بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّٰهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلٰى ظَهْرِهَا مِنْ دَٓابَّةٍ
Vav isti’nafiyedir. Lev cezmetmeyen şart harfidir. Ayetin ilk cümlesi şart üslubunda gayrı talebi inşai isnadtır. Haber manalıdır. Yuâhizu şart fiili, mâ tereke ise cevap fiilidir. Mâ müşterek ismi mevsul, cer mahallindedir. Harfi cerle birlikte yuâhizu fiiline müteallıktır. Kesebû sılasıdır.
İkinci mâ, nafiyedir. Farklı konumdaki ma’lar arasında tam cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır.
Ayette mütekellim Allah Teala’dır. Lafzı celalde tecrit sanatı vardır.
Bu âyettte ard (yer) lafzının zikri geçmediği halde Dâbbetin (canlı) lafzı ona delâlet ettiğinden ve malum olduğundan zikrine gerek duyulmamıştır. (Beydavi, V, 253)
Mâ terake alâ zahrihâ min dabbetin (Onun sırtında emekleyen herhangi bir canlı bırakmazdı.) cümlesinde istiâre-i mekniyye vardır. Burada yeryüzü, sırtında çeşitli mahlûkât türlerini taşıyan bir hayvana benzetilmiş, sonra müşebbehün bih hazfedilmiş ve onun levazımından olan Zahr kelimesiyle istiâre-i mekniyye yoluyla ona işaret edilmiştir. (Safvetü’t Tefâsir)
Bu ayette olduğu gibi muzari fiile şart manasındaki Lev dâhil olduğunda muzari fiil geçmiş zaman ifade etmektedir. (Süyûtî, Hem’u’l-hevâmi’, 1: 35)
Bimâ kesebû (işledikleri yüzünden) ifadesi, kesbetmiş oldukları günahlar sebebiyle anlamında; alâ zahrıhâ (sırtında) ifadesi yeryüzünde demektir. Tek bir canlı ise yeryüzünde hareket eden tüm varlıklardır. Burada âdemoğlunu kastetmiştir; ancak (Günahlarının uğursuzluğu yüzünden hem âdemoğlunu hem de diğer canlıları bırakmazdı) anlamında olduğu da söylenmiştir. (Keşşaf)
وَلٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۚ
Cümle atıfla gelmiştir. Lâkin, lâkinnne’den hafifletilmiş istidrak harfidir. Müsemmâ, ecelin için sıfattır. Gayri munsarif olduğu için takdiri olarak irablanmıştır.
فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ
Fe atıf harfidir. İzâ, şart ve mustakbel manalı, cümleye muzaf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümle şart üslubunda gayri talebi inşai isnadtır. Haber manalıdır. İcaz-ı hazif söz konusudur.. Şartın cevabı mahzuftur.
فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِعِبَادِه۪ بَص۪يراً
Fe rabıtadır. Mukadder şartın cevabı için ta’lil cümlesidir.
İnne ile tekid edilmiştir. Haberi kâne’nin dahil olduğu bir cümle olup faide-i haber talebi kelamdır.
Müsnedin ileyh telezzüz ve teberrük için alem isimle marife olmuştur. İnne’nin ismi olan lafzı celalde tecrit sanatı vardır. Kâne’nin haberi basîren’dir.
Kur’ân’daki bütün surelerde olduğu gibi bu surenin de son ayeti, hüsnül inteha sanatının güzel bir örneğidir.
Hüsnül inteha, mütekellimin sözünü makâma ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. (Kur’an Işığında Belağât Dersleri Bedi İlmi)
Diğer surelerde olduğu gibi, bu surenin âyetlerindeki fasılaların, mükemmel uyumunun ahengi, sözün güzelliğini, parlaklığını ve ruha etkisini artırmıştır.
Mekke döneminde inmiştir. 83 âyettir. Sûre, adını ilk âyeti oluşturan “Yâ-Sîn” harflerinden almıştır. Sûrede başlıca insanın ahlâkî sorumlulukları, vahiy, Hz. Peygamber’i yalanlayan Kureyş kabilesi, Antakya halkına gönderilen peygamberler, Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren deliller, öldükten sonra dirilme,hesap ve ceza konu edilmektedir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يٰسٓۜ
Kelâma en güzel giriş şekillerinden biri de kelâmın konusuyla alâkalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelâmın maksadına işâret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti Berâetü-l istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaâ ile başlayan bütün sûreler buna örnektir. Çünkü muhâtabın dikkatini celb eder ve dinlemeye teşvik eder. (Kur’an Işığında Belağât Dersleri Bedi İlmi)
وَالْقُرْاٰنِ الْحَك۪يمِۙ
Araplar’da yalan yere yemin etmenin dünyanın harabına yol açacak kadar ağır bir kötülük olduğuna inanılırdı. Resûl-i Ekrem de bir hadisinde bu anlayışı teyit etmiştir. İşte bu âyetlerde Hz. Muhammed’in gerçek bir peygamber olduğu bir yemine bağlı olarak ifade edilmektedir; üzerine yemin edilen ise muhataplarınca kendileri tarafından bir benzerinin ortaya konamayacağı anlaşılmış bulunan eşsiz mûcize Kur’an-ı Kerîm’dir (Râzî, XXVI, 41).
