰوةَ الثَّالِثَةَ الْاُخْرٰى
Ayet önceki ayetteki el lûte’ye atıftır. Sâlisetül uhrâ, menâte’nin ikinci ve üçüncü sıfatıdır.
Diğer lâfzını Araplar “üçüncü" hakkında kullanmazlar. Onlar lâfzı bu şekilde: "İkinci"nin sıfatı olarak kullanırlar. Bunu da dil otoriteleri farklı şekillerde izah etmişlerdir. el-Halit dedi ki: Böyle buyurması âyet sonlarına uyması içindir. el-Huseyn b. el-Fadl da şöyle demiştir: Âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır. Âyet şöyle gibidir: Haber verin Lat’tan ve diğerleri Uzza'dan, bir de üçüncüleri olan Menat'tan. Bir başka açıklamaya göre yüce Allah'ın: Ve diğer üçüncüleri olan Menat'tan diye buyurmasının sebebi şudur: Bu putun müşrikler nazarında tazim edilmesi sırası, Lat ile Uzza'dan sonra geliyordu. Buna göre ifade bu şekliyle anlama uygundur. Âyet-i kerimede ifadenin kendisine delalet ettiği bir hazf vardır. Yani sizler şu ilahlar hakkında ne dersiniz? Onların herhangi bir fayda sağladıkları ya da bir zarar verdikleri görülmüş müdür ki Allah'a ortaklıkları söz konusu olabilsin? (Fahrettin Razi)اَلَـكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْاُنْثٰى
Fasılla gelen ayet isti’nafiyedir. Hemze inkari istifham harfidir. İsim cümlesi formunda talebi inşai isnadtır. Cümlede takdim tehir ve icazı hazif sanatları vardır. Car mecrur lekum, mahzuf mukaddem habere muteallıqtır. Ezzekeru muahhar mübtedadır.
Lehul unsâ cümlesi aynı formda gelmiş ve önceki cümleye atfedilmiştir.
Her iki cümle de istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen vaz edildiği anlamdan çıkarak azarlama kınama anlamlarına geldiği için mecazı mürsel mürekkeptir. Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla cümlede tecahülü arif sanatı vardır.
Ezzekeru - el unsâ kelimelerindeki tarif cins içindir. Bu kelimeler arasında tıbakı icab sanatı vardır.
Müşrikler, “Melekler ve bu putlar Allah’ın kızlarıdır.” diyerek onlara tapıyorlar; kendilerine Allah katında şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. Oysa kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. İşte onlara denildi ki Erkekler sizin, dişiler O’nun, öyle mi?! Şu da kastedilmiş olabilir: Lât, Uzza, Menât birer dişidir. Siz bunları Allah’a ortak kabul etmişsiniz. Oysa siz kızları hor görüp, kız çocuklarınızın olmasını ve adınızla birlikte anılmalarını istememek şeklinde bir tutum içerisindeydiniz. Öyleyse nasıl oluyor da kadın adı taşıyan bu putları Allah’a ortak koşuyor ve tanrı diye adlandırıyorsunuz!? (Keşşaf)
تِلْكَ اِذاً قِسْمَةٌ ض۪يزٰى
Ayet beyani isti’naf olarak fasılla gelmiştir. İşaret ismi tilke, mübtedadır. Mahallen merfudur. İzen cevap harfidir. Qısmetun ise haberdir. Dîzâ, qısmetun için sıfattır. Sıfatlar itnab babındandır.
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelmesi işaret edilene tahkir ve kınama ifade eder.
Âyet, Arapların âdetlerini inkâr sâdedindedir. Araplar kızlarını toprağa gömerken meleklerin ve putların Allah’ın kızları olduğu iddiâsındaydılar. Bu iddiânın, yani kızlar Allah’ın, erkekler onların şeklindeki paylaşımın ne kadar saçma olduğunu ifâde ederken, buna delâlet etmek üzere garîb bir lâfız seçilmiştir. Bu sebeple ayette muraatün nazir sanatı vardır.
Muraatün nazir, lâfızların kasdedilen mânâyla uyumudur. Bu durumda kelâmda bulunan tüm lâfızlar kasdedilen mânâyla ve birbiriyle uyumludur. Şöyle ki; kelâmda az kullanılan bir lâfız varsa diğer lâfızlar da az kullanılan cinsten seçilir, eğer çok kullanılan bir lâfız varsa diğer lâfızlar da çok kullanılan cinsten seçilir, yok eğer bunların arasında vasat seviyede bir lâfız varsa diğerleri de onun gibi olur. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedii İlmi)
اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
اِنْ هِيَ اِلَّٓا اَسْمَٓاءٌ سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
Fasılla gelen ayet ta’liliyedir. İn nefiy harfi, illa istisna edatı, yani hasr harfidir. Hiye mübtedâ, esmâun haberdir. İllâ ve in kasır oluşturarak cümleyi tekid etmiştir. Cümle faidei haber talebi kelamdır. Kasır mübteda ve haber arasındadır. Kasrı mevsuf ales sıfattır.
