7 Temmuz 2023
Yâsin Sûresi 13-27 (440. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Yâsin Sûresi 13. Ayet

وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلاً اَصْحَابَ الْقَرْيَةِۢ اِذْ جَٓاءَهَا الْمُرْسَلُونَۚ  ...


(Ey Muhammed!) Onlara, o memleket halkını örnek ver. Hani oraya elçiler gelmişti.

Müste’nefe cümlesidir. Emir üslubunda talebi inşai isnadtır. İz, ashabel qaryeti’den bedeli iştimaldir.

Vadrib lehum meselen (Onlara misal getir.) tabiri iki mana taşır:

  •  Onlar için misal getir, yani onlara açıkla, zikret ve şehir ashabının öyküsünü anlat ki ibret alsınlar ve bilsinler ki sen rasûllerin ilki değilsin, senden önce de rasûller gönderildi ve kavimler uyarıldı, onların rasûllere karşı durumları yalanlamak ve inkar oldu, onlar rasûllerine eziyet ettiler, Allah da onlara azab etti ve helak etti, umulur ki senin kavmin de bundan ibret alır.
  •  Bu misal getirmekten maksat Rasûlullah'ın (s.a.v) kavminin halini şehir ashabının haline benzetmek ve onları bir misal olarak göstermek, yani kavminin hali şehir ashabının hali gibidir, demektir. Burada bir kavmin hali başka bir kavmin haline benzetilmiştir. Günlük konuşmalarımızda bir kişi bir şey yaptığı zaman, senin halini filanın haline benzetiyorum deriz. Ya da Zeydi Hâlid'e benzetiyorum, ikisi de ticarette zarar etti deriz. Yani kavmin bu misalden ibret alması gerekir.

Rûhu'l Meânî'de ise şöyle bir açıklama vardır: 

İlk manaya göre küfürde ve yalanlama konusunda aşırı derecede ısrarcı olan şu kişilere şehir ashabını örnek ver, şeklindedir. Yani bunların durumları aynıdır demektir. مثلا kelimesi اضرب fiilinin ikinci mefulü, أصحاب القرية de ilk mefulüdür. İlk mefulün tehir edilmesi açıklamak içindir.

İkinci manaya göre ise, onlara benzemesi açısından son derece garip olan şehir ashabının kıssasını hatırlat ve açıkla demektir. أصحاب القرية ibaresine مثل / misli, gibi şeklinde bir muzaf takdir edilir.

Ayette أتاها değil جاءها buyurulmuştur. Çünkü bu gelişte meşakkat ve zorluk vardır. Öyle görünüyor ki bu elçilerin tebliğinde meşakkat, eziyet ve tehdit vardır ki bu fiil tercih edilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 14. Ayet

اِذْ اَرْسَلْـنَٓا اِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُٓوا اِنَّٓا اِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ  ...


Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalancı saymışlardı. Biz de onlara üçüncü bir elçi ile destek vermiştik. Onlar, “Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz” dediler.

اِذْ اَرْسَلْـنَٓا اِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ 

Ayet fasılla gelmiştir. Zaman zarfı iz, önceki ayetteki ashâbe’den bedeli iştimal, ya da iz’den bedeldir.

Zaman ismi olan iz'in mastara değil de fiil cümlesine muzaf olmasıyla bu vaktin tazimi anlaşılır. Fiil teceddüde ve şimdiki zamana delalet eder. (Aşur, Hac/26)

Fe kezzebûhuma cümlesi makabline fe ile atfedilmiştir. Fe ile atfedilmesi inkarlarının zaman geçmeden gerçekleştiğini belirtir. 

Fe azzeznâ bisâlisin cümlesi de fe ile atfedilmiştir. Desteklemenin de zaman geçmeden olduğu anlaşılmaktadır. Her iki cümle de faidei haber ibtidai kelamdır. 

Erselnâ (gönderdik) - murselûne (gönderilenler) kelimeleri arasında cinâs-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatı vardır. 

İnkarcı bir topluluğa dine davet için giden peygamberler, onlardan ret cevabını alınca artık inkarcı durumunda olduklarını kabul ederek iki tekid edatı ile her türlü inkarı reddedecek bir üslupla hitapla bulunmuşlardır. (M. Akif Özdoğan/Arap Dilinde Muhatabı İkna Etme Açısından Haberi Cümlede Tekid Edatların  Rolü)  

Kur'an-ı Kerim'in güzelliklerinden ve harika belâgatından biri de, kıssa ve haberleri kısaca ifade etmek ve kıssaların ruhuna ve sırrına işaret etmektir. Çünkü kıssalardan maksat, hatırlatma ve ibret almadır. Bunun içindir ki bu kıssada, ne beldenin, ne onları Allah'a çağıran şahsın ve ne de muhterem elçilerin ismi zikredilmiştir. (Safvetü’t Tefâsir)

Bu ayette önceki ayette geçen جأءها gibi أرسلنا إليها yerine أرسلنا إليهم buyurulmuştur. Çünkü aslında irsâl (elçi gönderme) şehre değil, şehrin ahalisinedir. المجيء (Gelmek) ise şehre olur. Bu ifadede şehir kelimesi; içi boş bile olsa meskenleri, binaları ve arazileri yerine kullanılmıştır. 

عززنا , destekledik demektir. فعززناهما (O ikisini destekledik) şeklinde meful zikredilmeden sadece desteklediği zikredilmiştir. Çünkü burada maksat sadece bu iki rasûlü desteklemek değil, aynı zamanda onlarla gönderilen hakkı da desteklemektir. Kelime bu mutlak halinden çıkıp da o iki kişiyi meful olarak alarak gelseydi, o zaman bu umumi mana kaybolurdu. Bir insanın bir şahsı desteklediği, ama onun fikrini desteklemediği veya aynı fikirde olan iki şahsın veya grubun birbirine düşman olduğu, savaş açtığı; bunların birbirini öldürdüğü görülebilir. Arkadan فعززنا بثالث ( Biz de bir üçüncüyle (bunları) takviye etmiştik) buyurularak bu ikisinin ve davetlerinin umumi olarak desteklendiği ifade edilmiştir. Zemahşerî ve başka bir grup bu haziften maksadın sadece bu rasûllerle birlikte gönderilen hakkın desteklendiğini ifade etmek olduğunu söylemişlerdir. Doğrusu bize göre bizim anladığımız mana daha doğrudur, Allahu alem.

Bu cümlede demişlerdi fiili üçüne birden isnad edilmiştir, çünkü hepsi de aynı daveti yapmıştır, üçüncü rasûl Allah'a davet konusunda ilk iki rasûle dahil olmuştur.

Söyledikleri söz inne ile tekid edilmiştir Çünkü makam bu tekidi gerektirmiştir. Allah Teâlâ’nın إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا (Biz o zaman kendilerine iki (elçi) göndermiştik de onları tekzîb etmişlerdi) şeklinde haber verdiği gibi şehir ashabı o iki rasûlü yalanlamıştır. Bunun için Allah Teâlâ o iki rasûlu üçüncüyle desteklemiştir. Kelam yalanlamadan sonra üçüncü ile desteklemeyi ifade ederken tekide ihtiyaç duyulmuştur. Bu cümle yalanlamaktan ve desteklemekten sonra geldiği için القول fiili ve söyledikleri söz çoğul olarak gelmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

 

فَقَالُٓوا اِنَّٓا اِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ

Ayetin atıfla gelen son cümlesi fiil ve mefulünden oluşmuştur. Qâlû fiilinin mefulü mequlül qavl cümlesi mahallen mansubtur. İnne ile tekid edilen mequlul qavl, faidei haber talebi kelamdır. 

