13 Temmuz 2023
Yâsin Sûresi 71-83 (444. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Yâsin Sûresi 71. Ayet

اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ اَيْد۪ينَٓا اَنْعَاماً فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ  ...


Görmediler mi ki, biz onlar için, ellerimizin (kudretimizin) eseri olan hayvanlar yarattık da onlar bu hayvanlara sahip oluyorlar.

İlk âyette geçen en‘âm kelimesini (tekili neam) belirli tür hayvanlarla sınırlandırarak tercüme etmek de mümkün olmakla beraber (bilgi için bk. Mâide 5/1), kelime bu bağlamda insanların binmek, etlerinden, sütlerinden vb. ürünlerinden yararlanmak üzere kendi hâkimiyetleri altına alabildikleri hayvanlar için kullanılmıştır. Âyetin devamından ve müteakip iki âyetten bu mâna zaten anlaşıldığı için meâlde “hayvanlar” şeklinde mutlak bir karşılık verilmiştir. 71. âyetin “kendi kudretimizin eserlerinden” şeklinde çevrilen kısmı lafzan “kendi ellerimizle yaptıklarımızdan” mânasına gelmektedir. Burada insanlara lutfedilmiş bir nimet olarak zikredilen hayvanların meselâ tarımsal veya endüstriyel ürünlerde olduğu gibi insanın da katkılarıyla oluşan ürünlerden farklı ve doğrudan doğruya ilâhî kudretin eserleri olduğunu belirtmek üzere böyle bir üslûp kullanıldığı düşünülebilir. Ayrıca bu hayvanların doğasına güdülme, üzerinde hâkimiyet kurulabilme özelliğini yerleştirenin de Cenâb-ı Allah olduğu bu âyetlerde açıkça ifade edilmiştir. Âyetlerin asıl amacının da Allah Teâlâ’nın insanlara lutfettiği nimetlerin kadrini bilmediklerini, gereğince şükretmediklerini, üstelik kendilerine hiçbir yararı dokunmayan varlıkları tanrı edindiklerini hatırlattıktan sonra Resûlullah’a teselli vermek ve onların sözlerinden ötürü üzülmesine gerek olmadığını bildirmek olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim 77 ve 78. âyetlerde müşriklerin küstahlık derecesine varan had bilmez tavırları için canlı bir örnek üzerinde durulacaktır. Burada verilmek istenen mesajın da şu olduğu söylenebilir: Bunca nimetine karşılık Allah’a şükretmek şöyle dursun bir de O’na ortak koşarak nankörlüğün en büyüğünü yapan bu insanların Hz. Peygamber hakkında ağır hakaretlerde bulunmaları ve haksız sözlerle onu incitmeleri yadırganacak bir şey değildir. Şu halde Resûlullah ve onun yolunu izleyen müminler bu durumdan müteessir olmamalı, haklı mücadelelerini azimle sürdürmelidir. 74. âyette müşriklerin düzmece tanrılardan yardım göreceklerini umdukları belirtilirken, putların –dünya işleriyle ilgili olarak– Allah katında kendileri için şefaatçilik yapacağı yönündeki inançlarına işaret edilmektedir (İbn Âşûr, XXIII, 71). 75. âyetin ikinci cümlesindeki zamirlerden ilkinin müşriklerin, ikincisinin ise sahte tanrıların (putların) yerini tuttuğu görüşü esas alındığında âyetin meâli değişir ve açıklaması şöyle olur: Halbuki o putlar âhirette müşriklerin çarptırıldığı azabı seyretmek üzere toplanmıştır ve sayıları da çok olduğu halde onlara yardım edemezler (İbn Atıyye, IV, 463; İbn Âşûr, XXIII, 71).

 


Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 512-513

   Ne'ame  نعم :

  نِعْمَة kavramı güzel hoş, hal ve durum demektir. Nimet sözcüğünün dilbilgisi açısından formu, insanın oturuş ve biniş gibi hal, durum, tavır ve davranışlarını ifade eden yapıdadır. نَعْمَة Na'me sözcüğü formu ise bir fiilin bir kere yapılmasını ifade eden yapıdadır.

  إنْعام  İn'am, ihsanı bir başkasına ulaştırmaktır. Kendisine ihsanın ulaştırıldığı şey ancak akıllılardan olursa bu sözcük kullanılır.

  نَعِيم 'e gelince çok ve bol nimet anlamına gelir. نَعَم kelimesi ise develere has olarak kullanılır. Çoğulu أنْعام şeklinde gelir. Böyle adlandırılmasının nedeni Araplara göre develerin en büyük nimet olmasıdır. Fakat bu sözcük deve, sığır ve davarlarla ilgili de kullanılabilir. Aralarında deve bulunmazsa bunlara أنْعام denmez.

  نِعْمَ yergide kullanılan بِئْسَ sözcüğünün mukabili olarak övgüde kullanılan bir ifadedir. Son olarak نَعَمْ 'a gelince olumluluk bildirmek için va'z edilmiş bir sözcüktür ve نِعْمَة lafzından gelir. (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 140 kez geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres) 

 

Türkçede kullanılan şekilleri nimet, in'am, Naim Cennetleri ve Nâim'dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ اَيْد۪ينَٓا اَنْعَاماً 

Ayet takdir edilmiş bir isti’nafa matuftur. 

Ayetin ilk cümlesi istifham uslubunda talebi inşa isnadtır. Hemze, taaccüb veya inkari istifham harfidir. Vav atıf harfidir. Lem, muzariye dahil olup, onu cezmeden, anlamını olumsuz maziye çeviren harftir. Lemmâ’nın aksine, olumsuzluk anlamı istikbali de kapsar. 

Cümle istifham üslubunda talebi inşai isnad olmasına rağmen tevbih ve tahkir manalarında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkeptir. Ayette mütekellim Allah Tealadır. Bu sebeple cümlede  tecahülü arif sanatı vardır.

Müşterek ismi mevsul mâ, min’le birlikte yerev fiiline muteallıqtır. Amilet sıla cümlesidir. Sıla cümlesinin irabdan mahalli yoktur. Mevsulde tevcih sanatı vardır.