“Hikmet dolu” diye çevrilen 2. âyetteki hakîm kelimesi, “muhkem, sağlam; öğütleri, buyruk ve yasakları yerli yerince olan” şeklinde de anlaşılmıştır (İbn Atıyye, IV, 446).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 476Vav kasem harfidir. Ayette icaz-ı haziif vardır. Car mecrur mahzuf kasem fiiline müteallıktır. Takdiri aqsemu’dur. Elhakîmi, sıfattır. Anlamı zenginleştirmek için yapılan itnabtır.
Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'e yemin etmektedir. Kur'ân Hz. Muhammed'e sav indirilen kitabın özel ismidir. القرآءة kelimesinden türemiş bir isimdir. Kur'ân aslında قرأ (Okudu) fiilinin mastarıdır. القرآءة de aynı fiilin diğer mastarıdır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Elhakîm kelimesi zü’l-hikme (hikmetli) anlamındadır. Ya da (Kur’ân’a hakîm denmesi) canlı biri gibi hikmetle konuşan bir delil olduğu içindir. Veya el-Hakîm’in kelâmı olduğundandır. Bu durumda (Kur’ân) kendisiyle konuşanın sıfatıyla nitelenmiş olur. (Keşşaf) Dolayısıyla akli mecaz veya istiare vardır.
Nasıl olup da Allah'ın Kur'ân'a yemin ettiği sorulabilir. Çünkü yeminde olması gereken, yemin edilen şeyin muhatab tarafından yüceliğinin kabul edilmesidir. Halbuki muhatab Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu kabul etmiyordu. O halde bu yemine de aldırmaz. O zaman bu yeminin kıymeti nedir? Buna söyle cevap verebiliriz: Allah Teâlâ Kur'ân'ı Rasûlünün mucizesi, risaletinin en büyük delili ve burhanı yapmıştır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Tefsîrü’l Kebîr'de şöyle yazılıdır: Bu sadece bir yemin değildir. Bu; yemin sûretinde gelmiş bir delildir. Çünkü Kur'ân bir mucizedir ve onun gönderilmiş oluşunun delili de bu mucize oluşudur. İşte Kur'ân böyledir.
اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ
Ayet fasılla gelmiştir. Bu cümle kasemin cevabıdır, Allah Teâlâ Rasulullah’ın sav gönderilenlerden olduğuna yemin etmiştir.
Cümle iki tekid unsuruyla faidei haber inkari kelamdır. Min ba’ziyet içindir.
Bu ayetteki cevap inne ve lâm ile tekid edilmiştir. Bunun sebebi kavminin onun risaletini inkar etmesindeki şiddettir. Bu yüzden arkadaki ayetler de aynı şekilde gelmiştir. Onların gafil olduğu ve inanmadıkları için çoğunun başına o sözün hak olduğu zikredilmiştir. Onların hem önlerinden hem arkalarından setler çekilmiştir ve her taraftan sarılmışlardır. Onlar artık görmezler. Onlar uyarılsalar da, uyarılmasalar da fark etmez, artık hiç bir şekilde iman etmezler. İşte bu manalar da tekidin arttırılmasını gerektirmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ
Ayet fasılla gelmiştir. Car mecrur, inne’nin mahzuf ikinci haberine veya inne’nin isminden ya da haberindeki müstetir zamirden mahzuf haline veya el murselîne’ye müteallıktır. Musteqîmin sırâtin’in sıfatıdır, sıfatlar itnabtır. Sırâtin musteqîmin ibaresinde istiare vardır. Müsteâr sırât kelimesidir, hissîdir. Müsteârun leh İslâm’dır, aklîdir. Sırât kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müsteârun leh) hazfedilmiş müsteârun minh kalmıştır. (Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyan İlmi)
Sırâtin musteqîmin kelimelerindeki tenvin nev ve tazim içindir. Bu kelimeler arasında muraatün nazir sanatı vardır.
Muhtemelen bu câr-mecrûr haberden sonra gelmiş bir haberdir. Yani muhakkak ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin demektir. إنه من أهل بغداد من أصحاب الثراء .. (Muhakkak ki o zengin Bağdat ehlindendir) sözümüz gibidir. Bu cümlede o kişinin hem Bağdat ehlinden olduğu, hem de zengin olduğu haber verilmiştir. Aynı zamanda المرسلين (Gönderilenler) kelimesinin müteallıkı da olabilir. Yani muhakkak ki sen dosdoğru yol üzerinde gönderilenlerdensin manasındadır. Bu iki takdir arasındaki farkın ne olduğu sorulabilir. Buna şöyle cevap verebiliriz: Eğer bu câr-mecrûrun ikinci haber olduğu düşünülürse, bu haberlerden birine gerek yoktur, sadece bir tanesi ile kelam tamamlanır.