13-14 ayet grubu:

Hz. İsa tarafından Hak dine davet etmek üzere Antakya halkına elçiler gönderilir. Başlangıçta iki kişi olan elçiler şehre varır ve Hz. İsa’nın elçileri olduklarını söyleyerek herhangi bir tekid vasıtası kullanmaksızın zihinleri ve gönülleri boş olan (halu-zihn) halkı Hakka davet ederler. Fakat şehir halkı onların çağrılarına kulak vermez ve onları yalanlar. (Beydavi, IV, 427;)

Bunun üzerine Allah Teâlâ onları üçüncü bir elçiyle destekler. Muhatapların durumlarını göz önünde bulunduran elçiler bu kez üslup değiştirerek İnnâ ileykum murselîne (Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz.) (Yâsîn, 36/14) diyerek tekidli bir ifadeyle onları tasdik etmeye davet ederler. (Şeyhzâde, VII, 61-62.)

Fakat onların her türlü davetine kulaklarını tıkayan şehir halkı (Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söyleyen kimselersiniz) (Yâsîn, 36/15) şeklinde karşılık vererek inkârda ısrar edip, elçileri de yalancılıkla itham edince, elçiler üçüncü olarak innâ birlikte ile mürselûne başına lafzının lâm getirerek qâlû rabbunâ ye’lemu innâ ileykum murselûne (Bizim, gerçekten size gönderilen elçiler olduğumuzu Rabbimiz biliyor. Şüphesiz biz size gönderilmiş elçileriz) diyerek daha güçlü bir ifadeyle onlara çağrıda bulunurlar. Böylece elçiler muhatabın durumuna göre bütün davet metotlarını en mükemmel şekilde uygularlar. Ancak muhatapların inkâr ve isyanlarını ısrarla sürdürmeleri üzerine artık davetin onlara hiçbir fayda vermeyeceğine kanaat getirirler. Son olarak da: Bize düşen ancak apaçık bir teblîğdir (Yâsîn, 36/17) diyerek görevlerinin sona erdiğini bildirirler. (Konevî, XVI, 107.)

Son çağrı olarak Antakya halkını hak dine davet etmek üzere giden elçiler kasem anlamında onlara Rabbimiz biliyor derler ve innâ ileykum lemurselûne cümlesini innâ lafzı, te’kid lamı, kasem   anlamındaki rabbunâ ye’lemu (Rabbimiz biliyor) ifadesi ile, bir de haberi isim lemurselûne olarak getirmekle birçok yönden te’kid ederek çok güçlü bir ifade ile onları davet ederler. Ancak onların inkârlarından vazgeçmeyeceklerini gören elçiler ve mâ aleynâ illalbelâğul mubîn (Bize düşen ancak apaçık bir teblîğdir) (Yâsîn, 36/17) şeklinde sözlerini bağlar, tebliğ görevini tamamlar ve dönerler. (Beydavi, IV, 429)

Yâsin Sûresi 15. Ayet

قَالُوا مَٓا اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۙ وَمَٓا اَنْزَلَ الرَّحْمٰنُ مِنْ شَيْءٍۙ اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَكْذِبُونَ  ...


Onlar şöyle dediler: “Siz de ancak bizim gibi insansınız. Rahmân, hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.”

قَالُوا مَٓا اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَاۙ 

İsti’nafiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayet fiil ve mefulünden müteşekkildir. Mekulül qavlin ilk cümlesi kasırla tekid edilmiş isim cümlesidir. Kasır nefiy harfi ve illâ istisna edatıyla oluşmuştur. Mübteda ve haber arasındadır. Mübtedayı habere kasretmiştir. Kasrı mevsuf ales sıfattır. Beşerun’daki tenvin tahkir ifade eder. Mislunâ beşerun’un sıfatıdır. İtnabtır.

Bu cümle nasıl olur da Allah vahiy için bizi değil de sizi seçer, halbuki biz de sizin gibi beşeriz manasındadır.

Beşerun kelimesinin burada merfû, mâ hâzâ beşeren (Bu insan olamaz!) [Yûsuf 12/31]) âyetinde ise mansūb kılınması illâ’nın nefyi bozması sebebiyledir. Bu durumda artık leyseye benzeyen mânın benzerliği kalmamış olur ve amel etmez. (Keşşaf)

وَمَٓا اَنْزَلَ الرَّحْمٰنُ مِنْ شَيْءٍۙ 

Mequlül qavle matuf olan bu cümle menfi fiil cümlesi formunda gelmiştir. Faidei haber talebi kelamdır. Şey’in lafzen mecrur, mahallen mansubtur. Enzele fiilinin mefulüdür. Min, tekid ifade eden zaid harftir. Şey’in’deki tenvin kıllet içindir. Nefiy siyakındaki nekra umum ifade eder.

Bu söz, bu rasûlleri ve umumi olarak nübüvveti inkar manası taşır. Bu ibarenin tazammunî olarak ifade ettiği bu elçileri yalanlamak ve nübüvveti inkar manası, arkadan gelen Hem Rahman hiçbir şey indirmemiştir sözünde açıkça ifade edilmiştir. Bu cümle nübüvveti inkar demektir.

Tefsîrü'l Kebîr'de ise bu cümle şöyle açıklanmıştır: Ayetteki Rahman ifadesi onların görüşlerine bir reddiyedir. Çünkü Allah dünyanın Rahman’ı olduğuna, peygamber göndermek de bir rahmet olduğuna göre, Rahman nasıl olur da rahmetini göndermez demektir. 

اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا تَكْذِبُونَ

Mequlül kavle dahil olan bu cümle isti’nafiyye veya ta’liliyedir. Fasılla gelmiştir. İn nefiy, illa hasr harfidir. Oluşan kasır mübteda ve haber arasındadır. Kasrı mevsuf ales sıfattır. Cümle faidei haber talebi kelamdır.

Yâsin Sûresi 16. Ayet

قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ اِنَّٓا اِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ  ...


(Elçiler ise) şöyle dediler: “Bizim gerçekten size gönderilmiş elçiler olduğumuzu Rabbimiz biliyor.”

İsti'naf cümlesidir. Ayet fiil ve mefulünden müteşekkildir. Faidei haber ibtidai kelamdır.

Mequlül qavl cümlesinde rabbunâ mübteda, ya’lemu haberdir. Müsnedin muzari fiil olarak gelmesi hükmü takviye, hudus ve teceddüt ifade eder. 

İnnâ ileykum lemurselûne cümlesi iki tekid unsuruyla faidei haber inkari kelamdır. Nasb mahallinde ya’lemu fiilinin iki mefulü yerindedir.

Rabbunâ izafeti muzafun ileyhin şanı içindir. Tekzibûne - murseline kelimeleri arasında iyhamı tıbak değil tıbakı hafiy sanatı vardır. Murselûne (Gönderilmiş olmak), kezebe(yalan söylemek) kelimesinin zâhiren zıddı olmamasına rağmen cümledeki ve bağlamdaki konumu itibariyle “yalan söylemek” kelimesinin karşıt anlamını yüklenmekte ve bu karşıtlığın  cümleye yeni bir anlamsal güzellik (Muhassinât-ı Ma‘neviyye) katmasını sağlamaktadır. (İbn Ebi’l-İsba‘i’l-Mısrî, et-Tahrîru’t-Tahbîr, s.115)

Sâmerrâî bu âyeti açıklarken karye halkının şiddetli yalanlamaları ve tehditleri karşısında yılmaksızın ısrarla Rablerinin davetini ulaştırmaya çalışan örnekleri örnek vermektedir. Aynı şekilde davetçiler de istemedikleri tepkilerle karşılaştıklarında ya da reddedildiklerinde yahut da asılsız suçlamalara maruz kaldıklarında yılmadan öğüde ve tebliğe devam etmeleri gerektiğini ifade etmektedir. (Sâmerrâî, Alâ Tarîki’t-Tefsîri’l-Beyânî, II, 69.)