Bu ayet istifham hemzesinden sonra gelen vav harfiyle gelen يروا fiiliyle başlamıştır. Bu tabirin vav harfi olmayan hali de yine bu sûrede 31. ayette geçmiştir. Nahivcilere göre bu vav harfi atıf içindir, arkasından zikredilen şeyi zikredilen veya takdir edilen bir şeye atfeder. Kur'ân'da geçen أولم تر ile ألم تر arasındaki fark için, vav harfiyle gelen tabirin gözle görülen konularda olduğu, diğerinin ise aklî bir düşünceyle delil çıkarmak konularında kullanıldığı söylenmiştir.

أولم تر tabirinin hayatta misali çok görülen konularda kullanıldığı da söylenmiştir.

ألم تر tabirinin de çok rastlanmayan konularda kullanıldığı söylenmiştir.

Burhân'da şöyle yazılıdır: Bu tabir Kur'ân'da bazı yerlerde En'âm/6 da olduğu vav harfi olmaksızın ألم يروا كم أهلكنا bazen de vav harfiyle gelmiştir. Bazen de أفلم يروا şeklinde fe harfiyle gelmiştir. Bu tabir iki şekilde gelir:

●   Gözle görülen şeylerle alakalı olarak gelir. Başında elif ve vav harfi olur. Elif harfi soru,

      vav harfi cümleyi öncesindeki cümleye atfettiğini ifade eder. Fe harfi de böyle atıf içindir, ama daha sıkı bir ilişkiye işaret eder. 

●   Delil çıkarmayla ilgili olarak gelir. Başında sadece soru harfi olan elif olur. Bu durumda vav harfi ve istinaf manasındaki fe harfi olmaz. 

Allah Teâlâ kendisinden çoğul zamiriyle bahsedince, el kelimesi de, ellerimiz şeklinde çoğul olarak gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de Allah kendisinden tekil olarak bahsettiği vakit el kelimesi de tekil veya tesniye (ikil) olarak gelmiştir.

Mimmâ amilet eydînâ enâmen (Ellerimizin yaptıklarından hayvanlar yarattık) cümlesinde istiâre-i temsîliyye vardır. Çünkü hayvanlar yapılmaz, yaratılır. Fakat Yüce Allah yaratma ve meydana getirmenin sadece kendine mahsus oluşunu, bir şeyi kendi elleriyle ve bizzat yapan kimseye benzetti. İstiâre-i temsîliyye yoluyla, yapmak mânâsına gelen amele kelimesini yaratmak mânâsına gelen halaqa kelimesi yerinde kullandı. (Safvetü’t Tefâsir) 

Amelu yed Allah ifadesinde istiâre vardır. Burada eller (el-eydi) zikri ile, el’in (yed) Arap lügatındaki anlam bölümlerinden iki bölüm kastedilmiştir: El ya kuvvet anlamında olur ya da eylemin gerçekten kendisine ait olduğu (izafet anlatımı) anlamında olur. Buna göre sanki Yüce Allah, ‘’onlar görmüyor mu ki takdirimizin kuvveti ile ve mükemmel idaremizle var eylediğimiz birtakım hayvanları onlar için yarattık’’ buyurmuştur. Veya ayetin manası şöyle olur: Şüphesiz ki bu hayvanlar, yaratıklardan (insanlar), deniz gemileri yapabiliyorlar ama sırtları binilmeye ve yük taşımaya amade kılınmış, etleri helal kılınmış kara gemileri (yük hayvanları) yapamıyorlar. İşte bu, Allah Teâla’nın mimmâ amilet eydînâ (ellerimizin imal ettiklerinden) zatına ait kılma (el-idâfet) ifadesinin anlamı budur. Allah Teâla daha iyi bilir. (Kur’an Mecazları Şerif er-Radi)

فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ

  

Ayetin son cümlesi isti’nafiyedir. Fe’nin atıf olmasına da cevaz vardır. Cümlede hum, mübtedadır. Lehâ, muteallaqı olan mâlikûne’ye önemine binaen takdim edilmiştir.

Burada da لها / onlara şeklindeki câr-mecrûr sahip olunan şeylerin şanına delalet etmek üzere takdim edilmiştir. Çünkü mallarının en değerlisi, en kerimi bu hayvanlardır.

Ancak bu takdim kasır ifade etmez. Bu takdimler kasır ifade etmeyen takdimlerdir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 72. Ayet

وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ  ...


Biz, o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.

Atıfla gelen ayetin ilk cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır.

İkinci cümle isti’naftır. Cümlede takdim tehir vardır. Minhâ amili olan rakûbuhum’a takdim edilmiştir. Bu takdim tahsis ifade eder. Cümle lazımı faidei haber, talebi kelamdır.

Müteakib cümle aynı üslubda gelerek bu cümleye atfedilmiştir.  

Feminhâ rakûbuhum (O hayvanlardan bazıları binekleridir) cümlesinden sonra, ve lehum fîhâ menâfiu ve meşâribu (O hayvanlarda onlar için faydalar ve içilecek sütler vardır) cümlesinin gelmesi, husustan sonra umumun zikri olmuştur. Bu, nimete verilen değerin büyüklüğünü ve yüceliğini ifade eder. (Safvetü’t Tefâsir) 

Bu ibare uysallıktan, boyu eğdirilmekten faydalanmayı anlatır. Fe harfi tefrî' içindir. Binmek, yemek ve diğer faydaları açıklamak için bu boyun eğdirme hükümlerinin detaylarını verir.

Rûhu'l Meânî'de ise şöyle yazılıdır: Bu ibaredeki fe harfi, emre amade kılmanın hükümlerini ve tafsilatını açıklamak için gelmiştir. Bunlardan biri de üzerine binmektir. ركوب kelimesi, حلوب (süt veren) gibi meful manasındadır. Yani bu ibare, faydalarından biri de üzerlerine binmenizdir, demektir. Min harfi tebyîz içindir, kısım bildirir. Min harfinin takdimi izâfî hasr içindir. İzâfî hasr nisbî hasr demektir. Yani adeten eti yenen hayvanlara nispetle davarlar demektir. Yoksa bunlardan başkasıyla, kuşlarla, balıklarla mukayese edilmez. Et dışındaki hububat, meyve gibi şeylerle de mukayese edilmez.

