بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ
Vav isti’nafiye, mâ nafiyedir. Menfi fiil cümlesi,faidei haber ibtidai kelamdır. Ayetteki nekra kelimeler ve zaid harfler olumsuzluğun umumi manada olduğunu kuvvetlendirmektedir.
Enzelnâ kelimesinde irsad sanatı vardır.
Ve mâ kunna munzilîne cümlesi itiraziyye veya ta’liliyedir. Anlamı kuvvetlendirmek için yapılan itnabtır.
Enzelnâ - münzilîne kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatı, min ve ma’larda cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır:
Ayetin başında وما أنزلنا (indirmedik) buyurulmuşken ayetin sonunda tekrar وَمَا كُنَّا مُنْزِلِينَ (İndiriciler de değildik) buyurulmasının ne faydası olduğu sorulabilir.
وما كنا (Değildik) ifadesi; indirmemiz uygun da olmaz, çünkü bu sonuç, indirmeden yerine gelir, bundan dolayı indirmedik, indirmeye ihtiyaç da duymadık manasındadır. Ya da ayetteki indirmedik, indiriciler de değildik ifadeleri, bu hadisede indirmedik ve diğer hadiselerde de indirmiş değildik manasındadır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Arkadan بعده değil, من بعده buyurulmuştur. Bu da onlara azap indirmesinin bu olayın hemen arkasından olduğunu, araya bir mühlet girmediğini gösterir. Çünkü min harfi ibtidâu’l gaye harfidir, gayenin başlangıcını ifade eder. Bu harf olmaksızın بعده gelseydi, araya kısa ya da uzun bir zaman girmesi muhtemel olurdu. İbare görüldüğü gibi min harfi ile birlikte gelerek, onlara verilecek ceza için bir mühlet tanınmadığına, bu konuda acele edildiğine işaret edilmiştir.
Bahru'l Muhît'te şöyle yazılıdır: İbtidâü’l gaye harfi, kavmin bu adamı öldürmesinden sonra onlara herhangi bir rasûl gönderilmediği, uyarı yapılmadığı, aksine helakları için acele edildiğini ifade eder. من جند ibaresindeki min istiğrak ifade eder, yani ne az, ne de çok hiçbir asker gönderilmediğini ifade eder.
Burada Melek yerine Asker kelimesi tercih edilmiştir, çünkü makam ceza ve savaş makamıdır. Bunun için asker kelimesi daha münasiptir. Onlar Allah'a ve Rasûlüne savaş açmışlardır, Allah da onlara hiçbir askeri olmaksızın savaş açmıştır.
Olumsuzluk manası için ayette lem değil, mâ harfi gelmiştir. Çünkü bu harf, diğerinden daha kuvvetlidir. Bu kuvvetli nefiy harfi, istiğrak ifade eden min harfiyle desteklenmiştir. Böylece ayetteki mana hem kuvvetli olumsuzluk harfi olan mâ ile, hem de istiğrak ifade eden min harfiyle tekit edilmiştir. Burada lem değil de mâ harfinin kullanımını güzelleştiren bir şey daha vardır. Kur'ânî kullanımda istiğrak ifade eden min harfi hiçbir zaman lem ile kullanılmamıştır.
Yine ayette من السماوات değil, من السماء buyurulmuştur. Çünkü tekil olan semâ kelimesi daha kapsamlıdır. Gökyüzüyle birlikte havayı, bulutları ve umumi olarak semâ ile alakalı şeyleri de kapsar, Dolayısıyla semâvâtı ve daha fazlasını da ifade eder. Bu kelime istağrak ifade eden min harfinin zikriyle de daha münasiptir. Her ikisi de umum ve istiğrak ifade eder. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ
Ayet beyani isti’naf olarak fasılla gelmiştir. İn ve illa ile oluşan kasır kâne’nin ismi ve haberi arasındadır. Cümle faidei haber talebi kelamdır.
İzâ isim cümlesinin önüne gelerek mufacee harfi olmuştur. Feizâhum hamidûne cümlesi, makabline matuftur.
Yani tek bir sayhadan başka ne bir ceza, ne de benzeri başka bir şey var, demektir. Kânenin ismi gizli zamirdir. Nefiy harfi olarak lem veya illâ değil, in harfi gelmiştir. Zira in, mâ harfinden daha kuvvetlidir. Bunun için çoğunlukla illânın yanında kasır ifadesi için bu harf kullanılmıştır. Bunların bir arada geldiği yerler incelenirse bu dediğimiz mana açıkça görülür.
Ayette geçen vâhideten manayı tekit eden bir sıfattır ve iki mana taşır:
Allah'ın kudretini ve bu kişilerin değersizliğini ve zayıflığını mübalağalı olarak açıklar. Onların helak olmak için tek bir sayhadan fazlasına ihtiyacı yoktur. Kanenin ismi yeterince açık olduğu için gizlenmiştir. Zikredilmese de makam ona delalet eder.
Ayetteki fe harfi ve müfâcee ifade eden izâ, helaklarının ne kadar hızlı olduğunu ifade eder. Çünkü fe tertip ve takip manasındadır. İzâ da aniden oluşu anlatır. Bu iki harf bir arada geldiği vakit hem aniden oluşa, hem de sayha ile ölüp yok olmaları arasında bir mühlet olmadığına delalet eder. Fe yerine vav harfi gelseydi, takip manası ve bu sayha sebebiyle helak oldukları ifade edilmemiş olurdu. Çünkü vav harfi sebep ifade ermez, sadece tâbi olmayı ifade eder.
Dolayısıyla fe harfi gelerek hem sebep, hem de sürat manasını ifade etmiştir. Başka hiçbir harf bu manayı ifade edemez.
Tefsîrü'l Kebîr'de vâhiden kelimesinin, bu fiilin Allah'a kolay olduğu manasını tekit etmek için olduğu yazılıdır. فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ (Artık hemen sönü(p gidi)verenler(oldular)) cümlesinde de ne kadar çabuk helak olduklarına işaret vardır. Çünkü helakları sayhayla birlikte olmuştur, hiçbir gecikme söz konusu değildir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Helak edilen bir topluluğun söz konusu edildiği bu âyetin tefsîrinde müfessirimiz şunları kaydeder: Sönenler hâmidûn ifadesi, ölüler meyyitûne mânasınadır. Bu kimseler ateşe benzetilmişlerdir; çünkü canlı; alevi yükselen ateşi, ölü de külü sembolize eder. Nitekim şair Lebid şöyle demiştir: Kişi ancak yükselen alev ve ışığı gibidir; Öldükten sonra geriye kül olarak kalır. (Beydavi, IV, 431)
Şiirde istişhad mahalli, külün ölüye, canlının parlayan aleve benzetilmesidir. Bu açıklama buradaki istiarenin, istiare-i mekniyye olduğunu gösterir. (Konevî, XVI, 121)
يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِۚ مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ
يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِۚ
Ayet isti’nafiyedir. Nida üslubunda talebi inşai isnadtır. Hasreten münadadır. Mecazi manada bir sesleniştir. Alel ibâdi hasreten’e muteallıqtır.