Şayet Neden önce İnnâ ileykum murselûne  ِ(Size gönderilmiş elçileriz biz!) sonra innâ ileykum lemurselîne ِ(biz kesinlikle size gönderilmiş elçileriz.) denildi? dersen şöyle derim: İlkinde, haber kipli bir cümle ilk defa söylenmektedir; ikinci cümle ise inkârdan dolayı cevaptır. (Keşşaf)

Rabbunâ ye’lemu  (Rabbimiz biliyor ki) ifadesi tekitte yemin yerine geçer. Arapların şehidAllahu (Allah şâhit ki), alimAllahu (Allah biliyor ki) şeklindeki sözleri de böyledir. Elçilerden kesinlik ve pekiştirme yollu gelen bu cevap, ancak (Bize düşen -doğruluğumuza şahitlik eden aşikâr belge ve kanıtlarla- açık-seçik iletmekten ibarettir.) sözleriyle beraber güzel olmuştur. Yoksa iddia sahibi VAllahi, iddia ettiğim şeyde doğru söylüyorum! dese de, açık bir delil getiremese, bu çirkin olur.

(Keşşaf)

Şehrin kendilerini yalanlamasından ve hiç de güzel olmayan bir şekilde reddetmelerinden sonra Allah'ın rasûlleri onları terk etmemiş, şehirden ayrılmamış, sadece doğru söylediklerine dair yemin etmiş ve ... ربنا يعلم  / Rabbimiz biliyor ki .... diyerek Rablerinin davetini tebliğ etmeye devam etmişlerdir. Bunda davetçilerin hoşlanmadıkları bir cevapla veya redle karşılaştıklarında ya da batıl yolda olmakla itham edildiklerinde buna sıkılmamaları, aksine nasihat ve tebliğe devam etmeleri gerektiğine işaret vardır.

 ربنا يعلم.... / Rabbimiz biliyor ki .... sözünü Araplar yemin manasında kullanırlar. Bu manada علم الله / Allah bilir de derler. Arkasından yemin cevabı gibi bir cümle gelir. Burada cevap cümlesi inne ve lâm ile tekid edilmiş bir isim cümlesidir.

Bu tabir burada en münasip olan şeydir. Elçiler kasem manası taşıyan sözlerinde ilmi Allah'a nisbet etmişlerdir. Çünkü onlar O’nun emriyle ve ilmiyle gönderilmişlerdir. Burada واللهِ veya وربِّنا şeklindeki bir kasem yerine bu tabir daha münasiptir. Çünkü şehir ashabı onlara Rahman hiç bir şey indirmemiştir, siz muhakkak ki bu iddianızda yalancısınız demiş ve rasûller de onlara Rabbimiz bizim doğruluğumuzu biliyor, muhakkak ki biz size gönderilmiş elçileriz diyerek cevap vermiş, onların sözlerini reddetmişlerdir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Rab isminin fiile takdim edilmesi tekid ve hükmü takviye ifade eder.

Câr-mecrûrun takdimi tahsis ifade eder. Yani bu rasûller sadece bu şehir halkına mahsustur, Rablerinin risaletini sadece onlara tebliğ ederler, demektir.

14. ayette lâm harfi olmaksızın مرسلون buyurulurken, burada لمرسلون buyurulmuştur. Bunun sebebi inkâra bağlı olarak tekidin artması kuralıdır. Önceki ibare yalanlamaktan sonra gelmiş ve sadece inne ile tekit edilmiştir. Yalanlamak ve inkar üç cümle ile geldikten sonra, son raddeye ulaşmış, dolayısıyla bu cümledeki tekit de arttırılmıştır. Önce إنّا إليكم مرسلون , sonra ربنا يعلم إنّا إليكم لمرسلين buyurulmuştur. Böylece rasûllerin sözleri ربنا يعلم şeklindeki kasemle, burada ربنا kelimesinin takdimiyle, cümlenin isim cümlesine dönüşmesi dolayısıyla, inne ve lâm harfleriyle tekid edilmiştir. Böylece her tabir makamına münasip olarak gelmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Yâsin Sûresi 17. Ayet

وَمَا عَلَيْنَٓا اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ  ...


“Bize düşen ancak apaçık bir tebliğdir.”

Vav atıf, nafiyedir. Ayette takdim tehir ve icaz-ı hazif vardır. Aleyna mahzuf mukaddem habere müteallıktır. El belâğul mubîn, muahhar mübtedadır. ve illa ile oluşan kasır mübteda ve haber arasındadır. Cümle, kasır nedeniyle faidei haber talebi kelamdır.

Ayetteki علينا / Bize düşen ibaresi biz bununla sorumluyuz, bu bizim görevimiz demektir. Rasûllere vacip olan şey, tebliğdir. Hatta apaçık tebliğe, yani hakkı göstererek açıklamaya ısrarla devam etmektir. Aslında duymayan, bilmeyen kalmaması için bütün mükelleflerin buna devam etmesi gerekir. Bu tebliği bir şahsa veya cemaata mahsus kılamayız. O zaman apaçık tebliğ olmaz. Apaçık tebliğin iki şartı vardır:

  •  Bilinmedik, tebliğ edilmedik bir şey kalmayacak şekilde risaleti ve tebliği açıklamak.
  •  Tebliği, gönderildiği kişilerin hepsine ulaştırmak. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Tefsîrü'l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Bu ayetteki mübîn kelimesi şu manalara gelebilir:

  •  Bu; mucize ve burhanla hakkı batıldan ayıran bir tebliğdir.
  •  Bu, bizim herkese gönderildiğimizi gösteren bir tebliğdir. Yani bir-iki kişiye tebliğ yapmamız yeterli değildir.

Bu, hakkı alabildiğine açıklayan bir tebliğdir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 18. Ayet

قَالُٓوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْۚ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ  ...


Dediler ki: “Şüphesiz biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarız ve bizim tarafımızdan size elem dolu bir azap dokunur.”

قَالُٓوا اِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْۚ 

Ayet beyani isti’naf olarak fasılla gelmiştir. Fiil ve mefulünden müteşekkildir. İnkar edenlerin elçilere söylediklerinin bildirildiği mequlül qavl cümlesi mahallen mansubtur. Qâlû fiilinin mefulü olan bu cümle inne ile tekid edilmiştir. Faidei haber talebi kelamdır. İnne’nin haberinin muzari fiil olması hükmü takviye, hudus ve teceddüt ifade eder.

لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ اَل۪يمٌ 

Mequlul qavle dahil isti’naf cümlesidir. Cümlenin başındaki lam, kaseme işaret eden harftir. İn, iki fiili cezm eden şart harfidir. Lem, muzariyi cezm ederek manasını menfi maziye çevirmiştir. Cümle şart üslubunda talebi inşai isnadtır. Lem tentehû şart fiilidir. 

Lenercümennekum kasemin cevap cümlesidir. Şartın cevabı kasemin cevabının delaletiyle mahzuftur. Akabindeki cümle bu cümleye matuftur.

Şartın cevabının hazfi icazı hazif, minnâ’nın failin önüne geçmesi takdim tehirdir.

Azâbun’daki tenvin, kesrete işaret ve tahkir içindir.