Amaç, onu sıratı müstakimde olan diğer gönderilenlerden temyiz etmek değildir. Amaç, hem onu, hem de getirdiği şeriatı vasıflamaktır. Böylece bu nazımla iki vasıf birarada ifade edilmiştir. Adeta sen sabit bir yol üzerinde gönderilenlerdensin denilmiştir.
Aynı zamanda sırat kelimesindeki nekirelik, onun dosdoğru yollar arasında, bu vasfı gizlemeyen bir yol üzerinde gönderildiğine delâlet eder. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
تَنْز۪يلَ الْعَز۪يزِ الرَّح۪يمِۙ
Tenzîle, mahzuf fiilin mefulu mutlakı olarak veya mahzuf bir fiille medh üzere mansubtur.
Murselîne - tenzîle, el hakîmi - elazîzi - errâhîmi kelimeleri arasında muraatün nazir sanatı ayrıca el hakîmi - elazîzi - errâhîmi kelimeleri arasında muvazene sanatı vardır.
Yemin edilerek hikmetle vasıflanan Kur'ân tazim edildikten sonra yüce zatına izafe edilerek bir kere daha tazim edilmiştir. Kitâb iki açıdan tazim edilir:
● İçinde bulunan şey sebebiyle ki bu zatının tazimidir.
● Gönderilmiş olması sebebiyle.
Muhakkak ki kitap zatı sebebiyle değil, kendisini gönderen ve sahibi olan zat sebebiyle değerlidir.
Sahibi iki açıdan tazim edilir: Kendisinden korkulduğu için veya kendisinden hayır ve nimet beklendiği için. Allah Teâlâ bu ikisini تنزيل العزيز الرحيم sözünde bir arada zikretmiştir.
Bu ibarede terhîb ve terğîb vardır. Her ikisi de zatı tazim etmek için kullanılan mastardır. Azîz ismi; emri, işi yürürlükte olan, sözü geçerli olan demektir. Rahîm ismi onun merhamet sahibi olduğunu, diktatör veya zorba olmadığını ifade eder.
Kitabın yüceliği ve azameti hem zatı, hem de gönderilmiş olması dolayısıyla iki açıdandır.
Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: Ayetin başındaki kelime mahzuf bir fiil için medih veya masdariyye olarak mansubdur. نزل تنزيلَ şeklinde takdir edilir. Hangisi olursa olsun bu ayette hakîm vasfıyla açıklandıktan sonra Kur'ân'a izafe edilmesi dolayısıyla tazim manası vardır.
Kamil üstünlük ve erdemli bir merhamet ifade eden iki kerim ismin tahsis edilmesinde hem korkarak, hem arzu ederek iman etmeye teşvik vardır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Kur'ân'ı tazim etmeye işaret eden noktaları şöyle sıralayabiliriz:
● Kur'ân'a yemin edilmesi.
● Hakîm olmakla vasıflanması.
● Yüce bir makamda olup Azîz ve Rahîm'in emriyle nazil olması.
● Allah'ın terhîb ve terğîb vasıflarını kendine izafe etmesi. Böylece işaret etmediği ve zikretmediği herhangi bir tâzim yönü kalmamıştır.
Bu ayette tercih edilen Azîz ve Rahîm isimlerinin sûrede pek çok delaleti vardır.
Azîz, galip demektir, bu ismin zikri kulda korku uyandırır. Rahîm ismi devamlı olarak rahmetle andığını ifade eder ve bu ismin zikri kulda arzu ve ümit uyandırır. Böylece terğîb ve terhîb bir arada gelmiştir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
لِتُنْذِرَ قَوْماً مَٓا اُنْذِرَ اٰبَٓاؤُ۬هُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ
Genellikle müfessirler, “ataları uyarılmamış” ifadesiyle, Hz. Muhammed’in ilk muhatap kitlesi olan Kureyş ve çevresindekilere yakın zamanlarda bir peygamber gönderilmemiş olduğuna işaret edildiği kanaatindedirler (bu konuda ayrıca bk. Secde 32/3; Sebe’ 34/44; Fâtır 35/24). Meâlde esas alınan bu mâna burada geçen“mâ” kelimesinin olumsuzluk edatı sayılmasına göredir. Bu kelimenin mahiyeti ve cümledeki rolü konusundaki farklı kanaatlere göre âyetin aynı kısmına “ataları uyarılmış” veya “atalarının uyarıldığı şeyle” anlamı da verilebilir. Bu takdirde geçmiş devirlerdeki bütün insanlar kastedilmiş olur (Taberî, XXII, 150; İbn Atıyye, IV, 446). Yine bu yaklaşıma göre cümlenin devamı ile uyumu açısından meâlin “Ataları uyarılmış ama kendileri gaflet içinde bulunan bir toplumu uyarasın diye” şeklinde olması gerekir (Zemahşerî, III, 280).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 476Li harfi, tunzira fiilini gizli enle nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren harfdir. En ve masdarı müevvel, tenzîlen’e müteallıktır. Mâ nafiyedir. Unzira fiili, fiile dikkat çekmek kastıyla meçhul bina edilmiştir. Âbâuhum naibu faildir. Mâ unzira âbâuhum cümlesi nasb mahallinde qavmen’in sıfatıdır. Sıfat cümleleri itnabtır.