En meşhur görüşe göre يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ (Ey kulların üzerine (çöken büyük) hasret (ve nedamet, hazır ol)) ibaresi, mecazen hasret diye nida eder, yani hasret gel beni kurtar der ve bu hasret olayın gerçekleştiği zaman meydana gelir manasındadır. Keşşâf'ta şöyle yazılıdır: Bu ibare kendilerini sarmış olan hasretedir. Adeta ona Ey hasret! Gel, derler. Bu, senin orada hazır bulunmanı gerektiren bir haldir. Onların rasûllerle alay ettikleri haldir. Onların üzülmeyi hak eden bir hallerini ifade eder. Ya da melekler, ins ve cinin müminleri, onların haline üzülür demektir.
Bu söz hakiki bir nida değildir. Bu nidadan maksat bu kulların ne kadar zor bir duruma düştüklerini ve üzerlerine binen bu ağır hasret duygusu nedeniyle bu durumdan kurtulamayacaklarını ve vicdanlarını dolduran bu gam ve pişmanlık duygularını açıklamaktır. Vicdanlarında bu üzüntü ve pişmanlığın olmadığı bir zerre yer yoktur. En ufak bir çıkış ışığı görünmemektedir. Pişmanlığın içinde adeta hapsolmuşlardır, ebedi olarak gam ve pişmanlık içinde kalacaklardır.
Bu mana son derece korkunç ve itici bir şekilde ifade edilmiştir. Sonradan büyük bir pişmanlık duyacağını bildiğimiz bir iş yapan kişi için söylediğimiz يا خسرته و يا ويله (Yazık ona, Vay ona) sözüne benzer. Bu sözümüz onun durumunu korkunç görerek başına gelecek müthiş kötülüğe işaret eder.
Bu nidanın sahipleri rasûlleri inkar eden ve onlarla alay eden kullardır.
من رسول (Herhangi bir peygamber) istiğrak ifade eder. Yani alay etmedikleri hiçbir peygamber yoktur. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
مَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ
Cümle beyani isti’naftır. Mâ nafiye, illa hasır edatıdır. Yestehziûne kâne’nin haberidir. Bihi amiline takdim edilmiştir. Kasır harfleri ve takdim kasrı ile tekid edilen cümle faidei haber inkari kelamdır.
Bihi şeklindeki câr-mecrûrun fiile takdimi ihtimam içindir. Çünkü kullara düşen şey kendilerine gelen rasûlleri kabul etmek, itaat etmek ve onlara ikramda bulunmaktır. Çünkü bu resuller Rablerinden kendilerine gönderilmiştir Ama bunlar bu rasûlleri istihza ve hor görmekle karşılamışlardır.
Rûhu'l Meânî müellifi, bu takdimin iddiâî kasr veya fasılaya riayet için olduğu görüşündedir. Bilindiği gibi mamulun amile takdimi, sadece hasr manası ile sınırlı değildir.
Evet, bu takdimle çoğunlukla hasr kastedilir. Ama başka maksatlarla da bu takdim yapılabilir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
اَلَمْ يَرَوْا كَمْ اَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ اَنَّهُمْ اِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ
Ayet isti’nafiyedir. İstifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Hemze inkari istifham harfidir. Cümle soru anlamında olmayıp, kınama azarlama manası taşıdığı için mecazı mürsel mürekkebtir.
Ayette mütekellim Allah teala olduğu için ayette tecahülü arif sanatı vardır.
Kem haberiyyedir. Mukaddem meful olarak mahallen mansubtur. Ehleknâ, yerev fiilinin iki mefulü yerindedir.
Ayetin enne ile tekid edilmiş son cümlesinde car mecrur amiline takdim edilmiştir. Enne’nin haberi olumsuz muzari fiil gelerek hükmü takviye, hudus ve teceddüt ifade eder. Enne ve masdarı müevvel, takdir edilen bi harfiyle birlikte ehleknâ fiiline muteallıqtır.
Bu ayette ennehum ileyhim lâ yerciûne cümlesinin kem edatından bedel olduğu söylenmiştir. (Nesefi, age., IV, 6.) Bedelin amili, mübdelun minhin amilinin aynısıdır. Buna göre, mübdelün minh kem’in amili ehleknâ fiili olduğuna göre aynı zamanda bu fiil ennehum ileyhım lâ yerciûne cümlesi (bedeli)nin amili de olmuş olur. Fakat ehleknâ ve ennehum ileyhım lâ yerciûne cümlelerinin arasında mana bakımından bir amel bir irtibat olmadığından böyle bir amel ilişkisinden söz edilemez. Yukarıdaki bedeliyyet görüşünü geçerli kılmak için kem edatını yerav filine ma’mul de yapamayız. Çünkü söz konusu edatın, cümlenin başında bulunması (sedâret) özelliği bu durumda ortadan kalkmaktadır. Bütün bunlardan sonra en doğru olanı, kem edatını ehleknâ için mukaddem bir meful olmasıdır. Kem ehleknâ cümlesi de ta’lik olunmuş (amelden lafzen engellenmiş) yerav fili için mefuldur. Ennehum ileyhım lâ yerciûne cümlesi mefulun leh’tir. (İbni Hişam, Kavâ’idu’l-İ’râb, I, 370.)
Yani geçmişte nice milletleri helak ettiğimizi görmüyor musunuz, ibret alasınız, demektir. Kem, teksir ifade eden haberiyyedir.
قرون lafzı, قرن (Yüzyıl) kelimesinin çoğuludur. Bununla ümmetler kastedilmiştir.
قبلهم ve من قبلهم ibarelerine gelince, min harfi ibtidâü’l gayedir ve direk olarak zamirden hemen önceki ve daha önceki zamanı ifade eder. قبلهم ise malum olduğu üzere hem yakın, hem uzak zamanı ifade eder.
كم أهلكنا من قبلهم (Biz onlardan evvel nice nesiller helak ettik) ibaresindeki tehdit, قبلهم ibaresinde olandan daha büyüktür. Çünkü yakın zamanda meydana gelen helak, uzak zamandaki helaktan daha ibret ve öğüt vericidir ve vicdanlardaki etkisi daha büyüktür. Yakın zamandaki helakın etkisi elbetteki eski zamanlardaki helaktan daha büyüktür. İşte bu yüzden tehdidin ve korkutmanın daha şiddetli olduğu yerlerde من قبلهم ibaresi kullanılmıştır.- قبلهم şeklindeki zarfın القرون kelimesine takdimi veya tehirine gelince, müşriklerin tehdidiyle alakalı olduğu görülür.