Keşşâf'ta şöyle yazılıdır: Bu ibarede zarfın takdimi ihtisas ifade eder ama başka şeylerden de yenir, dolayısıyla ihtisas olmamalı diye sorulabilir. Evet ama insanların hayatlarında adet edindikleri şey asıl olarak bunlardan yemeleridir. Tavuk, ördek, kara ve deniz avları ise eğlence kabilindendir. Yemekten bahsedilen üslub isim cümlesinden fiil cümlesine dönüşmüştür. Bunun sebebi fiil cümlesinin teceddüd ve istimrar ifade etmesidir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 73. Ayet

وَلَهُمْ ف۪يهَا مَنَافِـعُ وَمَشَارِبُۜ اَفَلَا يَشْكُرُونَ  ...


Onlar için bu hayvanlarda (daha pek çok) yararlar ve içecekler vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?

وَلَهُمْ ف۪يهَا مَنَافِـعُ وَمَشَارِبُۜ

Vav atıftır. Ayetin ilk cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Lehum, mahzuf mukadder habere muteallıktır. Menâfiu ve meşâribu kelimeleri muahhar mübtedadır. Cümlede müsnedün ileyh olan menâfiu - meşâribu kelimelerinin nekre gelmesi tazim ve kesret ifade etmiştir. Bu kelimeler muhtehel cumû oldukları için tenvin almamışlardır. 

لهم şeklindeki câr-mecrûrda onlara ait olan zamir, فيها şeklindeki hayvanlara ait olan zamire takdim edilmiştir. Çünkü kelam onlar hakkındadır. Hayvanlar ise onlar için yaratılmıştır. Dolayısıyla insanlar onların varlığı için bir sebeptir ve illettir. Dolayısıyla hayvanlara ait zamir daha sonra gelmiştir. Daha sonra insanlar için hayvanlarda olan bineğe binmek ve yemek dışındaki deri-post, bekçilik gibi faydalar zikredilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

اَفَلَا يَشْكُرُونَ

Mukadder isti’nafa matuftur. Hemze inkari istifham harfidir. Cümle istifham üslubunda talebi inşa cümlesi formunda gelmiş olmasına rağmen mana itibariyle inkar ve kınama kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkeptir.

أَفَلَا يَشْكُرُونَ (Hala şükretmezler mi?) Yani bunlar, üzerlerindeki nimetin devam etmesi için şükretmeye sevk etmez mi, demektir. Bu cümle soru şeklinde gelmiştir. Çünkü böyle durumlarda soru kişiyi onaylamaya teşvik eder. Aksinin kötü olacağına delalet eden bir üslubdur. Sebep ifade etmek için fe harfi gelmiştir. Çünkü şükre davet eden şeyler, yani nimetler zikredilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 74. Ayet

وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اٰلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَۜ  ...


Belki kendilerine yardım edilir diye Allah’ı bırakıp da ilâhlar edindiler.

وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اٰلِهَةً 

Takdiri bir isti’nafa matuf veya isti’naf cümlesidir. Müsbet fiil siygasıyla gelen cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Min dûnillâhi mahzuf mefule müteallıktır. Birinci meful olan âliheten’in tenkiri tahkir ifade eder. Dûnillahi izafeti lafzı celalin şanı içindir. Allah isminde tecrit sanatı vardır. Sülasisi ehaze olan ittehazû fiili iftiâl babındadır. İftiâl bâbı fiile, mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut, hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.

لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَۜ

Beyani istinaf olan bu cümle fasılla gelmiştir. Gayrı talebi inşai isnadtır. Lealle, inne gibi ismini nasb, haberini ref eder. Haberinin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil ayrıca muhatabın hayal gücünü uyarır.

Lealle, umulur ki manasında reca harfidir. Fakat Allah Teala’ya isnad edildiğinde onun herhangi bir şeyi umması muhal olduğundan, “olması için”, “olsun diye” şeklinde anlam verilir.

Yâsin Sûresi 75. Ayet

لَا يَسْتَط۪يعُونَ نَصْرَهُمْۙ وَهُمْ لَهُمْ جُنْدٌ مُحْضَرُونَ  ...


Onlar, ilâhlar için (hizmete) hazır asker oldukları hâlde, ilâhlar onlara yardım edemezler.

Beyani isti’naf olan cümle fasılla gelmiştir. Menfi fiil cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır.

Ayetin ikinci cümlesindeki vav, atıf veya haliyedir. Cümle isim cümlesi formunda gelmiştir. Faidei haber ibtidai kelamdır. Lehum, cundun’un mahzuf haline muteallıqtır. Cundun’daki tenvin tahkir içindir.

Sülasisi tavea olan istetîûne fiili istif’âl babındadır. Bu bab fiile, taleb, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve i’tikad gibi anlamları katar.

Ve hum lehum cundun muhdarûne (Onlar ilâhlar için, hazırlanmış askerlerdir) cümlesinde teşbîh-i belîğ vardır. Yani, onlara hizmet etme ve onları savun­ma hususunda asker gibidirler. Teşbîh edatı ile teşbih yönü söylenmemiş, böylece teşbîh-i belîğ olmuştur. (Safvetü’t Tefâsir)
Yâsin Sûresi 76. Ayet

فَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْۢ اِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ  ...


(Ey Muhammed!) Artık onların sözü seni üzmesin. Çünkü biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.

Fe isti’nafiye veya fasihadır. Mukadder şartın cevap harfi olmasına da cevaz vardır. nahiyedir. Cümle nefiy üslubunda talebi inşai isnadtır.

Ayetin ikinci cümlesi innâ na’lemu… ta’liliye olarak fasılla gelmiştir. İnne ile tekid edilmiş cümle faidei haber talebi kelamdır. İnne’nin haberinin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudus ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil ayrıca muhatabın hayal gücünü uyarır.

Mâ yesurrûne ve mâ yu’lınûne ibaresi hakkında Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Bu cümlede mâ harfi ismi mevsuldur. Aid zamir mahzuftur. Yani onların sapkın inançlarından gizledikleri şeyleri, sana olan düşmanlıklarını ve benzeri şeylerin hepsini bildiğimiz gibi; şirk koşmak, seni yalanlamak gibi açıkladıkları her şeyi de biliyoruz, demektir. Bu harfin masdariyye olması da caizdir. Yani onların gizlediklerini ve açıkça yaptıklarını biliyoruz demektir. Bu durumda mefuller mahzuftur, ya da bu fiiller lazım menziline konmuştur. İlk akla gelen mana evladır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yusırrûne (gizliyorlar) - yu’lınune (açıkça yapıyorlar) kelimeleri arasında tıbak-ı icâb sanatı vardır.
Yâsin Sûresi 77. Ayet

اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ  ...


İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.

İnsanın kendi yaratılışı üzerinde düşünmeyi bir kenara bırakıp, küstahça bir tavırla yüce yaratıcının ve peygamberinin bildirdiklerini yalnızca aklıyla yargılamaya kalkışmasının ne kadar çelişkili olduğu bir örnek ışığında ortaya konmaktadır. Bu örnekte iki nesne (nutfe ve çürümüş kemik) kıyaslanmaktadır. Bunlardan nutfe, Kur’an’daki kullanımlarına göre erkeğin menisi veya döllenmiş hücre (zigot) mânasına gelmektedir. Böylesine önemsiz görünen bir cismin belirli süreçlerden geçtikten sonra yetişkin bir insan haline gelebilmesini sağlayan bir irade ve kudretin yani yaratıcının bulunduğunu kabul eden kişinin –ki başka âyetlerde belirtildiği üzere müşrik Araplar evrenin ve evrendeki varlıkların yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ediyorlardı–, işte bu gücün çürümüş kemiğe de can verebileceğini yadırgamaması gerekir. Ne var ki Resûlullah’ın peygamberliğini ve onun bildirdiklerini, dolayısıyla öldükten sonra dirilme gerçeğini kabul etmemek, sonuç olarak da Allah’ın yanı sıra başka mâbudlara tapma esasına dayalı kurulu düzenlerini sürdürmek için kırk dereden su getiren Mekke müşrikleri, akıllarınca bu tür örneklerden de yararlanarak alaycı ifadelerle çevrelerindekileri etkilemeye çalışıyorlardı. Tefsirlerde bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak şöyle bir olaya yer verilir: Müşriklerin önde gelenlerinden biri Hz. Peygamber’e elinde çürümüş bir kemik parçasıyla gelir ve onu ufalayıp, “Böyle un ufak olduktan sonra Allah bunu diriltecek öyle mi?” der. Resûl-i Ekrem de “Evet. Nitekim O seni de öldürecek, sonra diriltip cehenneme atacak!” cevabını verir. Rivayetlerde Resûlullah’la konuşan kişi ile ilgili olarak Übey b. Halef, Âsî b. Vâil, Ebû Cehil ve Velîd b. Mug^re isimlerinin geçmesi, olayın benzerlerinin birkaç defa meydana gelmiş olması ihtimalini düşündürmektedir (İbn Âşûr, XXIII, 73; rivayetler için ayrıca bk. Taberî, XXIII, 30-31; İbn Atıyye, Abdullah b. Übeyy’in adının zikredilmesini haklı olarak eleştirir; IV, 463-464). Fakat en çok adı geçen Übey b. Halef’in, isimleri belirtilen diğer kişilerin bulunduğu bir toplulukta, “Muhammed Allah’ın ölüleri dirilteceğini söylüyor, bunu onunla tartışacağım!” dedikten sonra çürümüş bir kemik alıp Resûlullah’a gittiği rivayeti daha mâkul görünmektedir (Zemahşerî, III, 293). Râzî’nin belirttiği üzere önemli olan, özel sebep ne olursa olsun sözün genelinden çıkan mânadır, ki bu da Allah’ın kudretini ve haşri inkâr eden zihniyetin mahkûm edilmesidir (XXVI, 107-108). 79. âyetin son cümlesinde geçen halk kelimesi hem “yaratma” hem “yaratılanlar” (mahlûkat) anlamına geldiği için, bu cümle genellikle bu iki mânayı da yansıtmak üzere şu şekilde açıklanmıştır: Allah Teâlâ, yaratılanların hepsini bütün ayrıntılarıyla, her birini toplanan ve dağılan parçalarıyla, usulü ve fürûu, içinde bulunduğu durumları, nitelik ve nicelikleri, her türlü özellikleriyle bilir; yaratmanın da her türlüsünü, maddeli-maddesiz, aletli-aletsiz, örnekli-örneksiz, ilkin ve sonra her çeşidini bilir (Elmalılı, VI, 4041).

 

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 513-514
Bir defasında Resûl-i Ekrem Efendimiz avucunu diliyle hafifçe ıslatıp işaret parmağıyla elindeki tükürük zerresini gösterdi ve şunları söyledi. Aziz ve Celil olan Allah Teâla buyuruyor ki:’ Ey Âdemoğlu! Ben seni şöyle bir şeyden yaratmışken, benim aciz olduğumu nasıl söylersin?’ Sonra eliyle boğazını göstererek Cenab-ı Hakk’ın buyruğunu anlatmaya devam etti:’ Canım şuraya gelince sadaka veriyorum dersin;  o sırada sadaka vermenin ne faydası var?”
(İbni Mace ,Vesâyâ 4; Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV,210).

اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ 

Hemze istifham, vav isti’nafiyedir. Lem muzariyi cezm ederek manasını menfi maziye çevirmiştir. Cümle istifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Fakat mana itibariyle soru sorup cevap bekleme kastı taşımamaktadır. Bu nedenle terkib mecaz-ı mürsel mürekkeptir. 

Enne ve medlûlu cümle masdarı müevvel olarak nasb mahallinde, yera fiilinin iki mefulü yerindedir. İnne’nin haberinin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudus ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil ayrıca muhatabın hayal gücünü uyarır.

Min nutfetin’in tenkir tahkir ifade eder. 

Ayette mütekellim Allah Teala olduğu için cümlede tecahülü arif sanatı vardır.