Leyemessennekum minna azâbun ibaresindeki dokunmak kelimesi mecâz-ı mürseldir. Dokunmak, eleme sebep olur. O halde sebep zikredilmiş müsebbeb kasdedilmiştir. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyan İlmi) 

Sâmerrâî, îcâz ve tafsîl bakımından bu ayeti qâlût tayyernâ bike ve bimem meake (Dediler ki: Biz sende ve yanındakilerde uğursuzluk görüyoruz.) Neml/ 47 ayetlerini karşılaştırmaktadır. 

Sâmerrâî, Yasin âyetindeki karye ashabı’nın, uğursuzluğu zikretmekle yetinmeyip elçileri taşlama ve işkenceyle tehdit ederek sözü uzattıklarını; Neml âyetinde ise herhangi bir tehdit yöneltmeksizin sadece uğursuzlukla yetindiklerini ve böylece sözü kısa (mûciz) tuttuklarını ifade etmektedir. Dolayısıyla îcâz, îcâzı; tafsîl de tafsîli gerektirmiştir. (Sâmerrâî, Alâ Tarîki’t Tefsîri’l Beyânî, II, 74)

Yâ-Sîn sûresindeki ayet niçin إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُم / Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzlandık  buyurularak inne ile tekit edilmiş, Neml sûresinde قَالُوا اطَّيَّرْنَا / Uğursuzluğa uğradık dediler buyurularak böyle bir tekit gelmemiştir?

Buna verilecek cevap, şiddet ve mübalağa ifade eden fiillerle birlikte tekidin gelmesinin gerekli olmadığıdır. Mütekellim daha kuvvetli olan fiili, ya da vasfı kullandığı vakit bunlarla birlikte tekit gelmesi gerekmez. Tekidin gelişi sadece maksatla ilgilidir. Kelam gerektiriyorsa bu fiil veya vasıf tekid edilir. Mesela şöyle diyebiliriz: اصطبرت عليك وإني صبرت على فلان / Sana sabrettim ve muhakkak ki filan kişiye sabrettim. Burada mübalağalı ve beliğ olan fiil اصطبر fiili olup tekidsiz gelmiş, mübalağa ifade etmeyen fiil tekidli gelmiştir. Çünkü amaç ilk cümlede mübalağalı olarak sabrı ifade etmek iken, ikinci cümlede sabrı tekitli olarak ifade etmektir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Lein lem tentehû lenercumennekum sözüyle onlar yüzünden uğursuzlandıkları sonra da davetlerinden vazgeçmezlerse onları taşlayacakları kasem ve nûn-u tekid ile tekid edilerek zikredilmiştir. İn harfine dahil olan lâm harfi kaseme delâlet eder. Bu lâm kaseme hazırlık yapar, delâlet eder ve bu yüzden de لام الموطئة denir. Tehditleri de fiile dahil olan nûn-u tekid es-sakîle (şeddeli tekid nûnu) ile tekid edilmiştir. O halde uğursuzluk inne, tehdit ise kasem ve şeddeli tekid nûnu ile tekid edilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Nûn-u tekid es-sakîl’in dahil olduğu fiil, nûn-u tekid el hafif’in dahil olduğu fiilden daha kuvvetlidir.

Ancak Yâ-Sîn sûresindeki ayet böyle gelmemiş, ikinci fiille birlikte lâm tekrar edilmiş ve yine nûn-u tekid es-sakîl gelerek iki fiilin de aynı menzilde olduğuna delalet edilmiş ve her iki fiili de bir arada yapacakları ifade edilmiştir.

Ayette geçen منا (Bizden) ibaresi azabın kim tarafından gerçekleşeceğini ifade eder. Azab da, taşlamak da aynı kişilerden gelecektir. Ayet لنرجمنكم و ليمسنكم منا عذاب أليم / Sizi mutlak taşlarız. Bizden size muhakkak acıklı bir işkence de dokunur şeklinde gelmiş, ليمسنكم عذاب أليم / Acıklı bir işkence dokunur şeklinde gelmemiştir ki bu fiilleri kimin yaptığı mübhem kalmasın. Bu şekilde gelseydi azabın onların ilahlarından geleceği zannedilebilirdi.

منا / Bizden şeklindeki câr-mecrûrun azaba takdim edilmesi için birçok sebep vardır. Ayetin konusu onlardır ve birçok fiil onlara isnad edilmiştir:

قالوا إنا تطيّرْنا / Dediler: «Doğrusu biz uğursuzlandık.»

لنرجمنكم ا / Sizi mutlak taşlarız.

وليمسنكم منا / Muhakkak bizden dokunur.

Dolayısıyla onlara ait zamirin takdimi münasip olmuştur. Onlar uğursuzluğa uğrayanlar, taşlayanlar ve azap edenlerdir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Tetayyernâ (uğursuzluğu uğradık) - tâırukum (sizin uğursuzluğunuz) kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatı vardır.

Yâsin Sûresi 19. Ayet

قَالُوا طَٓائِرُكُمْ مَعَكُمْۜ اَئِنْ ذُكِّرْتُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ  ...


Elçiler de, “Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz” dediler.

قَالُوا طَٓائِرُكُمْ مَعَكُمْۜ

İsti'naf cümlesidir. Mekulül qavl cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Cümlede icaz-ı hazif vardır. Tâirukum mübtedadır. Meakum mahzuf habere müteallıktır.

 طائر uğursuzluk olarak tefsir edilmiştir. Yani uğursuzluğunuz sizinle beraberdir, bu uğursuzluk 

küfür halinde kalmanızdır. Bizimle ise bir uğursuzluk söz konusu değildir, çünkü biz tevhide ve Allah'a kulluğa davet ediyoruz. Bunda ise iyilik, hayır ve bereket vardır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

اَئِنْ ذُكِّرْتُمْۜ

Fasılla gelen cümle müste’nefedir. Hemze istifham harfi, in şart harfidir. Cümle istifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Şart fiili zukkirtum meçhul bina edilerek fiile dikkat çekilmiştir. Cümlede icaz-ı hazif vardır. Şartın cevabı mahzuftur.

بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ

Mequlül qavle dahil olan bu cümle isti’naftır. Bel idrab harfidir. İsim cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Sıfat olan musrifûne, qavmun’un topluluk adı olması hasebiyle cemi müzekker salim gelmiş, vav’la merfu olmuştur. Sıfatlar itnabtır.

ذكرتم / Size nasihat edilirse mi, yani dünyada ve ahirette sizin için hayır olacak şey tavsiye edilirse bunu uğursuzluk sayacak veya bizi taşlamak ve azab etmekle mi tehdit edeceksiniz, demektir. Muayyen bir şeyle sınırlamamak ve mutlak olarak bırakmak için şartın cevabı hazfedilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Yâsin Sûresi 20. Ayet

وَجَٓاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَل۪ينَۙ  ...


Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun.”

وَجَٓاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى 

Vav atıf veya isti’nafiyedir. Faidei haber talebi kelamdır. Cümlede takdim tehir vardır. Car mecrur faile takdim edilmiştir. Raculûn’daki tenvin onun tanımadıkları birisi olduğunu belirtmesi yanında tazim ifade eder. Yes’â cümlesi raculun için sıfattır. Sıfat cümleleri anlamı kuvvetlendirmek için yapılan itnabtır. Câe - yes’â kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı vardır.

قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَل۪ينَۙ 

Beyani isti’naf veya raculun’den haldir. Fiil ve mef’ulünden oluşmuş bu terkib faidei haber ibtidai kelamdır. Cümlede mequlül qavl nida üslubunda talebi inşai isnadtır. Mahallen mansubtur.