Müşrikleri tehdit kasdı varsa zarf takdim edilmiştir. Böyle bir şeyden bahsedilmediği yerlerde ise zarf tehir edilmiştir.
Zarftan sonra gelen zamirin tekil veya çoğul oluşu da bir maksada binaendir.
Tekil oluşu; bu kavmin bir sıfatının, bir halinin zikredilmesi ya da siyakın gerektirdiği başka bir sebeptir.
Bunların dışında umum ifade edilmek istendiğinde, Rablerinin helak olmuş bu kavimleri yeniden diriltip biraraya getireceğini açıklamak veya siyakın gerektirdiği başka bir sebep varsa çoğul zamir gelmiştir.
Burada ihtisas manasını ifade etmek için ileyhim şeklindeki câr-mecrûr takdim edilmiştir. Yani onlara dönmezler ama bana geri dönerler demektir. Bu ifadede haşra ve ölümden sonraki hayata ima vardır. Arkadan gelen ayette bu mana tekidli olarak ifade edilmiş ve şöyle buyurulmuştur.Yani câr-mecrûr takdim edilerek bu mana zımnen ifade edilmiş, takip eden ayette açıkça dile getirilmiştir. Muhatablar zamanında ve gelecekte dünyaya ikinci bir gelişin olmadığına delalet etmek için nefiy harfi olarak lem değil lâ gelmiştir. Çünkü lem gelseydi mazideki olumsuzluğu ifade eder, gelecekteki olumsuzluğu ifade etmezdi. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)وَاِنْ كُلٌّ لَمَّا جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ۟
Atıfla gelen ayette in ve lemma ile oluşan kasır, mübteda ve haber arasındadır. Mekan zarfı ledeyna’nın muteallaqı cemîun veya muhdarûne’dir. Muhdarûne ikinci haber veya cemîun için sıfattır. Ledeynâ izafeti muzafın şanı içindir. Küllün - cemîun kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.
İn nafiye, lemmâ illâ manasındadır.
كل mübteda, جميع haberdir. جميع kelimesi burada كلّ manasında değildir. Topluca manasındadır. İsmi meful manasında فعيل kalıbındadır. Hepsinin topluca hazır bulunduğunu haber verir. Nasb olarak gelmesi مجموعين , yani hal olması da caizdir. Bu manada قوم جميع أي مجمعون (Kavim toplanmıştır) denir. Keşşâf'ta aynı manada olan bu iki kelimenin, nasıl olup da biri diğerinin haberi olur diye sorulmuştur. Bu soruya bu kelimelerin aynı manada olmadığı şeklinde cevap verilmiştir. Bu kelimelerin her ikisi de kuşatma manası taşır. جميع kelimesi toplanmış demektir. Onların mahşerde toplandığını ifade eder. فعيل kalıbında ismi meful manasındadır. حي جميع و جاؤا جميعا (Mahalle toplandı ve topluca geldi) denir. محضرون (hazır olarak) kelimesinden maksat onların hesap için hazır olmalarıdır. لدينا (Bizim karşımıza) ibaresi hasr manası için müteallakı olan محضرون kelimesine takdim edilmiş zarftır. Yani herkes onun yanında hazır olur, başkasının yanında hazır olmaz demektir. Bu takdim önceki ayetin sonundaki أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ (Bunların bir daha onlara dönmez (ümmetler) olduklarını) sözüne benzer. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ اَحْيَيْنَاهَا وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَباًّ فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ
Yeryüzü sönmüş bir ateş halinde yani hayat ile tamamen zıt bir mahiyette iken ona can veren, bitkisel ve hayvansal organizmalarla onu diri kılan ve orayı yaşanır hale getirenin kim olduğunu düşünmek bile yüce Allah’ın varlığını, birliğini ve eşsiz kudretini kavramak için yetecek kanıtları gözlerimizin önüne serecektir (ayrıca bk. Hac 22/5). Peygamberlerin ve onların haklılığını savunan mümin kişinin yalnız Allah’a kulluk etme çağrısı üzerinde hiç düşünmeksizin bağnaz bir tutum sergileyen toplum örneğine değinildikten sonra bu ve müteakip âyetlerde, her dönemde benzerleri bulunabilen bu tür insanların gerçekleri görmeleri için evrende ve yakın çevrelerinde olup bitenlere ibret gözüyle bakmalarının yeterli olacağı mesajı verilmektedir.
“Taneler” şeklinde çevrilen 33. âyetteki hab kelimesi bir cins ismi olup miktar olarak azı da çoğu da kapsar; yaygın anlamı “tahıl türünden taneler” olmakla beraber, genel olarak bütün bitkilerin tohumlarını ifade etmek için de kullanılır. Bir yoruma göre burada hayatın ilk başlangıcına dikkat çekilmekte yani ölü arza bitkisel hayattan başlayan bir canlılık verilip ondan habbeler çıkarıldığı, böyle tek hücrecikten başlayan bu hayatın insan hayatına doğru terbiye ve tekemmül ettirildiği belirtilmektedir (bk. Elmalılı, VI, 4024-4025; ayrıca bk. En‘âm 6/95, 99). Yaratma ile ilgili başka bazı âyetler ışığında burada, tabiattaki sürekli yenilenmenin ve insanın temel gıdalarını oluşturan bitkisel ürünlerin meydana gelmesinin daima Allah Teâlâ’nın irade ve kudretine, O’nun koyduğu yasalara bağlı olduğunu hatırlatmanın amaçlandığı da söylenebilir. Müfessirler bu kelimeyi daha çok tahıl anlamıyla açıklamışlar ve hububatın insanın günlük yaşantısındaki önemine dikkat çekmişlerdir (meselâ Zemahşerî, III, 285-286; Râzî, XXVI, 66, 67).