Buradaki sorudan maksat, Allah'ın nutfeden yarattığı insanın haline şaşmaktır. İnsan Rabbine inatla karşı çıkmış, hasım olmuştur ve üzerindeki nimetin karşılığı, Rabbine karşı açıkça düşmanlığını ortaya koyması olmuştur. فإذا  tabirinde fe harfi takip ifade eder. Yani bunun arkasından hemen Rabbine düşman olmuştur demektir. Bu harf aynı zamanda sebep ifade eder. Sanki bu yaratılış onun küfrünün ve yaratıcısına düşman kesilmesinin sebebi olmuştur. Bu da son derece şaşılacak ve olmayacak bir şeydir. Çünkü muamelelerimizde ve ananelerimizde adet olan şey iyiliğin şükre ve üzerindeki güzelliğin ve faziletin itirafına sebep olmasıdır. Bu fe harfi burada her iki manayı yani takip ve sebep manalarını birden ifade etmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Kendi yaradılışı üzerinde düşünmeyi bir tarafa bırakıp küstahça bir tavırla ölümden sonra dirilişi sorgulayan insan tipini, soru üslubuyla konu edinen bu âyeti müfessirimiz şöyle izah eder: Âyetteki istifham, haşri reddedenlerin inkârlarını gâyet beliğ (ince) bir şekilde yersiz ve yakışıksız gösterme تقبيح anlamındadır. Bu durumu şaşılması gereken bir şey, açık hasımlıkta ileri gitme, başlangıçta yarattığından daha basitini yaratma hususunda kudretini yok sayma, son derece değersiz bir şeyden (meniden), en değerli ve şerefli varlık olan insanı yaratma nimetine yalanlamayla karşılık verme kabul etmiştir. (Beydavi, IV, 442)

 

فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ 

İzâ’nın dahil olduğu isim cümlesi öncesine matuftur. Hüve mübteda, hasîmun haberdir. 

İzâ harfi müfâcee harfidir. Aniden oluş bildirir. Yani insanın kendisine yapılan iyiliğe karşılık böyle yapması beklenmez ve bu iş aniden olmuştur, demektir.

Mübîn kelimesi de insanın aklî kuvvetine işaret eder. Hak Teâlâ bu kelimeyi tercih etmiştir. Çünkü insan anlatırken anlatmadığı zamankinden daha üstün bir derecededir. Çünkü açıklama yapanın aklında birşey zuhur etmiştir ve sonra bu hususu açıklamıştır. O halde ayetteki bir nutfeden kelimesi insanın en düşük haline, apaçık bir hasım ifadesi de en üstün haline işaret eder.

Hafâcî'nin haşiyelerinde inkar harfinin arkasından takip ifade eden fe harfi ve müfâcee harfi olan izânın gelmesinin, gerekenden farklı olarak taaccübü takviye ettiği yazılıdır. İnsan kelimesinin marife olarak gelişiyle cins manası kastedilmiştir. Hasîm kelimesi ile kastedilen ise mutlak olarak ba'si inkar eden kafirdir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Hasîmun mübalağa kalıplarındandır.

Yâsin Sûresi 78. Ayet

وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ  ...


Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: “Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?”

وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ 

Makabline matuf ilk cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Ve nesiye halkahu, bu cümleye vav’la atfedilmiştir. Her iki cümle de faidei haber ibtidai kelamdır. 

 

قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ

Beyani isti’naf olarak fasılla gelmiştir. Cümle fiil ve mefülünden müteşekkildir. Qâle fiilinin mefulü olan mequlül qavl cümlesi istifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Inşai olduğu halde soruda asıl kastedilenin istihza olması sebebiyle cümle mecazı mürsel mürekkeptir. Men istifham ismi mübteda, yuhyi onun haberidir. Ve hiye ramîmun cümlesi elızâme’nin halidir. Hal cümleleri itnabtır.

 Bize bir misal getirdi acayip bir durum temsil etti, o da ölüleri diriltmeye kudretinin olmamasıdır ya da Allah'ın yaratmasını kendilerinin aciz olduğu bir şeye benzetmesidir. Ve kendi yaratılışını unuttu, yani onu yaratmamızı. Çürümüş kemikleri kim diriltir? dedi. Onu yadsıyarak ve akla uzak görerek. Ramîm çürümüş kemik demektir. Belki de fâil veznindedir, ism-i fâil manasınadır; rammeş şey'ü'den gelir, sonradan genelleşerek isim olmuştur. Onun için de burada müennes kılınmamıştır. Ya da ism-i mef'ûl manasınadır, çürütmekten gelir. Bunda kemiğin de hayat sâhibi olduğuna ve ölümün diğer organlar gibi ona da etki edeceğine delil vardır. (Beydavi)

Yâsin Sûresi 79. Ayet

قُلْ يُحْي۪يهَا الَّـذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ  ...


De ki: “Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.”

Peygamber aleyhisselam şöyle buyurdu: “Bir adam yaşamaktan ümidini kesince ailesini şöyle vasiyet etti:’ Ben ölünce çokça  odun toplayıp yakın, cesedimi onun için atın. Yanmış kemiklerimi iyice ezip un haline getirin. Şiddetli rüzgârın estiği bir gün  onu denize savurun. ‘Ailesi de bu adamın dediklerini yaptı. Allah Teala bu adamın zerrelerini bir araya getirdi ve ona “Niçin böyle yaptın?” diye sordu. Adam “Senin azabından korktuğum için öyle yaptım, Yâ Rabbi!” deyince,Cenâb-ı Hak onu bağışladı. 
( Buhari, Enbiya 54, Rikak 25 ,Tevhit 35; Müslim, Tevbe 27 -28).

İsti’naf cümlesidir. Fasılla gelmiştir. Emir uslubunda talebi inşai isnadtır. Mequlül qavl cümlesinde has ismi mevsul ellezî, fail olarak mahallen merfudur. Müsnedün ileyhin, ismi mevsulle marife olma sebeplerinden biri de burada olduğu gibi tazim ve teşrif ifade etmesidir. Enşeehâ sıla cümlesidir. Evvele, mefulu mutlaktan naib veya zarftır. 

Ayette Allah teala kafirlerin sözlerine akli deliller getirerek cevap veriyor. Bu ikna ve isbat tarzı, mezhebül kelami sanatıdır.

Son cümle sıla cümlesine matuftur. Huve mübteda alîmun haberdir. Car mecrurun amiline takdimi kasır ifade eder. 

Enşeehâ - halqın kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.