Fehum ğafilûne, unzira fiiline matuftur. Dolayısıyla mahallen mansubtur.
Fehum gâfilûne (Kendileri gaflet içinde kalmış olan) sözünün, aynı mananın tekrarı olduğu söylenebilir. Ama aslı böyle değildir. Çünkü eski ataları uyarılmış olsa da, aradan geçen zaman nedeniyle onlar gaflete düşmüşlerdir.
Rûhu'l Meânî'de şöyle yazılıdır: فهم غافلون (Onlar gaflet içinde kalmıştır) sözü, ilk görüşe göre uyarılmamış olmanın teferruatı ve sonucudur. Çoğul zamiri iki gruba aittir. Yani gaflette oldukları için uyarılmamış ataların hepsine aittir.
Diğer görüşlere göre لتنذر (Uyarman için) ibaresiyle veya bu ibarenin ifade ettiği إنك لمن المرسلين (Sen (Habibim) hiç şüphesiz (Hak canibinden) gönderilen (peygamberler)lerdensin) cümlesiyle ilişkili olup, Rasûlullah'ın (s.a.v) uyarmasının veya kendisine ihtiyaç duyan kavmin gafleti sebebiyle gönderilmesinin sebebidir. Tıpkı susamış bir kavmin sulanması gibidir. Zamir, özel bir kavme aittir. Mana onların gafil olduğu, yani babalarının uyarılmamış olduğudur.
Hafâcî şöyle demiştir: İlk görüşe göre فهم غافلون (Onlar gaflet içinde kalmıştır) sözüyle alakalı olması caizdir. Aynı zamanda çeşitli açılardan لتنذر (Uyarman için) ibaresiyle de alakalıdır. Fe harfi talîl içindir. Zamir ya onlara, ya da babalarına aittir. Zihne gelen şey ilk olarak belirlenen manadır. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰٓى اَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Tefsirlerde genellikle, gerçekleşeceği belirtilen “söz”den maksadın Hûd sûresinin 119. âyeti ile Secde sûresinin 13. âyetinde geçen Allah Teâlâ’nın “Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım!” şeklindeki yemin ifadesi olduğu belirtilir (meselâ Zemahşerî, III, 280; başka yorumlar için bk. Râzî, XXVI, 43-44).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 477اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالاً فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ
İlk âyette inkârda direnenlerin durumuna ait temsilî bir anlatıma yer verilmiştir. Bunun inkârcıların âhiretteki halleriyle ilgili bir ifade olduğu da ileri sürülmüştür. Fakat müteakip âyette gözlerine perde indirildiğinin ve artık görmediklerinin belirtilmesi bu yorumu zayıflatmaktadır, zira kıyamet günü inkârcılar kendi durumlarının ne kadar kötü olduğunu çok iyi göreceklerdir (İbn Atıyye, IV, 446-447; inkârcıların âhirette kör olmalarının ne anlama geldiği konusunda bk. İsrâ 17/72, 97; Tâhâ 20/124-125).
8 ve 9. âyetlerdeki tasvir için yapılan izahları şöyle özetlemek mümkündür: Pek çok açık kanıta rağmen inatla inkârcılıklarını sürdürenler öyle iç ve dış etkenler, öyle psikolojik ve sosyolojik şartlar ve alışkanlıklarla kuşatılmışlardır ki, boyunlarına çenelerine kadar dayanan boyunduruklar geçirilmiş gibidirler; kafaları yukarı kalkık, gözleri aşağıya kaymıştır; hangi yöne dönseler hidayet ışığına uzaktırlar; böbürlendikleri ve nefislerine tutsak oldukları için Fussılet sûresinin 53. âyetinde sözü edilen delilleri, gerek kendilerini çevreleyen dış âlemdeki gerekse ruhî ve biyolojik yapılarındaki kanıtları artık göremezler. Boyunlarına halkalar geçirildiğinin belirtilmesi, insanın fıtratına yerleştirilen cebrî bir durumdan değil, onların kendi işledikleri suçtan ötürü gördükleri bir karşılıktan söz edildiğini gösterir; zira bunlar birer cezalandırma aracıdır, ceza ise suçun karşılığıdır (başka açıklamalarla birlikte bk. Râzî, XXVI, 44-46; Elmalılı, VI, 4010). Bazı müfessirlere göre 8. âyette, inkârcıların bu tutumlarının onları sahip oldukları imkânlardan başkalarını yararlandırmaktan ve Allah yolunda harcama yapmaktan da alıkoyduğuna işaret edilmektedir (Taberî, XXII, 151; Şevkânî, IV, 413).