سَمَّيْتُمُوهَٓا اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمْ
Müsbet fiil cümlesi formunda faidei haber ibtidai kelamdır. Fasılla gelen bu cümle, esmâun için sıfattır. Sıfatlar itnab sanatına dahildirler. Entum, fiilin failini tekid için gelmiştir. Âbâukum fiildeki faile atıftır.
Esmâun - semmeytumûhâ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
İsimler, adlandırılmaz aksine, isimlerle adlandırılır. O halde Cenâb-ı Hak niçin, isimlendirdiğiniz isimler demiştir? Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:
a) Lügavî olarak: Tesmiye, “isim koyma" demektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, Bunlar ancak sizin vaz'ettiğiniz (koyduğunuz) isimlerdir demek istemiştir. Böylece de, isimlendirdiğiniz ifâdesini, vaz'ettiniz yerine kullanmıştır. Nitekim Arapça'da, hem "Onu "Zeyd" diye isimlendirdim" denilir, hem de "onu Zeyd ismi ile isimlendirdim" denilir.
b) Mânâ açısından: Eğer Allahü teâlâ, "Bunlar, kendileriyle adlandırdığınız isimlerdir" demiş olsaydı, o zaman burada, ifadesindeki bâ harf-i cerrinin taallûk ettiği, isimden başka bir şey olmalıydı. Çünkü bir kimsenin, "Onunla (......) adlandırdım" şeklindeki sözü başka bir mef'ûlü de gerektirir. Bu durumda sen, "Oğlumu, kölemi veya bir başkasını "Zeyd" diye adlandırdım" dersin. Eğer âyette böyle söylenmiş olsaydı, o zaman isimlerin ötesinde, putlar için bir İtibar ortaya çıkardı. Cenâb-ı Hak, böyle buyurunca yâni, "Bunlar, gerçeklikleri (asılları) olmayan ve sizin verdiğiniz isimlerden ibaret olan şeylerdir" buyurunca, bu îtibar verilmemiştir. (Fahrettin Razi)
مَٓا اَنْزَلَ اللّٰهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍۜ
Cümle fasılla gelmiştir. Menfi fiil cümlesidir. Esmâun’un ikinci sıfatı olarak itnabtır. Veya semmeytumûhâ’nın ikinci mefulü olan hâ zamirinden haldir.
Müsnedün ileyhin bütün celal ve kemal sıfatları kapsayan lafzaı celal olarak gelmesi, Allâh’ın yüceliğini kalplere yerleştirmek amacına matuftur. Ayette mütekellim Allah Teala olduğu için lafzaı celalde tecrit sanatı vardır.
Car mecrur bihâ, enzele’ye muteallıktır. Takdiri ibâdeti olan muzaf mahzuftur. Yani; biibâdetihâ (Ona ibadetle) demektir.
Sultanin, lafzen mecrur mahallen mansub olarak enzele fiilinin mefulüdür.
اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْاَنْفُسُۚ
Cümle isti’nafi beyani olarak fasılla gelmiştir. Menfi fiil cümlesi kasırla tekid edilmiştir. Nefiy harfi in ve istisna edatı illa’nın oluşturduğu kasır, fiille mefulü arasındadır. Bu durumda kasr-ı sıfat ale’l-mevsûf olması câizdir. Yâni, fâil tarafından gerçekleştirilen fiil, zikredilen mef'ûle tahsis edilmiştir. Başka mef'ûllere değil. Ama kasr-ı mevsûf ale’s-sıfat olması da câizdir. Yâni, bu durumda fâil, mef'ûl üzerinde gerçekleşen fiile tahsis edilmiştir; onlar zanna tabîi olmaya tahsis edilmiş olurlar.
Ezzanne mefuldür. Kelimedeki tarif, ahdi harici ilmidir. Müşterek ismi mevsul mâ, ezzanne’ye matuftur. Tehvel enfusu cümlesi mevsulün sılasıdır. İrabdan mahalli yoktur. Mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Yettebiûne fiili iftiâl babındadır. Sülasisi tebea’dır. Bu bab fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar.