عليم (Çok iyi bilir) kelimesi عالم (Bilir) kelimesinin mübalağa şeklidir, بكل خلق (Her yaratmayı) ibaresi, bu mübalağa şeklini gerektirmiştir. Bu ayetin son kısmında isim cümlesinin gelmesi Allah Teâlâ'nın ilminin yaratma gibi olmadığına, devamlı olduğuna tenbih içindir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

78-79 Bu âyetlerde olduğu gibi soruyu reddederken (tersinin doğru olduğunu öne

sürerek) müsned zikredilebilir. (Kur’an Işığında Meâni İlmi)

Yâsin Sûresi 80. Ayet

اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْاَخْضَرِ نَاراً فَاِذَٓا اَنْتُمْ مِنْهُ تُوقِدُونَ  ...


O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratandır. Şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz.

Ölüden dirinin çıkarılması ile ilgili tereddüt ve itirazlara karşı verilen bu örnekte yine birbirine tamamen zıt görünen iki özellikten ve birincinin diğerine dönüşmesinden söz edilmektedir: Islaklık ve ateş. Âyette ağaç için yeşil sıfatının kullanılması renk belirtmek için değil, bu durumdaki ağacın temel özelliği olan ıslaklığa dikkat çekmek içindir (İbn Âşûr, XXIII, 76-77). Yemyeşil ağaçtan ateş çıkarma, genellikle, bedevî Araplar’ca iyi bilinen merh ve afar adlı ağaçların –ikisi de yemyeşil ve üzerlerinden su damlarken– birbirine sürtülmesiyle ateş çıkması olayı olarak açıklanmıştır. Bunların biri dişi diğeri erkek olarak düşünülmüştür. Bazı müfessirler, “Her ağaçta ateş vardır; ama merh ve afarda bolca bulunur” anlamındaki meşhur sözü de dikkate alarak burada maksadın ağaç cinsi olduğunu ve bu iki türün örneklendirme amacıyla zikredildiğini belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 294). 

 

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 515

Müzekker müfret has ismi mevsul önceki ayetteki mevsulden bedeldir. Ceale sıla cümlesidir. 

Ayetin sonunda isim cümlesine dahil olan iza mufacee harfidir. Entum mübteda, tûqıdûne haberdir. Haberin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudus ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil ayrıca muhatabın hayal gücünü uyarır.

Nâren - tûqıdûne kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı, ellezîne’nin tekrarında cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.

فَإِذَا أَنْتُمْ مِنْهُ تُوقِدُونَ (İşte bakın (ateşi) ondan (çakıp) alıyorsunuz) ibaresinde haber موقودون (Tutuşturursunuz) şeklinde isim değil, fiil olarak gelmiştir. Çünkü ihtiyaç duyunca bunu yaparlar. Hudûsa delalet etmek üzere fiil tercih edilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yeşil ve kırmızı manasını bir araya getirmekte olup bu da Tedbîc Tıbakı’dır. (Zerkeşî, Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, C. 3, s. 455.)

Yâsin Sûresi 81. Ayet

اَوَلَيْسَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْۜ بَلٰى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَل۪يمُ  ...


Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, onların benzerini yaratmaya gücü yetmez mi? Evet yeter. O, hakkıyla yaratandır, hakkıyla bilendir.

Göklerin ve yerin ihtişamına ve bunların yaratılışındaki sırlara işaret eden âyetlerden sonra, aklını kullananlara, Allah Teâlâ’nın insanları diriltip huzuruna getirmeye kadir olup olmadığı hususunda bir soru yöneltilmekte ve hemen ardından O’nun ilminin ve yaratma gücünün sonsuzluğunu belirten sıfatlarına vurgu yapılarak hiçbir tereddüt bırakmayacak biçimde soru cevaplanmaktadır: Elbette kadir. “Onların benzerini yaratmaya kadir değil mi?” diye tercüme edilen soruda, “onların benzeri” anlamına gelen mislehüm tamlamasının geçmesi İslâm âlimlerini, öldükten sonra diriltilmenin nasıl gerçekleşeceği problemi üzerinde durmaya yöneltmiştir. Bu ifadenin başka âyet ve hadislerle birlikte değerlendirilmesi neticesinde âlimler, öldükten sonra diriltilmenin sadece ruhanî değil aynı zamanda bedenle de (cismanî) olacağı kanaatine ulaşmışlardır (bu konuda bilgi için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Acbü’z-Zeneb”, DİA, I, 319-320; a.mlf., “Ba‘s”, DİA, V, 98-100; Süleyman Toprak, “Haşir”, DİA, XVI, 416-417). Fakat âhiret hayatıyla ilgili olduğu dikkate alındığında, bu olay için dünyadaki tasavvurlarımıza göre bir keyfiyet biçmemizin doğru olmayacağı, bedenle haşrin de âhirete mahsus bir şekilde gerçekleşeceği söylenebilir. Bu ve benzeri âyetlerdeki asıl amacın, diriltmenin mahiyetine ilişkin ayrıntı vermek değil, mahlûkatı ilkten yaratmaya muktedir olan Allah Teâlâ’nın tekrar yaratma gücünden kuşku duyulmasının tutarsızlığını ortaya koymak olduğu anlaşılmaktadır. 

 

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 515-516
اَوَلَيْسَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِقَادِرٍ عَلٰٓى اَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْۜ

Hemze istifham, vav atıf harfidir. Atıf mukadder bir cümleyedir. Ayetin ilk cümlesi istifham üslubunda gelmiş talebi inşai isnadtır. Leyse naqıs fiildir. Ellezî ismidir, halaqa mevsulün sılasıdır. Leysenin haberi olan biqâdirin’e dahil olan bi harfi zaidtir. Tekid ifade eder. Biqâdirin lafzen mecrur mahallen mansubtur.

En ve masdarı müevvel alâ ile birlikte biqâdirin’e muteallıqtır.

Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen cümle ikrar kastı taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkeptir.

Bahru'l Muhît'te şöyle yazılıdır: Daha sonra nutfeden insan yaratmak ve ölüleri diriltmekten daha garip ve mükemmel olan; sırf yokluktan, hiçlikten yaratılan muazzam mahlukat zikredilmiştir.

Rûhu'l Meânî'de ise şöyle yazılıdır: Hemze; inkar ve nefiy, vav makamın gerektirdiği mukadder bir matufun aleyhe atıf içindir.