Halkaların çenelere kadar dayandığı belirtilirken kullanılan “onlar” zamiri bazı müfessirlere göre daha sonra gelen “eller” anlamındaki kelimenin yerini tutmakta ve burada ellerin boyuna bağlanmış halinden söz edilmektedir (Taberî’nin farklı bir kıraatle desteklediği bu yorumun ayrıntısı için bk. XXII, 150-151; Zemahşerî’nin bu yoruma yönelttiği eleştiri için bk. III, 280-281).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 477-478اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالاً
İsti’nafi beyani olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi inne ile tekid edilmiştir. Cealna, inne’nin haberi olarak mahallen merfudur. Müsnedin mazi fiil olması hükmü takviye ve hudus ifade eder.
Fî a’nâqıhim, cealna fiilinin mahzuf ikinci mefulüne müteallıktır. Birinci mefulü olan ağlâlen’deki tenvin nev ve tazim ifade eder. Faidei haber talebi kelamdır.
Temsîlî istiâre vardır. Hidâyetten kaçınan kâfirler, boyunları zincirlerle sarılmış insanlara benzetilmiştir. (Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Beyani İlmi)
İnnâ caelnâ fî a’nâqıhım (Onların boyunlarına tasmalar geçirdik) âyetinde istiâre-i temsiliyye vardır. Yüce Allah, hidayet ve imandan kaçman kâfirlerin durumunu, zincir ve tasmalarla eli boynuna bağlanan ve başı yukarı kalkık olup onu eğemeyen ve sağa sola döndüremeyen kimsenin haline benzetti, Aynı zamanda, yolları yüzüne kapatılan ve maksadına eremeyen kimsenin durumuna benzetti. Bu, istiâre-i temsîliyye yoluyla olmuştur. (Safvetü’t Tefâsir)
Boyunda bukağılar bulunması, o kişinin boyun eğmemesi ve itaat etmemesi anlamındadır. Çünkü itaat eden kişinin başını eğdiği ve emre boyun büküp uyduğu söylenir. Boynunda çenesine kadar dayanan tasmalar bulunan kimse ise başını eğmez ve tasdik edip hakka boyun eğen kimse gibi başını hareket ettiremez.
Bu fiilin Allah Teâlâ’ya isnad edilmesi ve inne ile tekit edilmesi, ne kadar sağlam olduğuna delalet eder. Bu prangaları çözüp kişiyi serbest bırakmaya kimsenin gücü yetmez. Bu aynı zamanda لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَىٰ أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (Andolsun ki bunların çoğunun üzerine o söz hak olmuştur. Artık bunlar îman etmezler) şeklindeki önceki ayeti de tekid eder. Boyunlarında prangalar olan kişi üzerine Allah'ın sözü, yani azabı hak olmuştur. Çünkü Allah onun hidayete ermeyeceğini? bilmektedir. Eğer لقد جُعلت في أعناقهم أغلال (Onların boyunlarına bukağılar vuruldu) buyurulsaydı, bu bukağıların çözüleceği ümit edilirdi, ama hiç kimsenin Allah'ın takdirini ve hükmünü değiştirmeye gücü yetmez. Allah'ın kapattığını kimse açamaz, açtığını da kimse kapatamaz.
Bu ayette أعناق (boyunlar), أغلال (prangalar) kelimesine takdim edilmiş, إنا جعلنا أغلالً في أعناقهم buyurulmamıştır. Çünkü kelam onlar hakkındadır, dolayısıyla onların önce zikredilmesi gerekir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ
Beyani isti’naf olarak gelen ilk cümlede icaz-ı hazif vardır. İlel ezqâni, mahzuf habere müteallıktır.
Fehum muqmehûne cümlesi makabline matuftur. Her iki cümle de faidei haber ibtidai kelamdır.وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَداًّ وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَداًّ فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَداًّ وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَداًّ فَاَغْشَيْنَاهُمْ
Vav atıf harfidir. Ayetin ilk cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Fe ağşeynâhum cümlesi cealnâ’ya matuftur. Min ve sedden kelimelerinin tekrarında cinas ve reddül aczi ales sadri sanatları vardır. Sedden’deki tenvin nev ve tazim ifade eder. İki cümle de faidei haber ibtidai kelamdır.