Ya nida, qavmi münadadır. Kelimenin sonundaki kesra muzafun ileyhten ivazdır.

İttebiû cümlesi nidanın cevabıdır. Emir üslubunda talebi inşai isnadtır.

Bu âyet üzerinden davetçinin nasıl olması gerektiğini açıklamaktadır. O şöyle demektedir: Tehdit ve korkutmanın yoğun olduğu böylesine kritik bir durumda, bir adam, başlarına geleceklere aldırış etmeden elçilere bağlılığını ve imanını ilan etmek ve kavminin sapkınlığını ortaya koymak için şehrin en uzağından koşup gelmiştir. Âyetteki min eqsal medîneti (şehrin en uzağından) ibaresinin işaret ettiği önemli hususlar şunlardır:

1- Âyette bu şahsın şehrin en uzak yerinden gelmesi, onun herşeyi göze alarak ve davetin sorumluluğunu taşıyarak geldiğini göstermektedir. 

2- Âyetteki min eqsal medîneti (şehrin en uzağından) ibaresi min eqsal qaryeti (Karyenin en uzağından) şeklinde gelmemiştir. Hâlbuki kıssa vadrib lehum meselen eshâbel qaryeti (Sen onlara, o şehir halkını misal olarak anlat.) (Yasin/13)  ifadesiyle başlamaktadır. Karye eğer geniş ise medine olarak da adlandırılır. Burada davetin genişliğine işaret etmek için, qarye’den sonra, medine zikredilmiştir. Bir adamın uzak bir yerden gelmesi ise benimsediği yeni dine verdiği önemin büyüklüğünü ortaya koymaktadır.  

3- Şehrin en uzağından koşarak gelen bu adam gibi, günümüz davetçileri de Allah yolunda durmadan ve yılmadan ilerlemelidir.

4- Şehrin en uzağından koşarak gelen bu adam, hakkı gizlememiştir. İltifat ve uzlaşma yolunu da izlememiştir. Bilakis kavmini, elçilerin getirdiklerine iman etmeye davet etmiş; kendisi de imanını herkesin önünde ilan etmiştir.

5- Bu zatın şehrin en uzağından gelmesi, davetin, elçiler tarafından büyük bir ciddiyet içerisinde şehrin en uzak noktasına kadar ulaştırıldığını göstermektedir. Böylece onlar ve mâ aleynâ illalbelâğul mübîn (Bizim görevimiz ancak, size açıkça tebliğ etmek / gerçeği iletmektir.) (Yasin/17) şeklindeki sözlerini doğrulamış olmaktadırlar. (Sâmerrâî, Alâ Tarîki’t-Tefsîri’l-Beyânî, II, ss. 79-80.)

Ayette من أقصى المدينة (Şehrin en ucundan ibaresi), رجل (Bir adam)  kelimesine takdim edilmiştir. Halbuki Kasas/20. ayette رجل (Bir adam) kelimesi من أقصى المدينة (Şehrin en ucundan) ibaresine takdim edilmiştir. Bunun sebebi Yâ-Sîn sûresindeki amacın, adamın şehrin en uzak yerinden geldiğini açıklamak olmasıdır. Kasas sûresinde ise ifade edilen şey bu adamın şehrin uzak bir yerinden olduğu, yani oralarda oturan biri olduğudur. 

Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: وجاء من أقصى المدينة (O şehrin en uc(kenar)ından) ibaresi, şehrin en uzak yerlerini ifade eder. رجل (Bir adam) Allah katında bir adam demektir, tenvinli oluşu yüceltmek içindir. Bu tenvin rasûllerin onu tanımadığını ve onunla bir anlaşma yapmadıklarını da ifade edebilir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

يسعى (Koşarak), kavmine nasihat etmek için acele ile geldiğini ve hırslı olduğunu ifade eder. Kavmin bu rasûlleri öldürmeye azmettiklerini duyduğu ve Allah rızası için bunu engellemek için geldiği de söylenmiştir.

Kasas sûresindeki ayetin aksine burada من أقصى المدينة sözü رجل sözüne takdim edilmiştir.

Ebû Hayyân bunun belâğî bir sanat olan tefennün (farklı ifade şekli) için olduğunu söylemiştir.

Hafâcî câr-mecrûrun, hakkı öncelik olan faile takdim edilmesinin, faziletini beyan için olduğunu söylemiştir. Çünkü uzaklığa rağmen Allah Teâlâ ona hidayet etmiştir, uzaklık hidayetine engel olmamıştır. Burada şehrin genişliğine işaret etmek için karye yerine medine kelimesi kullanılmıştır. Allah Teâlâ uzak da olsa, yakın da olsa dileyene hidayet eder.

Bu takdimin önem için olduğu da söylenmiştir. Yani rasûllerin tebliği şehrin en uzak kısımlarına kadar uzanmış, böylece apaçık tebliğ yerine gelmiştir.

Tehir edilseydi يسعى fiiline müteallık olduğu vehmedilebilirdi. O zaman bu adamın şehrin uzak kısmında yaşamakta olduğu ifade edilmezdi ki, asıl maksat budur, denilmiştir. 

Burada rasûllerin Ey kavmim diye hitap etmesi kalplerini yumuşatmak içindir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

İttebeul murselîne (o peygamberlere uyun) cümlesinden sonra ittebeû men lâ yeselukum ecran (sizden herhangi bir ücret istemeyen kimseye uyun) cümlesinde fiilin tekrarlanmasıyle itnâb yapılmıştır. (Safvetü’t Tefâsir)

Yâsin Sûresi 21. Ayet

اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ  ...


“Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.”

اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْـَٔلُكُمْ اَجْراً 

Bu ayet, ittebiûl murseline cümlesinden hal veya tekid olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebi inşai isnadtır. Men müşterek ismi mevsul fiilin mefulü olarak mahallen mansubtur. Lâ yeselukum ecran irabdan mahalli olmayan sıla cümlesidir. Mevsulde tevcih sanatı vardır. Ecran’deki tenvin qıllet içindir. Nefiy siyakında nekra umum ifade eder. Hiç bir karşılık anlamındadır.

وَهُمْ مُهْتَدُونَ

Bu kısım peygamberlere tabi olmaya teşvik amacıyla gelmiştir. Bu kısım olmasa bile âyetin anlamı anlaşılır. Onların hakka davet eden elçiler olduğu, insanlardan bir ücret talep etmedikleri, Allah’ın dinine davet ederek bir menfaat elde etmeyi ummadıkları ifadeleriyle anlam tam olarak tamamlanmıştır. ve hum muhtedûne ifadesi gelmeseydi de onların hidâyet üzerine olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü peygamberler hidâyete ermiş kişiler olarak bilinmektedir. O yüzden burada îyğâl yapılmıştır. (Mısrî, Tahrîru’t-tahbîr, s. 236; Suyûtî, el-İtkân, V, 1672)

Ayetin sonundaki hal cümlesi vav’la gelmiştir. Faidei haber ibtidai  kelamdır. Müsnedin isim olarak gelmesi, subut ifade eder. Hal cümleleri, anlamı açıklamak için yapılan itnabtır.

Bu ayet ittebıul murselîne âyetinden bedeldir. Amaç insanların peygamberlere uymalarını teşvik etmektir. Zira hiçbir ücret istemeyen peygamberlere tabi olmada dünya ve ahiret için birçok fayda vardır. Bu da bedel-i iştimâldir. Çünkü ücret istenmesi risalet kavramında yoktur. Peygamber ise Allah'ın risaletini insanlara tebliğ edendir. (Fadl Hasan Abbâs, el-Belâga Funûnuhâ ve Efnânuhâ, İlmu’l-Meânî, 425.)