 بَلٰى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَل۪يمُ

Belâ, menfi soruya cevap harfidir. Yani belâ huve qâdirun demektir. Vav atıftır. Huve mübteda, elhallâqu haberdir. 

Essemâvati - elardi kelimeleri arasında muraatün nazir, elhallâqu - yahluqa kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.

الخلاق العليم isimleri bu iki vasıfta hiçbir ortağı olmadığına işaret için marife olarak gelmiştir. Zira insan bu kelimenin manalarından herhangi birini taşıyacak şekilde yaratıcı olabilir ve buna takdir denir, ayrıca alîm olarak da vasıflanabilir. Ama Allah'dan başkası الخلاق العليم olarak vasıflanamaz. Yani bu elif-lâmlar bu iki vasıftaki kemalata ve kasır manasına delalet etmek için gelmiştir. Böylece kimin kemal bir şekilde ilim ve yaratma sıfatıyla vasıflandığı zikredilmiştir. 79. ayette geçen وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ (O, her yaratmayı hakkıyla bilendir) ibaresinde Allah Teâlâ'nın kendisini alîm olarak nekire bir isimle vasıfladığı, niçin bu vasfın marife gelmediği sorulabilir.

O ayette بكل خلق ibaresi geçmiştir. Her şeyi bilen Allah'tan başkası yoktur. Çünkü her mahlukatı çok iyi bilen sadece Allah'tır. Dolayısıyla bu ismin marife olması gerekmez.

İnsanı, semâvât ve arzı yaratmak zikredildiğinde; yaratma fiili marife olarak ve mübalağalı bir kalıpla gelmiştir ki yaratma fiilini ne kadar çok tekrarladığı ve bunun hem mahlukatta hem kainatta sûrekli olarak devam ettiği ifade edilsin.

 قادر ibaresindeki be harfi zaiddir, tekid ifade eder. Çünkü inkar makamında gelmiştir. Mahlukatın benzerini yeniden yaratmaya olan kudretini tekit ederek gelmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 82. Ayet

اِنَّـمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـٔاً اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ  ...


Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.

Zemahşerî, buradaki ifadenin Allah Teâlâ’nın evrendeki egemenliğinin mutlak olduğunu, irade buyurduğu bir şeyi gerçekleştirmek için vasıtaya ihtiyacının bulunmadığını ve O’nun hakkında zorluk, yorgunluk gibi yaratılmışlara ait kusurların düşünülemeyeceğini vurgulayan mecazi bir anlatım olduğu kanaatindedir (III, 294). Katâde, bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak Arap dilinde “kün” (ol) demekten daha kolay bir ifade bulunmadığını belirtir (Taberî, XXIII, 32). Esasen “kün” kelimesinin basit yapısı da konuyu bizim zihnimize yaklaştırma amacı taşır (ayrıca bk. Bakara 2/117).

Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 516

Ta’lil hükmünde isti’naf cümlesidir. İnnemâ kâffe ve mekfufedir. Emruhû mübtadadır. İzâ şart manası taşıyan, cümleye muzaf olan gayrı cazim, mustakbel manalı zaman zarfıdır.

Şart  fiili muzafun ileyh olan, erâde’dir. Şartın cevabı mahzuftur. Şart ve cevabından oluşan cümle itiraziyyedir. Şeyen’deki tenvin tazim ve kesret ifade eder.

En harfi yeqûle fiilini nasb ederek manasını masdara çevirmiştir. En ve masdarı müevvel, ref mahallinde mübtedanın haberidir. 

Kun, yeqûle fiilinin mequlul qavlidir. Kun, emir sıygasında talebi inşai isnadtır. Fe fasiha, yekûne fiili mahzuf mübtedanın haberidir. Mübtedanın hazfı icaz-ı haziftir.

Kun - yekûne kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.

İnnemâ kaffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; meneden alıkoyan anlamında olup, buradaki ma i kâffeden kasıt ise, inne harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan demektir. 

En yeqûle lehû kun feyeqûne (Yüce Allah'ın o şeye ol demesidir. O da derhal oluverir) cümlesinde istiâre-i temsîliyye vardır. Yüce Allah, kudretinin eşyaya tesir ve etkisinin süratini, hiç beklemeden ve diretmeden, kendisine itaat edilen kimsenin emrine benzetti. Zira O bir şey istediğinde o şey, emri geciktirmeden hemen oluverir. Bu, latîf istiârelerdendir. (Safvetü’t Tefâsir)

Yâsin Sûresi 83. Ayet

فَسُبْحَانَ الَّذ۪ي بِيَدِه۪ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ  ...


Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.

Sûre, yüce Allah’ın mutlak ilâh ve rab olduğunun en veciz ifadesi olan bir âyetle son bulmaktadır. “Egemenlik” diye çevirdiğimiz melekût kelimesi mülkiyette mübalağayı ifade eder; bununla, Allah Teâlâ’nın her şeyin sahibi ve mâliki olduğu, onlar üzerinde dilediği gibi ve hikmetine uygun olarak tasarruf gücünün bulunduğu anlatılmaktadır (Zemahşerî, III, 294).

Sonunda herkesin Allah’a döndürülmesi, genellikle, mahşer günü verilecek hesap için bütün insanların O’nun huzuruna çıkarılması şeklinde açıklanır. Bazı müfessirler bu dönüşün izahı sadedinde, iman sahiplerinin 20. âyette zikri geçen mümin kişi gibi koşarak ve kendi istekleriyle Allah’a yöneleceklerini, ilâhî bağış ve ikrama erişmek istemeyen münkirlerin ise zorla O’nun huzuruna sevkedileceklerini belirtirler.

 


Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 516

Fe mukadder şartın cevabının başına gelen rabıtadır. Ayette icaz-ı hazif vardır. Subhane mahzuf fiilin mefulu mutlakıdır. Has ismi mevsul ellezî, muzafun ileyhtir. Sıla cümlesinde takdim tehir ve icaz-ı hazif vardır. Biyedîhi, mahzuf mukaddem habere muteallıktır. Melekûtu kulli şeyin, muahhar mübtedadır. Bu takdim kasır ifade eder.