Min beyni eydihim (önlerinden) - ve min halfihim (arkalarından) kelimeleri arasında tıbak icâb sanatı vardır. (Safvetü’t Tefâsir)
Burada من بين أيديهم ve من خلفهم buyurulmuş, ayet وجعلنا بين أيديهم سداًّ و خلفهم سداًّ şeklinde min harfi olmaksızın gelmemiştir. Min, ibtidâi gaye harfidir. Bunun manası çekilen seddin hemen önlerinden başladığı, sedle aralarında boşluk olmadığıdır. Arkalarındaki sed de böyledir. Hemen arkalarından başlar. Yani bu sed onlara hem önlerinden, hem arkalarından yapışıktır. Onlar bir adım bile atamaz veya herhangi bir hareket yapamazlar. Eğer bu min harfi olmasaydı, ayet kendileriyle sedler arasında uzak ya da yakın bir mesafe olma ihtimalini taşırdı.
جعل ve إغشاء fiillerinin Allah Teâlâya isnad edilmesi, bu setleri ve örtüyü kaldırmaya kimsenin gücünün yetmeyeceğini beyan eder. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Tefsîrü'l Kebîr'de bu ayetle ilgili olarak şöyle yazılıdır: Bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın onları bukağılı kılmasını tamamlayan bir ifadedir. Çünkü hem önlerinden, hem arkalarından bir set çekmesi, onların doğru yola giremeyeceklerine işarettir. Adeta sed bulunduğu için onlar gerçeği görüp ona boyun eğemezler. Onlar sana itaat etmezler ki gerçeği görüp ona boyun eğsinler, buyurulmuştur.
فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
Fe talilîyyedir. Faidei haber talebi kelamdır. Nefî harfi müsnedün ileyhden sonra gelir ve müsned fiil olursa böyle terkipler hükmü takviye, teceddüt ve bazı karinelerle tahsis ifade eder. Muzari fiil olayı göz önünde canlandırmayı sağlar.
وَسَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Vav atıftır. Ayetin ilk cümlesi faidei haber ibtidai kelamdır. Ayette takdim tehir vardır. Sevâun kelimesi mukaddem haberdir. Car-mecrur sevâun kelimesine müteallıktır. E enzertehum cümlesine dahil olan hemze, tesviye için masdariyyedir. E enzertehum masdar tevili ile muahhar mübtedadır. Mahallen merfudur. Em atıf harfidir. Lem, tunzirhum fiilini cezm ederek manasını menfi maziye çevirmiştir.
Fasılla gelen lâ yu’minûne cümlesi beyani isti’naftır. Faidei haber ibtidai kelamdır.
Bu ayet istifhâm üslûbu ile dile getirilmiştir. Buna göre burada istifhâm hakiki anlamından ayrılıp mecazî, belağî bir mana olan tesviye manasını vermektedir. (Zeccac,Me’âni’l-Kur’ân ve İ’râbuh, I, 77)
Bu mananın nerede mevcud olup nerede olmadığının kuralı şudur: Yerini mastarın alabileceği cümlenin başına gelen her hemze tesviye hemzesidir. (Suyûtî, Mu'tereku'l-Akran, I, 331)
Eenzertuhum (onları uyarman) - em lem tunzır (veya onları uyarmaman) kelimeleri arasında tıbak-ı selb sanatı vardır.
اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِۚ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَر۪يمٍ
Buradaki “ancak” kaydı, belirtilenler dışındakilerin uyarı kapsamında olmadıkları anlamında değil, uyarının sadece onlara yarar sağlayacağını belirtmek içindir (İbn Atıyye, IV, 448). Müfessirler arasında, bu âyette geçen “zikir” kelimesiyle Kur’an-ı Kerîm’in kastedildiği kanaati hâkimdir. Bunu Kur’an’daki âyetler veya insanın fıtratını tamamlayan açık kanıtlar şeklinde yorumlayanlar da olmuştur (Râzî, XXVI, 47).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 478
اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِۚ
Ayet beyani isti’naf olarak fasılla gelmiştir.
İnnemâ kaffe ve mekfufedir. Kâffe; meneden anlamında olup, buradaki ma i kâffeden kasıt, inne harfinden sonra gelen ve onun amel etmesine mani olan mâ olduğudur. Ayetin ilk cümlesi faidei haber talebi kelamdır. Müşterek ismi mevsul men, tunziru fiilinin mefulü olarak mahallen mansubtur. İttebea sıla cümlesidir. Akabindeki cümle sıla cümlesine matuftur.
Sâmerrâî bu ayeti açıklarken mâzi fiiller için şöyle bir açıklama yapmıştır: Mâzi fiil ihtiva etmesinden dolayı söz konusu uyarının, sadece müminleri kapsadığını ve henüz kalbine iman girmemiş kimselerin bunun dışında kaldığını söyleyenlere cevabımız; mâzi fiilin, gelecek zaman anlamı ifade edebileceğidir. (Sâmerrâî, Alâ Tarîki’t-Tefsîri’l-Beyânî, II, s. 36-37.)
فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَر۪يمٍ
Fe fasiha veya tertip ya da rabıtadır. Beşşir fiili tef’il babaıdadır. Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mefulun çokluğu), bir tarafa yönelme, mefulu herhangi bir vasfa nisbet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, birşeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
Mağfiratin ve ecrin kelimelerindeki tenvin kesret ve tazim ifade eder. Kerîm, ecrin’in sıfatıdır. İtnabtır.
اِنَّا نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟
Müşriklerin ağır baskıları altında büyük sıkıntılar çeken Hz. Peygamber ve müminler için teselli ve moral kaynağı özelliği taşıyan bu âyet kümesi, yüce Allah’ın eşsiz kudret ve ilmine, ölüleri diriltmeye kadir olanın da, herkesin yapıp ettiklerini bilenin de yalnız O olduğuna özel bir vurgu yapılarak bitirilmektedir. Bazı ilk dönem müfessirleri bu âyetteki “ölüleri diriltme” ifadesinden maksadın şirkten çıkarıp imana eriştirmek olduğunu belirtmişlerdir (Zemahşerî, III, 281).
Bir taraftan kişinin bütün yapıp ettiklerinin kayda geçirildiğinin, diğer taraftan da olup bitecek her şeyin zaten Allah Teâlâ’nın ezelî ilminde mâlûm olduğunun belirtilmesinden şöyle bir anlam çıkarılabilir: İnsanın bütün eylemlerinin kayda geçirilmesine yüce Allah’ın ihtiyacı yoktur; bu, insanın bu bilgiyi her zaman göz önünde bulundurup dünya hayatındaki varlığını anlamlandırabilmesi ve her adımını varlık sebebine uygun bir bilinç içinde atması içindir. Bu sayede insan soyut bir ahlâkî görev telakkisiyle baş başa kalmamış olur; yaşanan hayat gibi canlı, her anını kuşatan ve her davranışına yön veren somut bir tasavvurdan güç alır. Yine bu inanç kişiye, insanın metafizik âlemle ilişkisinin sırf Tanrı’ya yalvarılan ve belirli dinî vecîbelerin ifa edildiği zaman dilimlerine hapsedilemeyeceği şuurunu kazandırır, fizik âlemde olup bitenlerle fizik ötesi gerçekler arasındaki sıkı bağı kavramasını kolaylaştırır.
Tefsirlerde âyetin “gelecek için yaptıkları her şey ve bıraktıkları her iz” şeklinde tercüme edilen kısmı açıklanırken, bir yandan iyi olsun kötü olsun insanların bütün işlediklerinin tesbit edildiği belirtilir; diğer yandan da kişinin öbür dünyada karşısına çıkacak amel defterinin ölümle kapanmadığı, yararlı bir bilgiyi öğretme veya kaleme alma, bir imkânını vakfedip kalıcı hayır yapma, insanların faydalanacakları hizmet binası, cami, misafirhane, köprü vb. iyi eserler bırakmanın yahut bazı zalim yöneticilerin yaptığı gibi insanların eziyet çekmesine, zarara girmesine veya Allah yolundan sapmasına sebep olacak usuller ihdas etmek suretiyle geride kötü izler bırakmanın –bu iz ve eserler varlığını koruduğu sürece– insanın sorumluluk hanesine olumlu veya olumsuz puanlar halinde kaydedildiği üzerinde durulur (Zemahşerî, III, 281; Şevkânî, IV, 414). Bu bakımdan âyeti “ölmeden yapıp tükettikleri, bitirdikleri ile izi ve eseri devam eden bütün işlerini (amellerini) ...” şeklinde çevirmek de mümkündür. Hz. Peygamber’in şu meâldeki hadisi insanların yararı devam ettiği sürece sevabı da yenilenen hayır faaliyetlerine yoğun biçimde yönelmelerinde ve özellikle vakıf kurumunun gelişmesinde çok etkili olmuştur: “İnsan öldükten sonra amel (defteri) kapanır; yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlât” (Müslim, “Vasiyet”, 14; Tirmizî, “Ahkâm”, 36). Fakat bu hadiste amel defterinin kapanması sevapların yazılması açısındandır. Birçok müfessirin konumuz olan âyetin yorumu sırasında belirttiği üzere, başkalarının kötülük işlemesine sebebiyet verecek kötü bir yol açanlar da bu âyetin kapsamındadırlar ve etkileri öldükten sonra devam eden bu kötülüklerden ötürü veballeri de artmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz şu hadisinde başkalarını etkileyecek çığır açmanın iki şeklini de ayrı ayrı ifade etmiştir: “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir” (Müslim, “İlim”, 15, “Zekât”, 44, 69; Müsned, IV, 362).