Bu iki ayette اتبعوا (Uyun) emri tekrarlanmıştır. Bunun birçok sebebi vardır. Tekrar hem tekit, hem başka manalar ifade eder. Rasûllere aslen uymak gerekir. Bu rasûlun Rab tarafından gönderilmiş olması kesinlikle uyulmasını gerektirir. اتبعوا المرسلين (O gönderilmiş olanlara uyun) ifadesi bu manaya delâlet eder. المرسلين (O gönderilmiş olanlara) ifadesi bu manaya delâlet eder.

Gönderilmemiş olanlara tâbi olmaya gelince, iki sıfata sahip olmaları gerekir:

●   Hidayet üzere olmaları.

●   Bir ücret veya şahsi bir menfaat istememeleri.

Bu bütün mükelleflere yöneliktir. Burada ikinci uyun emri gelmeden اتبعوا المرسلين. من لا يسألك أجراً وهم مهتدون buyurulsaydı, uymak sadece ayette bahsedilen rasûllere mahsus olurdu. Başka ıslah ediciler veya davalarına davet edenler ayetin kapsamına girmezdi. Dolayısıyla ilk uyun emri rasûllere uymayı, ikinci uyun emri, bu iki sıfatı taşıyan başka rasûllere uymayı ifade eder.

Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Emrin tekrarı tekid ve gerekenin gerçekleşmesine işaret ettikten sonra, tâbi olmak için bir engel bırakmama vasfına teşvik ifade eder. 

الذي yerine من ismi mevsulünün tercih edilmesi, daha umumi olduğu içindir. Böylece Allah'a davet eden bir kişi de olsa, daha çok kişi de olsa, herkesi kapsar. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 22. Ayet

وَمَا لِيَ لَٓا اَعْبُدُ الَّذ۪ي فَطَرَن۪ي وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ  ...


“Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca O’na döndürüleceksiniz.”

وَمَا لِيَ لَٓا اَعْبُدُ الَّذ۪ي فَطَرَن۪ي 

Vav atıf, ma istifham harfidir. Ayet istifham üslubunda talebi inşai isnadtır. Fakat cümle gerçek soru manasının dışında taaccüb, nasihat ve kınama manaları taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir. Cümlede icaz-ı hazif vardır. mübteda, liye mahzuf habere müteallıktır.

Lâ a’budu cümlesi mahallen mansub haldir.

Has ismi mevsul ellezî, a’budu fiilinin mef’ulüdür. Mahallen mansubtur. Fetarenî mevsulün sılasıdır. Mevsulde tevcih sanatı vardır.

Keşşâf'ta şöyle bir açıklama vardır: Bu konuşmada kendi nefsine nasihat ederken aslında onlara nazikçe nasihat etmek ve öğretmek maksadı vardır. Böylece kendi nefsi için ne istiyorsa, onlar için de aynı şeyi istediğini ifade etmiştir.

Burada mütekellim kalıbında olan mâ liye ifadesinden, muhâtab kalıbında olan turceûne ifadesine iltifât edilmiştir. (Allân, el-Bedî fi’l-Kur’ân, s. 248.)

Kavminin kendilerini yaratan Allah’a ibâdet etmemelerinden kinâyedir. Delîli de hep de döndürülüp O’na götürüleceksiniz bölümüdür. Onları kızdırmadan nasihat etmek istemektedir. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Beyan İlmi)

Bu âyette de ta‘rîż üslubuyla ‘’siz, sizi yaratana niçin ibadet etmiyorsunuz?’’ denilmekte ve muhataba direkt olarak batıl yolda olduğunun söylenmesinin rahatsız edici olma ihtimali olduğu için yumuşak bir üslup tercih edilmektedir. (Zerkeşî, Burhân fî Ulûmi’l-Ḳur’ân, II, 313.)

وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Ayetin son cümlesi sıla cümlesine matuftur veya haldir. Car mecrurun takdimi kasır ifade eder. 

Cümlenin seyrine göre ِve ileyhi turceûne ifadesi aslında ve ileyhi erciu şeklinde olmalıydı. Çünkü ifadenin başında söze mütekellim (birinci şahıs) kalıbı ile başlandı. Fakat burada mütekellimden (birinci şahıs) muhataba (ikinci şahıs) dönülerek iltifât yapılmıştır. (Suyûtî, İtkân, II, 363.)

Beydavi, buradaki dönüşüme iltifât adını vermeden ifadenin akışının değişmesindeki inceliği şu şekilde açıklar: Âyette bahsi geçen zat nasihatte içtenliğini ve nezaketini göstermek, kendi nefsi için istediğini onlar için de arzuladığını belirtmek üzere sözü kendi üzerinden sarfetmiştir. Gerçekte bu kişinin amacı müşrik kavme nasihat etmek ve onları kınamaktır. Bunun içindir ki daha çok tehdit etmek üzere yalnız ona döndürüleceksiniz demiş, ardından eski üslubuna dönerek şöyle demiştir. Ondan başka ilahlar edinir miyim? (Beydavi, IV, 430.)

Ayetin son bölümünde إليه (Ona) şeklindeki câr-mecrûr, ihtisas ifade etmek için fiile takdim edilmiştir. Mana şöyledir: Başkasına değil, sadece O'na geri dönülür. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 23. Ayet

ءَاَتَّخِذُ مِنْ دُونِه۪ٓ اٰلِهَةً اِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمٰنُ بِضُرٍّ لَا تُغْنِ عَنّ۪ي شَفَاعَتُهُمْ شَيْـٔاً وَلَا يُنْقِذُونِۚ  ...


“O’nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.”

İsti'naf cümlesi olarak fasılla gelmiştir. Hemze istifham harfidir. İlk cümle istifham üslubunda gelmiş talebi inşai isnad olmasına rağmen, soru manası taşımamaktadır. İstifham anlamından çıkarak kınama ifade ettiği için cümle mecaz-ı mürsel mürekkeptir. Ayrıca cümlede tecahülü arif sanatı vardır.

Dûni’nin Allah Teala’ya ait zamire muzaf olması kısa yoldan izah içindir. Âliheten’deki tenvin tahkir içindir. 

İn iki fiili cezm eden şart harfi, yuridni şart fiili, lâ tuğni annî.. şartın cevap cümlesidir. Lâ yunqızûne cümlesi şartın cevabına matuftur. 

Şey’en’deki tenvin hiçbir manasındadır. Olumsuz sigadaki nekra umum ifade eder.