Ayetin son cümlesi ve ileyhi turceûne sılaya matuftur. Cümlede takdim tehir vardır. İleyhi amili turceûneye takdim edilmiştir. Bu takdim kasır ifade eder. Turceûne maksur ve sıfat, ileyhi maksurun aleyh ve mevsuftur. Dönüş sadece onadır, başkasına değildir şeklindeki  anlam, etkili ve kesin bir ifadeyele belirtilmiştir.

Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Bu ibare, Allah Teâlâ'nın tercihini, yüce vasıflarını ve bu izzetin, şanın karşısında yapılan şeylerin ne kadar acayip olduğunu ifade eder. Fe harfi cezâiyye, yani Bu bilindiği vakit işte o Allah sübhandır demektir veya sebebiyyedir, yani Bu söylenen şeyler onun tenzihi sebebiyledir demektir.

فسبحان kelimesindeki fe harfi sebep ifade eder. Çünkü bu tabir mahlukatı üzerindeki nimetlerin, semâvât ve arzdaki müthiş yaratma fiili ve sınırsız kudretinin ifadesinden sonra gelmiştir. Bu da O'nun her şeyin otoritesini elinde tutan bir yaratıcı olduğunun zikredilmesiyle tenzihini gerektirmiştir. 

Haber olan بيده şeklindeki câr-mecrûr takdim edilmiştir. ملكوت كل شيء ibaresi mübtedadır. Bu takdim kasır içindir. Yani her şeyin melekûtu sadece O'nun elindedir, başka hiç kimsenin bu melekûtta bir payı yoktur. O'nun dışındakilerin elinde hiçbir şey yoktur.

Fethü'l Kadîr'de ise şöyle yazılıdır: Arapça'da melekût kelimesi mülkteki mübalağayı ifade eder. Ceberût ve rahamût kelimeleri de böyledir. Adeta külli olarak her şeyin otoritesinin onun elinde olduğunu ifade eder. 

Sonra da وإليه ترجعون (Siz ancak O'na döndürül(üp götürül)eceksiniz) buyurularak melekûtteki bu tasarrufun dünyaya mahsus olmadığı ifade edilmiştir.  Dünyada olduğu gibi ahiretteki tasarruf da onun elindedir. Geri dönüş, varılacak yer O'dur.

وإليه ترجعون ibaresinde câr-mecrûr fiile takdim edilmiştir. Böylece geri dönüşün başkasına değil, sadece ona mahsus olduğu ifade edilmiştir.

Melekût, rahamût ve rahabût gibi mübalağa ifade eder. Yani tam bir mülkiyettir. Subhân kelimesinden sonra gelmesinde herşeyin malikinin Allah olduğuna, Allah'ın  herşeye kâdir olduğuna, dolayısıyla O'na tesbih edilmesi gerektiğine ima vardır. Melekût; ğayb alemi ve emr alemi olarak tefsir edilmektedir. وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (Siz ancak O'na döndürül(üp götürül)eceksiniz) cümlesi Allah Teâlâdan  başkasına dönmeyeceklerini ifade eder. Bu; kabul edenler için bir vaad, inkâr edenler için bir vaîddir (tehdit). Hitap umumi olarak hem müminlere, hem de müşrikleredir. Bu ayet tevhidi ve haşrı kesin olarak ifade eder. فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ (Herşeyin mülk-ü tasarrufu (ve kudreti) kendi elinde bulunan) ifadesi Allah'ın bu konuda tek olduğunu, hiçbir ortağı olmadığını ifade ederken; bu son bölüm de haşrı ispat eder. Bu sûrede imanın bütün rükünleri zikredilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Siz ancak O'na döndürül(üp götürül)eceksiniz cümlesi hem vaad hem vaid ifade ettiği için idmac vardır. 

Kur’ân sûrelerinin bitişi de girişi gibi belîğdir. Sûreler o kadar güzel bir şekilde sona ermiştir ki muhâtab artık başka bir şey duymak istemez. Sûreler; duâ-vasiyet, farzlar, tahmîd ve tehlîl, öğüt, vaad ve vaîd gibi sûrede işlenen konuya uygun bir sözle sona erer. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Bedi İlmi)

<
Sayfadan Gönüle Düşenler
Sosyal medyadan önce insanın dünyası daha küçüktü. Belli insanlardan ve belli mekanlardan oluşuyordu. İnternetin ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla beraber bu dünya büyüdü. Kimisi buna daha sağlıklı adapte olurken, kimisi olamadı. Kendisini fazlasıyla paylaşanlar ve kendisini gördükleriyle kıyaslayanlar çoğaldı. 

Araştırmalar; sosyal medya kullanımının artmasının yanında narsisizm ve depresyonda da artış olduğunu gözlemliyor. Sosyal medyayla bağlantılı depresyonu ele alırsak; fazlasıyla paylaşım yapan hesaplara bakarak hayatında ve kendisinde şükür edecek bir şeyin olmadığını söyleyenlerden bahsedebiliriz. 

Suçu sosyal medyaya veya paylaşım yapanlara atmak kolaya gelir. Ancak; insanın kendisine ve sosyal medyada gördüklerine olan bakış açısını değiştirmesi daha net bir çözüm olacaktır. İnsan, şükür edecek bir şey bulamaması mümkün değildir. Zira; şükürsüzlüğünün asıl sebebi, elindekileri ve alemde gördükleri üzerinde yeterince düşünmemesidir. 

Kul, Allah’ın tefekkür çağrısına itaat eder de kendi yaratılışını, yaşadığı yeryüzünü, diğer canlıları, yediklerini ve içtiklerini düşünürse; şükür sebebinin çokluğuna hayran kalır ve hamd eder. Belki bu şekilde düşünmeye alışması zaman alır ama Allah’ın yardımıyla insan öğrenmeye ve adapte olmaya açık bir varlıktır. 

Ey Allahım! Bizi şükür eden, düşünmesini bilen ve aklını kullanan kullarından eyle. Nankörlüğün her halinden Sana sığınırız. Gördüğümüz, işittiğimiz ve hissettiğimiz her şeyde Seni ananlardan ve Senin kudretin ile rahmetini hatırlayanlardan eyle. Senin razı olduğun özelliklerimizi geliştirmemizde ve Senin sevmediklerini ise düzeltmemizde yol göstericimiz ve yardımcımız ol. 

Amin.