35. âyette “onun ürünlerinden” denirken “o” anlamındaki zamirin daha önce anılan nimetlerin, fışkırtıldığı belirtilen suyun veya bahçelerin yerini tuttuğu düşünülebilir. Bazı müfessirlere göre bu zamirle Allah Teâlâ kastedilmiş olup burada “Allah’ın yarattığı ürünlerden” mânası vardır. Râzî ise bu tamlamaya “kaynaklardan su akıtmanın yararlarından” mânasının da verilebileceği kanaatindedir (Zemahşerî, III, 286; İbn Atıyye, IV, 453; Râzî, XXVI, 67-68; Şevkânî, IV, 422). Yine aynı âyetin “... onun ürünlerinden ve kendi elleriyle ürettiklerinden yesinler” diye çevrilen kısmında geçen “mâ” kelimesi meâlde ilgi zamiri olarak değerlendirilmiştir. Buna göre ziraat, ticaret gibi yollarla elde edilen ürünler, ziraî mahsullerin el emeği ile üretilenleri, yenmesi için pişirme, değişik işlemlerden geçirme gibi emek isteyenleri kastedilmiş olur (Râzî, XXVI, 68). “Mâ” ilgi zamiri değil olumsuzluk edatı kabul edildiği takdirde bu kısmın meâli “–meydana getiren kendileri olmadığı halde– onun ürünlerinden yesinler” şeklinde olur. Bu mânayı esas alan müfessirler bu ifadeyi şöyle açıklamışlardır: Üretmek için çaba sarfedip katkı sağlamış olsalar bile bu ürünler onlar tarafından yaratılmış değildir, Allah’ın bir ihsanıdır, buna rağmen hâlâ şükretmezler mi? (Şevkânî, IV, 422; şükür hakkında bk. İbrâhim 14/7).
36. âyette, kâinatta insanın bildiği ve bilmediği bütün çiftleri yüce Allah’ın yarattığı belirtilerek her birinin paydaşı, eşi, benzeri, karşıtı olan bu çiftlerin hepsinin yaratılmışlık özelliğine, dolayısıyla bunları yaratanın tek olduğuna dikkat çekilmektedir. İnsanların Kur’an’ın indiği sırada bilmediği birçok şeyde de çift yaratılma özelliğinin bulunduğu modern araştırmalar tarafından ortaya çıkarılmış olup bu, ileride daha nice varlık, olay ve kavram çiftlerinin keşfedilebileceğinin işaretidir. Paul Dirac adlı bilim adamının atom parçacıklarının da çift yaratıldığını yani elektron karşısında pozitronun bulunduğunu tesbit edip, “parite kanunu”nu keşfetmesi ve bu sayede Nobel ödülü kazanması, bu âyetteki anlam derinliğine ışık tutucu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
Bu âyetin “sübhân” yani Allah’ı yüceltme ve O’nun her türlü eksiklikten uzak olduğunu belirten hayranlık ifadesiyle başlamasından hareketle, burada zikredilen nimetin öncekilerden de mühim olduğu, dolayısıyla insan hayatında izdivacın önemi ve değeri hakkında bir mâna inceliği taşıdığı yorumu da yapılmıştır (Elmalılı, VI, 4028). Burada toprağın bitirdiklerine özel yer verilmesi, bunların gerek insanlar gerekse yine insanın besin kaynaklarından olan hayvanlar için hayatî bir önem taşıması ile izah edilebilir (İbn Âşûr, XXIII, 17).
وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ اَحْيَيْنَاهَا وَاَخْرَجْنَا مِنْهَا حَباًّ فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ
Müste’nefe olan ayetin ilk cümlesinde takdim tehir vardır. Âyetun, mukaddem haber, el ardu muahhar mübtedadır. Ahyeynâhâ cümlesi hal veya müste’nefedir. Ve ahrecnâ, makabline matuftur.
Feminhu ye’kulûne cümlesi habben’den hal veya ahrecnâ cümlesine matuftur. Cümlede takdim tehir vardır. Car mecrur amiline takdim edilmiştir.
El meytetu - ahyeynâhâ kelimeleri arasında tıbak-ı icab vardır.
Ayet kelimesi câr-mecrûra da takdim edilerek وآية لهم buyurulmuş, böylece onlar için olduğuna delalet edilmiştir. Ama ayetler sadece onlara mahsus değildir. Eğer câr-mecrûr takdim edilerek ولهم الأرض الميتة آية buyurulsaydı, bu ayetler herkes için delil olmasına rağmen sadece onlara mahsus olduğunu ifade ederdi. Benzeri takdimler çoğunlukla tahsis ifade eder. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Fe harfi sebep, min ibtidaiyye veya baziyettir. Câr-mecrûr يأكلون fiiline müteallıktır. Takdim, insanın yediği en önemli şeyin hububat olduğuna ve onunla yaşadığına delalet eder. Hasr konusundaki belirsizlik, ihtimam içindir. Sanki ondan başka bir şey yemezler. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Kelimenin el-meytetu şeklinde şeddesiz okunması daha yaygındır; çünkü dile daha akıcı gelmektedir. Ahyeynâhu (onu diriltip) cümlesi, ölü toprağın âyet oluşunu açıklamak için söylenmiş bir başlangıç cümlesidir. [37. Âyetteki] neslehu (sıyırıp çıkartırız) ifadesi de böyledir. Ayrıca arz ve leylenin bu fiillerle nitelenmiş olması da muhtemeldir; çünkü bunlarla, herhangi bir yer ya da gece değil, mutlak olarak iki cins kastedilmiştir. Bu sebeple bunlar, fiille nitelenmeleri konusunda nekreler gibi muamele görmüştür.
Âyâtun lehum (Onlar için, Allah'ın gücünü gösteren parlak ve büyük bir alâmet vardır) cümlesinde âyâtun kelimesinin nekre getirilmesi, alâmetin büyüklük ve yüceliğini ifade eder. (Safvetü’t Tefâsir)
Fe minhum ye’kulûne (ondan yemekteler) sözünde zarf öne alınmıştır. Bu ise dânenin, yaşamın çoğunun kendisiyle ilgili, insanların yaşayabilmelerinin ondan rızıklanmalarına bağlı olduğuna, azaldığında kıtlık ve zararın, kaybolduğunda da helâkin gelip belânın ineceği bir şey olduğuna delâlet etmesi içindir. (Keşşaf)
وَجَعَلْنَا ف۪يهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخ۪يلٍ وَاَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا ف۪يهَا مِنَ الْعُيُونِۙ
Vav atıftır. Ayetteki birbirine atfedilmiş iki cümle, ahrecnâ cümlesine matuftur.
Cennâtin’de cem edilenler nahîlin ve a’nâbin şeklinde sayılmıştır. Bu cem mea taksim sanatıdır. Cennâtin - a’nâbin - nahîlin - kelimelerindeki tenvin kesret ve tazim ifade eder. Bu kelimeler arasında muraatün nazir sanatı vardır.
Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Allah Teâlâ, meyvelerden bahsederken hurmayı ağacı ile, üzümü ise meyvesiyle zikretmiş, temr yerine nahl, kerm yerine ineb demiştir. Çünkü üzümün çubuğu, üzüme nisbetle önemsizdir ve faydası da azdır. Hurma ağacı ise meyvesine nisbetle önemlidir, çok kıymetlidir ve verimlidir. Çünkü çoğu kablar ondan oyularak yapılır, kabuğundan yararlanılır. Bu yönüyle, tıpkı hayvanlara benzer. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, hurmanın en önemli şeyini zikretmiştir. Keşşâf'ta şöyle yazılıdır: Bu ayetteki zamirin Allah'a ait olduğu söylenmiştir. Mana Allah'ın yarattığı meyvelerden yemeleri için, şeklindedir. Elleriyle yaptıkları şeylerden kasıt bunları dikmek, sulamak, aşılamak gibi; meyveler olgunlaşıp yenecek hale gelinceye kadar yaptıkları işlerdir. Yani aslında meyvenin oluşması Allah'ın fiili ve yaratmasıdır ama âdemoğlunun çalışmasının etkileri vardır. Ayetin aslı من ثمرنا (Meyvelerimizden) şeklindedir. Öncesindeki وجعلنا، وفجّربنا gibi fiilere uygun gelmesi gerekirken, kelam iltifat yoluyla mütekellimden gaibe geçmiştir. نخيل kelimesine de ait olabilir. اعناب kelimesine ait olmaz, çünkü üzüm zaten meyvedir. Üzümün meyvesi denmez ama diğeri hurma ağacını ifade eder, dolayısıyla onun meyvesi denir.
Bu meyvelerin, zikredilen bahçelerin meyvesi olması da caizdir.
Bu mâ harfinin nafiye olması da mümkündür, çünkü onu insanlar elleriyle yapmazlar, buna güçleri yetmez, meyvelerin oluşması ancak Allah'ın yaratmasıyladır.
Tefsîrü'l Kebîr'de ise şunlar söylenmiştir: Bu ifadedeki mâ edatı ne çeşit bir mâ’dır? Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bu, nafiyedir (olumsuzluk bildirir). Buna göre sanki Allah Teâlâ “Bu fışkırtma işini onların elleri yapmadı, aksine Allah yaptı" demiştir.
b) Bu, ellezi “ki o” manasına, ism-i mevsuldür. Buna göre Allah Teâlâ sanki, “Onlar bu fışkırma işinden sonra, elleriyle yaptıkları, ağaç dikmenin neticesinden ve gayret göstermeden, Allah’ın bitirmiş olduğu (yabanî) meyvelerden yerler" buyurmuştur ve böylece insanların elleriyle yaptıkları şeyi, insanların hiçbir katkısı olmayan, Allah tarafından direkt bitirilmiş şeylere atfetmiştir.
c) Bu, ayeti zamirsiz olarak, وما عملت şeklinde okuyanlara göre, masdariyye olup, “Onlar Allah’ın ve ellerinin yaptığı şeylerden, yani onların dikip, Allah’ın bitirdiği ve meyvesini yarattığı şeylerden yemeleri için” demektir. Bu durumda insanlar, hem elleriyle yaptıklarının hem de Allah’ın yarattıklarının neticesi olan şeylerden yener. Ayeti zamirli okuyanların kıraatine göre, bu izah yapılamaz. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ وَمَا عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْۜ اَفَلَا يَشْكُرُونَ
لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِه۪ۙ وَمَا عَمِلَتْهُ اَيْد۪يهِمْۜ
Önceki ayet için ta’lil olarak fasılla gelmiştir. Lâmut ta’lil ye’kulu fiilini gizli en’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çevirmiştir. En ve masdarı müevvel lam nedeniyle mecrur mahalde, cealnâ fiiline muteallıqtır. Mâ ismi mevsulu, cer mahallinde min semerihi’ne matuftur. Amilethu sılasıdır. Mevsulde tevcih sanatı vardır.
Hububat için ondan yerler, meyveler için meyvesinden yemeleri için buyurularak ta'lîl lâmı gelmiştir. İnsanlar devamlı olarak hububat yerler ama meyveler böyle değildir, devamlı olarak yenmez. Ayrıca insanların çoğu her zaman meyve yiyecek zenginliğe sahip değildir. Devamlı yedikleriyle yemedikleri arasında fark vardır.
Ayette göze çarpan başka bir şey de, yemek fiilinin hububatın zikrinden sonra gelirken, meyvelerin zikrinden önce gelmesidir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
اَفَلَا يَشْكُرُونَ
İstifham harfi hemze inkari manadadır. Fe atıf, lâ nafiyedir. Cümle istifham üslubunda gelmiş talebi inşai isnad olmasına rağmen gerçek manada soru kastı taşımamaktadır. İkrar, tevbih ve taaccüb manaları kazanmış olan terkib mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Yani bunlar, bu yüce nimetleri kendilerine veren zata şükretmeyi gerektirmez mi, demektir.
Bu mana soru şeklinde gelmiş, emredilerek فليشكروا لي buyurulmamıştır. Çünkü bu nimetler Rablerine şükretmelerini gerektirmez mi diye kendilerine sorulmak istenmiştir.
Bu üslub; şükretmeyip inkar edenler karşısında şükür talebini arz eder. Ayrıca nimetleri veren zata şükretmemenin ne kadar çirkin olduğunu açıklar. Fe harfi sebep ifade eder. Çünkü yukarıda zikredilen nimetler şükrü gerektirir. Aslında her nimet şükür sebebidir.
Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Bu ibare, tevhid ve ibadetle ilgili olarak sayılan nimetleri veren zata şükretmemenin çirkinliğini ifade eder. Fe harfi makamın gerektirdiği mukadder bir lafza atıf içindir. Şöyle takdir edilebilir: أيريدون هذه النعم أو أيتنعمون بها فلا يشكرون المنعم بها (Bu nimetleri istiyorlar veya bunlarla nimetlenmek istiyorlar da bu nimetleri verene şükretmiyorlar mı?)
فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ / O halde şükretmeli değil misiniz? (Vâkıa/70) ayetinde benzeri mana teşvik harfiyle gelmiş, bu da kuvvet ifade etmiş; burada ise daha ziyade nefisleri nimet veren zata şükür için harekete geçirecek bir üslup tercih edilmiştir. Aradaki fark nedir?
Yâ-Sîn sûresindeki siyak; nimetleri saymak, ayetleri zikretmek, rahmet manzaralarını ve delillerini göstermekle alakalıdır. Vâkıa sûresinde ise makam; uyarı, ceza ile tehdit ve nimetlerin yok olması ile alakalıdır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
سُبْحَانَ الَّذ۪ي خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ وَمِنْ اَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ
Müste’nefe cümlesidir. Faidei haber ibtidai kelamdır. Subhâne mahzuf fiilin mefulu mutlaqından naibtir. İsmi mevsule muzaf olmuştur. Halaqa mevsulün sılasıdır. İrabdan mahalli yoktur. Mevsullerde tevcih sanatı vardır.
Küllehâ ve mefulu mutlaqla tekid edilen cümle faidei haber inkari kelamdır. Harfi cer ve ismi mevsul mimmâ, mahzuf hale muteallıqtır. Tunbitul ardu sıla cümlesidir. Ayetin sonundaki mevsul de cer mahallinde ilk mevsule matuftur.