Bu ayetle ilgili olarak, güzel olan başka nükteler de vardır:

a) Cenâb-ı Hak bu ifadeyi istifhâm üslubuyla zikretmiştir ki, bu üslubda, o işin çok açık ve net olduğu manası yatmaktadır. Zira, bir şeyden bahsedip de, meselâ edinmem diyen kimsenin bu sözünü duyan kimse, ona, Niçin edinmezsin? diyerek bunun sebebini sorar. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, edinir miyim? buyurunca, onun bu sözü, haber verme anında, talep edilen o sebebi beyana gerek bırakmaz. Buna göre sanki bu şahıs, Sana danıştım, o halde bana yol göster der. Bunun üzerine kendisine danışılan kimse, düşünmeye başlar. Böylece o ona sanki, O iş hususunda düşün. Böyle yaparsan sen meseleyi, ben sana haber vermeksizin anlarsın demiş olur.

b) Ayetteki, من دونه (O'ndan başka) ifadesi de ilginç bir hususiyet taşımaktadır: Bu zât Beni yaratan ifadesiyle, Allah’a ibâdet ettiğini beyan edince, O'ndan başkasına ibadet etmenin caiz olmayacağını beyan etmiştir. Çünkü eğer bu zât, Allah’dan başkasına ibadet etmiş olsaydı, o zaman, Allah’dan başka mâbud edinmiş olduğu bütün şeriklere ibadet etmesi gerekirdi. Çünkü her şey muhtaçtır, fânîdir, sonradan meydana gelmedir. Binâenaleyh şayet bu zât, Ben ilâhlar edinmem demiş olsaydı, o zaman ona, Bunda iki farklı durum muhtemeldir: “Seni yaratandan başkasını tanrı edinirsen, hadsiz sayıda tanrı edinmen gerekir. Yok eğer senin ilahın, senin Rabbin ve hâlıkın ise, bu takdirde senin başka ilahlar edinmen caiz değildir’’ denirdi.

c) Ayetteki, ءأتخذ (Edinir miyim) tabiri O’ndan başkasının ilâh olmadığına bir işarettir. Çünkü tanrı edinen, ilah olmaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Ne eş ne de oğul edindi (Cin/5) ve Hamd, oğul edinmemiş olan Allah'a mahsustur (İsrâ/111) buyurmuştur. Çünkü Allah’ın hakiki anlamda oğlu olmaz, bu caiz de değildir. Hristiyanlar Allah Îsâ'yı oğul edindi demişler ve Îsâ'ya oğul adını vermişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Allah oğul edinmedi (İsrâ/111) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kendisi hakkında O’nu bir vekil edin (Müzzemmil/9) ve (O), doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde, güvenek ve dayanak olarak O’nu tut (Müzzemmil/9) buyurmuştur da denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, bu yeni bir şeydir. 

فاتخذه وكيلا (O'nu bir vekil edin) ibaresiyle ilgili özel bir durumun söz konusu olduğunu ilave etmek istiyoruz. اتخذ (Edinmek) kelimesi aslen mevcut olan ve tercih meselesi olmayan ve o manadan ayrılması mümkün olmayan bir şey için kullanılmaz. Mesela gerçekten babamız olan kişi için اتخذت فلاناً أباً (Filan kişiyi baba edindim) denmez. Ya da gerçekten kardeşimiz olan kişi için اتخذت فلاناً أخاً (Filan kişiyi erkek kardeş edindim) denmez. Taşıdığı mânâdan ayrılması, terk etmesi ve tercih söz konusu olduğu zaman bu fiil kullanılabilir. 

لا تغن عني شفاعتهم ibaresinde akıllılara ait zamir kullanılmıştır. Çünkü şefaat etmek için akıllı olmak gerekir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

E ettehızu min dûnıhı âliheten (Ondan başka tanrılar mı edineyim?) sorusu kına­ma ifade eder. 

Min dûnıhî - errahmânu kelimeleri arasında izmar ve izhar arasında güzel bir iltifat sanatı vardır.
Yâsin Sûresi 24. Ayet

اِنّ۪ٓي اِذاً لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ  ...


“O taktirde ben mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum.”

Bu cümle müste’nefe cümlesidir. İnne ve lam’la tekid edilmiş, faidei haberi inkari kelamdır. İnne’nin haberine dahil olan lam tekid ifade eden lamul muzhalakadır. İzen cevap harfidir, burada amel etmemiştir. Cümlede icaz-ı hazif vardır. Car mecrur mahzuf habere muteallıktır. Mübîn sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede itnab vardır.

Bu cümle inne ve lâm ile tekid edilmiş, dalâlet de mübîn olmakla vasıflanarak, bu dalâletin gizli olmadığı ifade edilmiştir. Yani bunu yaparsa durumu böyle olur demektir. Mana ortada olmasına rağmen makam bu tekitleri gerektirmektedir, çünkü muhatap bu kadar açık ve ortada olmasına rağmen bunu şiddetle inkar etmektedir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Yâsin Sûresi 25. Ayet

اِنّ۪ٓي اٰمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِۜ  ...


“Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım. Gelin, beni dinleyin!”

Müste’nefe olan ayet mequl qavle dahildir.  İsti’nafiyedir.

  فاسمعون (İşte bunu benden duyun) sözü bu kişinin imanını yüksek sesle, herkesin duyacağı bir şekilde, kekelemeden ilan ettiğine delalet eder. Bu da bu nedenle başına gelecek taşlanma, azab veya daha başka eziyetlere aldırmadığını gösterir.

Ayette أنا آمنت değil, إني آمنت buyurularak mana tekidli ve kuvvetli bir şekilde ifade edilmiştir. 

Daha önce وَمَا لِيَ لَا أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي (Ben beni yaratana neden kulluk etmeyecekmişim) (Yâ-Sîn/22)  buyurulmuşken burada بربي (Rabbime) değil, بربكم (Rabbinize) buyurularak onların Rabbinin kendi Rabbi olduğunu, kendisini O'nun yarattığını, O'na geri döneceğini ve O’nun hepsinin Rabbi olduğunu açıklamıştır.

بربكم (Rabbinize) sözünün rasûllere hitap ettiği, yani davet ettiğiniz sizin Rabbinize iman ettim manasında olduğu da söylenmiştir. İşin doğrusu hitap hepsine birdendir. Rasûllerin Rabbi, kendisinin ve kavminin de Rabbidir. Bunu kavmin önde gelenlerine ilan etmiş ve kavminden rasûllere tâbi olmalarını, davet ettiği şeye iman etmelerini istemiştir.

Hangi halde olursa olsun hakkı onların yüzlerine çarpmış, açıkça söylemiş ve imanını ilan etmesi sebebiyle başına gelecek şeylere aldırmamıştır.

Burada آمنت بربكم (Rabbinize iman ettim) demesi, آمنت بربي (Rabbime iman ettim) demekten evlâdır. Herkes kendi Rabbine iman eder ve bu sözün karşılığında أنا آمنت بربي أيضا (Ben de Rabbime iman ettim) der.

آمنت بربكم (Rabbinize iman ettim) demek resullerin davet ettiği Rabbe delalet eder. Eğer bundan maksat kavminin taptığı Rab olsaydı, 20. ayetteki اتبعوا المرسلين (Uyun o gönderilmiş olanlara) sözünü söylemezdi. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Yâsin Sûresi 26. Ayet

ق۪يلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَۜ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْم۪ي يَعْلَمُونَۙ  ...


26-27. Ayetler Meal  :   
(Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): “Cennete gir!” denildi. O da, “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!” dedi.

Ayet isti’nafiyedir. İlk cümle faidei haber ibtidai kelamdır. Mequlul qavl cümlesi emir üslubunda talebi inşai isnad olmasına rağmen ikram manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Qâle yâ leyte ...cümlesi isti’naftır. Mequlul qavli, nida üslubunda talebi inşai isnadtır. nida harfidir. Münada mahzuftur. Leyte temenni ifade eder. Qavmî, leyte’nin ismi, mütekellim ’sı sebebiyle takdiren mansubtur. Ya’lemûne, leyte’nin haberi olarak mahallen merfudur.

Önceki ayetle bu ayet arasındaki mesqutun anh, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek konuya ilgisini artırır.

Qîle - qâle kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddül aczi ales sadri sanatı vardır. 