Önceki cümledeki entüm’den sonra bu cümlede yettebiûne lafzı gelmiştir. İki cümle arasında muhatabtan gaibe geçişte iltifat sanatı vardır.
وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدٰىۜ
Vav isti’nafiyedir. Lam, mahzuf kasemin cevabına dahil olan, cevap lam’ıdır. Qad tahkik harfi tekid ifade eder. Cevap cümlesi, faidei haber inkari kelamdır. Kasem fiilinin hazfi icazı hazif sanatıdır.
Car mecrur min rabbihim câe fiiline muteallıqtır. Cümlede takdim tehir sanatı vardır. Car mecrur ve meful, fail olan el hudâ’ya önemine binaen takdim edilmiştir.
Rabbihim izafeti muzafun ileyhin tahkiri içindir.
El hudâ’daki elif lam takısı ahdi sarihidir. Onlara peygamber geldiği daha önce belirtilmişti.
اَمْ لِلْاِنْسَانِ مَا تَمَنّٰىۘ
Em munkatı’dır. Açılımı bel ve inkari istifham manasındaki hemze’dir. Cümlede icazı hazif ve takdim tehir vardır. Car mecrur lil insâni, mahzuf mukaddem habere muteallıqtır. Mâ müşterek ismi mevsul muahhar mübtedadır. Temennâ sılasıdır. Cümle istifham üslubunda talebi inşai isnat olmasına rağmen inkar ve kınama manası taşıdığından mecazı mürsel mürekkeptir. Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Dolayısıyla cümlede tecahülü arif sanatı vardır.
Maksat ilâhların şefaat umudunu kırmak ve şu sözlerini reddir: Yemin olsun ki, eğer Rabbime döndürülürsem onun yanında daha iyisini bulurum (Fussilet: 50). Ve "bu Kur'ân iki kentten büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhrûf:31) ve daha buna benzer temennilerini reddir. (Beydavi)
El insâni’deki el takısı hakiki istiğraktır.
فَلِلّٰهِ الْاٰخِرَةُ وَالْاُو۫لٰى۟
Ayet fe ile öncesine atfedilmiştir. Ayette takdim tehir ve icazı hazif sanatı vardır. Lillâhi, mukaddem mahzuf habere muteallıqtır. El âhiratu, muahhar mübtedadır. El ûlâ, mübtedaya matuftur.
Bu takdim tahsis ifade eder. Dünya ve ahiret sadece ve sadece Allah’ındır manasındadır. Cümle faidei haber talebi kelamdır.
Müsnedin lafzı celal olması Allah’ın celal ve kemal sıfatlarını vurgulamaktadır. Ayrıca mütekellimin Allah Teala olması sebebiyle lafzı celalde tecrit sanatı vardır.
El ahiratu (ahiret) - el ulâ ( dünya) kelimeleri arasında tıbak-ı icâb sanatı vardır.وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمٰوَاتِ لَا تُغْن۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً اِلَّا مِنْ بَعْدِ اَنْ يَأْذَنَ اللّٰهُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيَرْضٰى
Vav atıf veya isti’nafiyedir. Kem haberiyyedir. Mübteda olarak mahallen merfudur. Min melekin, lafzen mecrur mahallen mansub, kem’in temyizidir. Car mecrur fis semâvâti, melekin’in mahzuf sıfatına muteallıqtır.
Menfi fiil cümlesi lâ tuğnî şefâatuhum şey’en, ref mahallinde mübtedanın haberidir. Şey’en, mefuldür veya mefulu mutllaktan naibtir. Kelimedeki tenvin kıllet içindir.
Âyetteki beyanî uslubdan umum anlaşılmaktadır. Şey’en ibaresi, nefy siyakında nekra olarak gelmiştir. Bilindiği gibi, olumsuz siyakta gelen nekra, umum ve tekit ifade eder. (Vakafat/78)
İllâ istisna harfi, nefiy harfi lâ ile kasır oluşturmuştur.
Min ba’di, tuğnî fiiline muteallıqtır. Ba’di muzaftır.
En, ye’zene fiilini nasb ederek manasını masdara çevirmiştir. En ve masdarı müevvel cer mahallinde min ba’di’nin muzafun ileyhidir. Lafzı celal ye’zene fiilinin failidir. Müsnedün ileyh lafzı celalle gelerek telezzüz ve teberrük ifade etmiştir. Allah lafzında tecrit sanatı vardır.
Müşterek ismi mevsul men, li harfi nedeniyle mecrur mahalde ye’zene fiiline muteallıktır. Sılası yeşâu fiilidir. Yerdâ sılaya matuftur.