Eşler; yerin bitirdikleri, insanın eşi ve bilmedikleri şeyler şeklinde sayılmıştır. Taksim sanatıdır.
Mimmâ’larda cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.وَاٰيَةٌ لَهُمُ الَّيْلُۚ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَۙ
Gündüzün geceden çekilip alınması ile ilgili olarak âyette kullanılan fiil hem “deriyi yüzmek” veya “kabuğu soymak” hem de “çıkarmak” anlamlarına gelmektedir. Müfessirlerin çoğunluğu âyetin devamında “Karanlık içinde kalıverirler” cümlesinin yer aldığını göz önüne alarak bu olayın ürkütücü ve mahrumiyette bırakma etkisine dikkat çekildiği yorumunu yapmışlar; bazıları ise bu ifadeyle insanlara sağlanan aydınlık nimetine ve daha geniş bir bakışla yüce Allah’ın ölülere hayat verme kudretine işaret edildiğini belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 286; Elmalılı, VI, 4028-4029). Taberî bu ifadenin gecenin gündüze ve gündüzün geceye katılması hakkındaki âyete (bk. Âl-i İmrân 3/27) göre yorumlanmasını uygun bulmaz (XXIII, 5, 36). Âyetin bu kısmı için şöyle bir açıklama uygun olabilir: Gezegenimizde asıl olan karanlık olup dönme sebebiyle dünyanın güneşe bakan yüzü o konumunu değiştirince gündüz çekilip alınmış olmakta, asıl olan karanlık devam etmektedir (36. âyette makro planda mekân deliliyle, burada da makro planda zaman deliliyle istidlâl edildiğine dair felsefî ve kelâmî bazı izahlar için bk. Râzî, XXVI, 69-70).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 489وَاٰيَةٌ لَهُمُ الَّيْلُۚ
Müste’nefe olan ayetin ilk cümlesinde takdim tehir vardır. Âyetun, muqaddem haber, el leylu muahhar mübtedadır.
نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ
Neslehu minhunnehâra cümlesi müste’nefedir. Hal cümlesidir. Hal cümleleri itnabtır.
Bu cümlede istiâre-i tasrîhiyye vardır. Yüce Allah, gündüzün aydınlığını gidermeyi ve gece karanlığının ortaya çıkmasını, koyundan deriyi yüzmeye benzetti. Selaha kelimesini, gidermek ve çıkarmak mânâsına gelen izâletu ve ihrâcun yerinde müsteâr olarak kullandı. Bundan neslehû fiilini türetip, istiâre-i tasrîhiyye yoluyla geceden gündüzü çıkarırız mânâsında kullandı. Bu, belîğ istiarelerdendir. (Safvetü’t Tefâsir)
Burada Kur'ân; asıl ve bütün olan geceyi bir hayvan’a; gündüzü de onu kaplayan deriye benzetmektedir. Gündüz yüzülünce gece ortaya çıkar. Böylece gündüz örtü ve kılıf, gece ise asıl olmaktadır. (Sâmerrâî, Alâ Tarîk’t-Tefsîri‟l-Beyânî, II, ss. 156-157)
Bu âyeti tevşiḥ sanatına örnek gösteren İbn Ebi’l-İṣba‘ (ö.654/1256) bu sureyi ezberleyen kişinin âyetin baş kısmındaki gündüzün geceden sıyrılıp alınmasını okuduğunda fasılanın âyete ve sureye uyumlu olarak muzlımûne geleceğini şeklinde bilebileceğini ifade etmiştir. (İbn Ebi’l-İṣba‘, Bedîu’l-Ḳur’ân, s. 90)
Âyetlerde lâtîf bir mecâz ve eşsiz bir istiâre olduğu nasıl anlaşılır? Bunun için iyi bir lugat bilgisi lazımdır. Meselâ sırât kelimesini Araplar ‘yol mânâsında kullanırken Kur’ân din mânâsında kullanmıştır. Sad (çatlatmak) kelimesi sert bir şeyin kırılması için vaz edildiği hâlde Kur’ân bunu açıktan tebliğ için kullanmıştır. Tuğyân kelimesi insanın haddini aşması mânâsında vaz edilmişken Kur’ân bu kelimeyi suyun yükselmesi mânâsında kullanmıştır. Mevc kelimesi suyun dalgalanması, hareket etmesi mânâsında vaz edilmişken Kur’ân Ye’cüc ve Me’cüc’un hareketi için kullanmıştır. Seleha fiili hayvan derisinin soyulması mânâsında vaz edilmişken Kur’ân gece-gündüz hakkında kullanmıştır. Ancak bunlar bilindiği takdîrde mecâz anlaşılır ve zevk alınır.
(Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Beyan İlmi)
Müsteâr ve müsteârun minh kesilen hayvanın etini izhâr için derisinin soyulması’dır. Müsteârun leh (benzeyen) gecenin içinden gündüzün ortaya çıkmasıdır. Câmi; bir şeyin, diğer bir şeyin sonucu olması, yâni mutlak terettübtür. Karîne ise âyetin devâmıdır. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Beyan İlmi)
Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Allah Teâlâ külli bir mekan olan yeryüzünün hallerini delil olarak getirince, külli bir zaman dilimi olan gece ve gündüzü de delil getirmiştir. Çünkü hem mekanın, hem zamanın delil olması uygundur. Zira cevherler mutlaka bir mekana, arazlar da zamana muhtaçtır. Her araz ancak bir zaman içindedir.
نسلخ fiili Allah'ın zatına isnat edilmiş, ينسلخ şeklinde gelmemiş, böylece bunun, Allah'ın fiili ve kudreti olduğuna delalet edilmiştir. Yani Allah'ın kudreti, bir failin etkisi olmaksızın kendi başına gerçekleşmez. Böylece Allah'ın birliğinin ve kudretinin delili olur. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Leyl - nehâr kelimeleri arasında tıbak-ı icâb ve muraatün nazir sanatı vardır.
فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَۙ
Fe ile atfedilen son cümlede izâ mufacee harfidir. Aniden, birdenbire manasındadır.
Muzlimûne - nehâra kelimeleri arasında tıbaq-ı hafiy, muzlimûne - leylu kelimeleri arasında ise muraatün nazir sanatı vardır.