Cennete girer girmez gördüğü ikramı ve güzel muameleyi yâ leyte qavmî ye’lemûne (Keşke kavmim bunu bilseydi!) diyerek hidayeti kavmine isteyen o zat gibi her mümin, insanların hidayetini düşünmeli; en azılı düşmanları bile olsalar, hatta ona kötülük yapmış olsalar dahi, ona işkence yapsalar ve hatta onu öldürseler dahi, kavminin / toplumunun hidayetini istemelidir. Bu âyette, özelde davetçilere genelde Müslümanlara; insanların tümüne hidayet istemeleri ve onlara hiçbir şekilde kin ve nefret beslememeleri gerektiği anlatılmaktadır. (Sâmerrâî, Alâ Tarîki’t-Tefsîri’l-Beyânî, II, 107.)

Qîledhulıl cennete (Cennet'e gir denildi) cümlesinde, sözün akışından anlaşıldığı için hazif yapılmıştır. Takdiri şöyledir: Habîb, imanını açıkla­yınca onu öldürdüler. Böylece ona, cennete gir denildi. (Safvetü’t Tefâsir)

  • Fiil meçhul olarak gelerek قيل buyurulmuş, konuşan kişi açıklanmamıştır. Zira maksad konuşan kişileri zikretmek değildir. Bu konuşanların melek olması muhtemeldir.
  • Burada قيل له (Ona denildi) şeklinde hitap edilen kişi de açıklanmamıştır. Zira siyaktan kim olduğu anlaşılmaktadır.

Keşşâf'ta şöyle bir açıklama vardır: Sözün kime söylendiği bilindiği için burada amaç söylenen sözü açıklamaktır.

İşte böylece bu kişinin sözlerinden sonra olan şeyler es geçilmiş, fail söylenmeyerek fiil meçhul getirilmiş, sözün kime söylendiği söylenmeyerek sadece cennete gir denildiği ifade edilmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

  • Rabbinin kendisine mağfiret ettiğini bilmesini ister ki böylece onlar da tevbe etsin. Çünkü Allah'ın rahmeti bu tevbeye binaen zuhur eder.
  • Bu güzel sonuca nail olacak amellere teşvik etmesi için, kendisine yapılan ikramı bilmesini ister. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Yâsin Sûresi 27. Ayet

بِمَا غَفَرَ ل۪ي رَبّ۪ي وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُكْرَم۪ينَ  ...


    Kerame كرم :

  Eli açıklık/cömertlik anlamına gelen كَرَمٌ kavramıyla Yüce Allah vasfedilecek olursa O'nun tezahür eden ihsanının ve nimetlendirmesinin adı olur. Bu sıfat insanlar için kullanıldığında ise bu durumda insandan zuhur eden, övgüye layık ahlak ve huyların adı olur.

  Bazı alimler كَرَمٌ sözcüğünün yalnızca büyük iyilikler için kullanıldığını ifade etmişlerdir.

  Bu köke ait ve birbirlerinin yerine kullanılabilen إكْرامٌ ve تَكْرِيمٌ kalıplarına gelince; bunlar insana bir onurlandırmanın ulaştırılmasıdır. Bu da bir çeşit menfaattir ancak ardında herhangi bir aşağılama veya küçük görmenin gelmediği bir fayda görmedir veya insana çok değerli bir şeyin verilmesi ya da kazandırılmasıdır. (Müfredat) 

  Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 47 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)

  Türkçede kullanılan şekilleri kerim, keramet, ikram, mükrim, ikramiye, Kerem, Ekrem ve Mükerrem'dir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi) 

mevsuliye veya masdariyyedir. Bi ile birlikte önceki ayetteki ya’lemûne’ye muteallıqtır. Ğaferelî rabbi sıla cümlesidir. Rabbi, ğafera fiilinin failidir. Cümlede takdim tehir vardır. Car mecrur faile takdim edilmiştir. Rabbî izafeti muzafun ileyhin şanı içindir.

Akabindeki cümle sılaya matuftur. Minel mukramîneye dahil olan min, ba’diyet bildirir.

Şayet bimâ ğafera lî rabbî ifadesindeki mâ, mâ’lardan hangisidir?” dersen şöyle derim: Masdariyye veya (Rabbimin günahlarımdan neleri bağışladığını) anlamında mevsūledir. İstifhâmiyye de olabilir ki bu durumda (Rabbimin beni hangi şeyle bağışladığını) anlamına gelir. Bununla, öldürülünceye kadar dini yüceltmek adına göstermiş olduğu sabır ve direnci kastetmektedir. Ancak [bi-mâ şeklinde] ispatı caiz olmakla birlikte elif atılarak, bi-me ğafera lî denmesi daha güzeldir. Kad alimtü bi-mâ sanate hâzâ (Bunu hangi saikle yaptığını çok iyi biliyorum!) denebileceği gibi, bi-me sanate de denebilir. (Keşşaf)

Burada ismi mevsulle birlikte masdariyye manasını da ifade etmek için بالذي değil بما buyurulmuştur. Yani iki manayı birleştirdiği için mağfiretle ve ikramla demektir. Böylece mağfiret ve ikramı ya da mağfiret ve ikramın sebebini bilseydi şeklindeki iki manayı ifade etmiştir. Ayette بالذي gelseydi tek bir mana ifade ederdi.

Câr-mecrûr, faile takdim edilerek بما غفر لي ربي buyurulmuştur. Çünkü burada önemli olan bu kişidir, kelam onun hakkındadır. Günahları Allah'ın affettiği bilinmektedir, yani fail bellidir, ancak burada mühim olan kimin günahının affedildiğidir.

Burada Rab isminin gelişi, 25. ayetteki إِنِّي آمَنْتُ بِرَبِّكُمْ (Gerçek, ben Rabbinize iman ettim) sözüne münasiptir. Rabbin kendisine izafe edilmesi de herkes tarafından bilindiği gibi hürmet ve lütuf içindir.

Mağfiret, ikram edilenlerden olmaya takdim edilmiştir. Çünkü mağfiret ikram olunmanın sebebidir. Dolayısıyla önce mağfiret edilir sonra da ikram gelir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)

Sayfadan Gönüle Düşenler
Üç peygamberin gönderildiği ve inkarında ısrar eden şehrin halkına bakıyordu. Allah’ın elçilerine sırt çevirenlere ve onları uyarmak için koşarak gelen adamı öldürenlere benzemekten Allah’a sığındı.

Gözlerini kapattığında, şehrin öbür ucundan koşarak gelen adamın ayak seslerini duyuyordu. Bazen hayatta boş bir şey olmaktansa, Allah’a imana çağıranların ve imanı için mücadele edenlerin ayak sesleri olmak daha değerliydi.

Öyle ki; o ayak sesleri, kalbimizdeki hakikat hatırlatıcılarını uyandırsın: Beni yaratan Allah’a kulluk etmekten daha güzel ne olabilir? Dünyalık korkularda ne imiş; Allah diledikten sonra zarara da, yarara da hiç kimse engel olamaz. Ancak O’na sığınır, ancak O’ndan isteriz.

Allah’a imana davet için koşan adamın kalbinin haline hayran kaldı. Zira, kurtuluşa erdikten ve cennete girdikten sonra: keşke kavmim bilseydi dedi. Anladı ki, kalbi iman ile dolanın yüreğinde dünyalık hırslara yer yoktu. 

Ey Allahım! Kalplerimizi nurun ile yıka, zikrin ile süsle; dünyalığa dair ne varsa çıkar ve faydasız her duygu ile düşünceden arındır. Ayak seslerimiz; Senin yolunda hayırda yarışanların ayak seslerine karışsın. Şüphesiz, dönüşümüz Sana’dır; bizi dünyada Sana kulluk edenlerden, ahirette de Sana kavuşanlardan eyle. 

Amin.