فَإِذَا هُم مُّظْلِمُونَ (Bir de bakarlar ki karanlığa girmişlerdir onlar) cümlesi, فأذا الأرض مظلمة (Birden arz karanlığa girer) şeklinde gelmemiştir. Halbuki ayet bu şekilde de gelse gündüzün gitmesi ile, arz ile birlikte üzerinde yaşayan insanlar da karanlığa girerdi ve bu yine onlar için bir delil olurdu. Böylece içinde bulundukları ışık ve karanlık nimeti açıklanmış olurdu. Bu iki nimet birbirini takip ederek gelir ve bunlardan biri, kıyamete kadar devamlı olmaz. Ayette bulunan müfâcee harfi izâ, bu değişikliğin süratle olduğuna delalet eder. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ
وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ
Ayet öncesine matuftur. Eşşemsu mübteda tecrî haberdir. İsim cümlesinde müsnedin muzari fiil olması hükmü takviye hudus ve teceddüt ifade eder. Cümle faidei haber ibtidai kelamdır.
Ayetin başındaki vav harfinin atıf harfi olması ve güneşi aya atfetmesi muhtemeldir. Böylece bütün matuflar ayet olur. Ayet kelimesi tekrarlanarak وآية لهم الشمس buyurulmamıştır. Çünkü zikredilen her şeyin, yani gecenin, gündüzün, güneşin ve ayın hepsinin ayet olduğu kastedilmiştir.
Güneş kelimesi mübteda, arkadan gelenler de haber olabilir ve cümle öncesine matuf olur.
لمستقر لها ibaresi, ister zaman, ister mekan bakımından olsun, son bulacağı bir sınır olduğunu ifade eder. Müstekarr kelimesiyle zaman veya mekan kastedilir. İki mana da kastedilmiştir çünkü güneş bir yörüngede devrinin son bulacağı bir yere doğru gider. Ya da her gün doğulardan ve batılardan takdir edilen son mahalli için akar. Onun doğuda ve batıda yılda 360 devri vardır. Sonra gelecek seneye oralara dönmez. Bu âyeti açıklarken Râzî’nin tefsirinde güneş için ayrıntılı bir şekilde mekânlar ve zamanlar zikredilmiş olup bilimsel bir hakikate aykırı olmadığı sürece bunların tümünün kastedilmiş olabileceğini belirtmektedir. (Sâmerrâî, Alâ Tarîki’t-Tefsîri’l-Beyânî, II, 159.)
ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ
Ayetin ikinci cümlesi isti’nafiyedir fasılla gelmiştir. Zalike mübteda taqdîru haberdir. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması işaret edilenin önemini vurgular ve ona tazim ifade eder. Zalike ile müşarun ileyh en kâmil bir şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman müşârun ileyhi bu işaret ismiyle kamil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Duhân Sûresi Belaği Tefsiri, Muhammed Ebu Musa, Duhan/57)
Elazîzi - elalîmi kelimeleri arasında muraatün nazir ve muvazene sanatları vardır. Bu iki sıfat mübalağa kalıbındadır.
Taqdirul azîzil alîmi izafeti muzafun şanı içindir.
وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَد۪يمِ
Qademe قدم :
قَدَمٌ ayaktır ve çoğulu أقْدامٌ şeklinde gelir.
قِدَمٌ sözcüğü geçmiş olanda mevcut olma; بَقاءٌ ise gelecek olanda mevcut olma anlamına gelir.
قَدِيمٌ kelimesi kullanılırken daha çok zaman anlamı göz önünde bulundurulur.
Tef'il formundaki تَقْدِيمٌ kullanımı bir şeyi yapmaya ihtiyaç duyulmadan ona aniden bir iş ya da insanlar gelip çatmadan önce birine bir şeyi emretmek hakkında kullanılır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de farklı türevleriyle 48 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri kadim, kudemâ, kıdem, kademe, takdim, mukaddime, kudüm, mukaddem ve takaddümdür. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Ayet atıfla gelmiştir. El qamera mahzuf fiilin mefulü, menâzile ise qaddernâhu fiilinin mefulüdür. Hatta, gaye bildiren cer harftir. Âde fiilini masdara çevirmiştir. Masdarı müevvel ve cer harfi hatta, qaddernâhu fiiline muteallıqtır.
Güneş ve güneşin Alîm ve Azîz olanın takdir ettiği yere doğru akıp gittiği zikredildikten sonra ay zikredilmiştir. Ayın eski hurma salkımının eğri çöpü haline dönüşünceye kadar kendisi için tayin edilen menzillerde yürüdüğü zikredilmiştir. Güneşin fiili gibi ayın fiili de azamet zamiri ile Allah Teâlâ'nın kendisine isnad edilmiştir.
قدّرنا (Tayin ettik) sözündeki zamir dolayısıyla Aziz, Alim isimlerinin tekrarına gerek kalmamıştır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Hattâ âda kel urcûnil qadîmi (Nihayet o eski hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner) âyetinde mürsel-mücmel teşbih vardır. Vech-i şebeh, incelik, eğilme ve sarılık olmak üzere üç şeyden meydana gelmiştir. Vech-i şebeh zikredilmediği için mücmel adını almıştır. (Safvetü’t Tefâsir)
Bu âyette yıllanmış hurma dalı benzetmesi Kur’ân benzetmelerinin gücünü ve çok yönlülüğünü göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Ayetteki benzetme yönlerini üç açıdan değerlendiren Zemahşerî, üzerinden yıl geçtikten sonra hurma dalının dönüştüğü incelik, eğrilik ve sarılık nitelikleri üzerinde durur. Şu halde benzetişin tüm sadeliğiyle birlikte zihinlerde canlandırdığı ay tasviri çok boyutlu bir hal almaktadır. (Zemahşerî, Keşşâf, IV, 16 )
37-39
Kur’ân âyetlerindeki mûsikîye riâyet de önemlidir. Çünkü bu da nefislerdeki etkiyi arttıran unsurlardan biridir. Bu âyetlerdeki mef'ûller te’hir edildiğinde âhengin kaybolduğu görülür. Ama bu âyetlerdeki takdîmler aynı zamanda te'kîd, ihtimam ve hükmü takviye içindir.
İbn Esîr son âyetteki qamer kelimesinin takdîminin de bu sebeple olduğu görüşündedir. Ona göre bu âyetteki takdîm ihtisas ifâde etmez. Üç âyetin de nazmının birbirine uyumlu olması için takdîm yapılmıştır. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meâni İlmi)لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ
Ayet beyani isti’naf olarak fasılla gelmiştir.
Lâ nafiyedir. Eşşemsu mübteda, yenbeğî haberdir. Müsnedin muzari fiil olması hükmü takviye, hudus, ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiilin tercih sebeplerinden biri de olayın zihinde daha kolay canlandırılmasını sağlamasıdır. En masdar harfi tudrike fiilini nasb ederek masdara çevirmiştir. En ve masdarı müevvel, ref mahallinde yenbeğî fiilinin failidir.
Velel leyleylu sâbiqun nehâri cümlesi leşşemsu...cümlesine matuftur.
Elleylu - ennehâri, eşşemsu - elqamera kelimeleri arasında tıbaq-ı icab ve muraatün nazir sanatları vardır.
Leş şemsu yenbeğî lehâ en tudrikel qamera (Güneşin aya yetişmesi mümkün ve sahih değildir) cümlesinde olumsuz hükmü te'kîdli ifâde etmek için müsnedün ileyh önce söylenmiştir. Bu ifâde, lâ yenbeğî lişşemsi en tudrikel qamera ifâdesinden daha beliğdir ve kendisinden istenilenden başkasını yapamayacak şekilde emre âmâde olduğunu daha vurgulu olarak ifâde eder. Çünkü, müsnedin ileyh'i öne alarak ente lâ tukezzibe (sen, yalan söylemezsin demen), lâ tekezzibu (yalan söylemezsin) demenden daha te'kîdlidir. Çünkü birinci cümle, yalan söylemeyeceğini, ikinci cümleden daha vurgulu ifâde eder. Kur'an'ın inceliklerini bir düşün. (Safvetü’t Tefâsir)
Şayet Neden güneş yetişemez kılındı da Ay geçemez kılındı? dersen şöyle derim: Çünkü güneş yörüngesini ancak bir yılda, Ay ise bir ayda tamamlıyor. Bu sebeple Güneş’in yavaş yol almasından dolayı yetişme vasfıyla nitelenmesi, Ay’ın da hızlı yol almasından dolayı geçme vasfıyla nitelenmesi daha uygun oldu. (Keşşaf)
Burada güneş ve gece kelimeleri ile lâ harfi olumsuz bir cümlede tekrarlanmış ve hem güneşin ayı yakalamasının, hem de gecenin gündüzün önüne geçmesinin olumsuzluğu kastedilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
Vav isti’nafiyedir. Mübteda ve haberden oluşmuş isim cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır.
Küllün mübteda, yesbehûne haberdir. Car mecrur fî felekin, amiline takdim edilmiştir.
Cümlede müsnedin ileyh olan Küllün kelimesinin nekra gelmesi tazim ve teksir ifade eder. Fî felekin, yesbehûne filine muteallıktır. Müsnedin muzâri fiil tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması için de olabilir. Muzâri fiilin geldiği hâllerde çoğunlukla bu gâye mevcuttur. Muzâri fiilin kullanımıyla sahne muhâtabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Meani İlmi)
Küllün’deki tenvin muzāfun ileyhin yerine geçmiştir. Aslı küllühüm şeklindedir; zamir ile yukarıda geçtiği mânada güneşler ve aylar kastedilmiştir. (Keşşaf)
Ve küllü fî felekin ifadesi, tersinden okunduğunda da sırasıyla aynı harfleri vermekte, dolayısıyla aynı şekilde okunabilmektedir. Bunlar dışında kelime tekrarına dayalı sanatlar arasında aks sanatına benzeyen bir başka tür de reddu’l-acuz ale’s-sadr/tasdîrdir. Bu, şiirde beytin, düz yazıda da bir cümlenin veya ibarenin sonunda yer alan sözcüğü, kendisinden önce tekrarlamaktır. (İbnu’l-Mu’tez, Kitâbu'l-Bedî, s. 47 )
Asıl anlamı, sonu başa çevirmektir. Çünkü acuz, nesirde ibarenin sonu (fâsıla), nazımda beytin son kısmı; sadr nesirde cümlenin başı, nazımda da demektir.
Küllün kelimesindeki tenvin umum ifade eder. Yani ecramın hepsi-ki bu kapsama güneş ve ay da girer-, bütün cisimler demektir. Bu kelime muzaf olsaydı veya beyaniyye ifade eden min ile كل منهما şeklinde gelseydi, güneş ve aya mahsus olurdu. Küllün kelimesinin bu şekilde müstakil gelişi, dahil olduğu hükmün kapsamını genişletir. Ayrıca yüzmek fiilinin çoğul gelişi de bütün semavi cisimlerin kast edildiğini ifade eder. Yani hepsinin dışına çıkamayacağı bir yörüngesi vardır, o yörüngede hareket ederler, bu da Aziz ve Alim’in takdiridir. Onların hiçbirinin iradesi ve tercihi söz konusu değildir. Bu da insanların bir kısmının yaptığı gibi müstahak olan zâta kulluk edilmesini gerektirir. Küllün kelimesinin izafetsiz olarak gelmesi ve yüzme fiilinin çoğul zamire isnad edilmesinde, bu cisimlerin kudretinin ve tercihinin olmadığı, aksine bunların her birinin Rablerinin, yaratıcılarının emrine boyun eğdiği manası vardır.
Ayetteki küllün kelimesi, “O ikisinden her biri" manasında olup, burada zikredilenler de, güneş ve aydır. O halde Cenâb-ı Hak niye tesniye yerine, (çoğul sîgasıyla), “yüzerler” buyurmuştur?
Buna birkaç açıdan cevap verilebilir:
a) Biraz önce de açıkladığımız gibi; bu, umum mana ifade etmektedir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, her yıldızın, gökyüzünde hareketli olduğunu haber vermiştir.
b) Cenâb-ı Hak, "gece de gündüzü geçmez” buyurup, gecedekiler ile de yıldızlar kastedilince, fiil يسبحون şeklinde çoğul gelmiştir. Yüzmek fiili, akıllılara ait bir zamire, cemaat vav'ına isnad edilmiştir. Yani semavi cisimler akıllı menziline konmuştur. Yüzmek, akıllı varlıkların fiilidir. Allah Teâlâ putlar için de bu zamiri kullanarak, ما لكم لا ينطقون (Neyiniz var, konuşmuyorsunuz?) ve ألا تأكلون (Yemez misiniz?) buyurmuştur. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Sâmerrâî‟ye göre ve küllün fî felekin yesbehûne (Her biri bir yörüngede yüzer.) âyeti yüzmenin âkil bir zamire isnat edilmesindeki amaç, güven duygusunu insanlarda hâkim kılmaktır. Burada insanların hemen üstünde yer alan gezegenlerin, üzerlerine düşmeyeceğine ve onları helak etmeyeceğine dair bir rahatlatma söz konudur. Ayrıca âyette, gezegenlerin ve gök cisimlerinin hareketinin dairesel olduğuna, kendilerine ait bir yörüngede seyrettiğine ve uzayda salıverilmiş halde kontrolsüz bir biçimde bırakılmadığına işaret edilmektedir. İbn Manzûr’un da felek’i, yıldızların yörüngesi ve –Ferrâ’ya dayanarak- göğün yuvarlak olması (istidâretü’s-semâ) şeklinde tarif ettiğini belirtmektedir. (Sâmerrâî, Alâ Tarîki’t-Tefsîri’l-Beyânî, II, 165.)
Yenbeğî lehâ - yesbehûne kelimeleri arasında tesniye cemi arasında güzel bir iltifat sanatı vardır.