“Ana kitap” diye çevrilen imâm kelimesi, “delil niteliği taşıyan, kendisine uyulan kitap”, “levh-i mahfûz” ve “amel defterleri” gibi mânalarla açıklanmıştır (İbn Atıyye, IV, 448). Yüce Allah’ın kendi ilmini sözlükte “öncü, kendisine uyulan” anlamlarına gelen bu kelimeyle nitelemesi, rabbânî irade ve kudretin ilişkili olduğu her şeyin ona uygun biçimde cereyan ettiğini belirtmek içindir (İbn Âşûr, XXII, 357; bu hususun insanın mesuliyeti ile ilişkisi hakkında bk. Fâtır 35/11; irade ve kader konusunda bilgi için bk. Bakara 2/7; Enfâl 8/17-23).
Ensardan Selemeoğulları’nın yerlerini yurtlarını terkedip Mescid-i Nebevî çevresine yerleşmek istemeleri üzerine Resûlullah bunu uygun görmemiş ve onlara “Kendi bulunduğunuz yerde de yaptıklarınızın izleri kayda geçirilir” buyurmuştu. Bazıları bu olayı delil göstererek bu âyetin Medine’de indiğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki Hz. Peygamber’in bu âyetteki ifadeyi Medine’de geçen olayda kullanmış olması onun Medine’de indiğini göstermez (İbn Atıyye, IV, 445, 448).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 478-480Hasaye حصي :
إحْصاءٌ sayarak bir sonuç ortaya çıkarmaktır. Fiil olarak şunu saydım anlamında أحْصَى şeklinde kullanılır.
Bu maddedeki asli anlam, ilmen zabıt altına alıp kavramaktır. Bu kelimenin söylendiği muhtelif kullanım yerlerinin hepsi de işte bu temel manaya işaret eder.
الحَصاة kelimesi; bir mahalde yığılıp, zapt edilen şeyler için, miskteki sert bir parça için, yine zeka ve akıl için de kullanılır. Bu da hayırlı ve doğru şeyleri muhafaza altına alıp zapt etmesi itibarıyladır. İlim ve saymanın (إحْصاءٌ) zapt etme ile olan münasebetine gelince; saymak, zapt etmenin mukaddimesi (başlangıcı), ilim ise zaptın neticelerini kavrayıp kuşatmaktır. (Müfredat - Tahqiq)
Kuran’ı Kerim’de bir fiil ve bir isim formunda olmak üzere 11 defa geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan bir türevi bulunmamakla birlikte Kuran-ı Kerim'de 10'dan fazla geçmesi sebebiyle kitabın Arapça kelimeler sözlüğü bölümüne alınmıştır.(Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
اِنَّا نَحْنُ نُحْـيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْۜ
Ayet isti’nafiye olarak fasılla gelmiştir.
İnne ile tekid edilen cümle faidei haber inkari kelamdır. Müsnedin isim cümlesi formunda gelmesi, subut ifade eder. Nahnu tekid ifade eden fasıl zamiridir.
Fasıl zamiri kasır ifade eder. Müsned, müsnedin ileyhe tahsis edilmiş olur.
Nuhyî, inne’nin haberidir. İnne’nin haberinin muzari fiil oluşu, hükmü takviye, hudus ve teceddüt ifade eder. Muzâri fiilin tercih edilmesi olayın zihinde daha kolay canlandırılması içindir.
Bu fiilin nahnu ile başlayan isim cümlesinin haberi olduğu görüşü de vardır. Bu durumda innenin haberi isim cümlesi şeklinde gelmiştir.
Nahnu (biz) - nuhyî (diriltiriz) kelimeleri arasında, bazı harflerin değişmesinden dolayı cinâs-ı nâkıs sanatı vardır.
Rûhu'l Meânî'de ise şöyle yazılıdır: Bu cümle küfürde direnen ve inzardan korkan iki grup için terhîb ve terğîb, vaad ve vaîd ifade eden umumi bir tezyîldir.
Kasır ve takviye manasını ifade etmek için zamirin önünde tekid harfi inne vardır, sonra da fasıl zamiri nahnu gelmiştir. Yani diriltmek ve öldürmek sadece Allah Teâlâ'ya mahsustur. Bu konuda onun hiçbir ortağı yoktur. İşte inneye bitişik olan zamir bu manayı ifade etmek için takdim edilmiştir. Bu cümlenin aslı نحن نحيي الموتى şeklindedir. Ancak zamir inne ile tekit edilip arkadan da fasıl zamiri ile tekid ve takviye edilince, kafirlerin haşrı kabul etmedikleri ve ölümden sonraki hayata inanmadıkları anlaşılmış olur. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
Yâ-Sîn sûresindeki ayette diriltmek, yazmaya takdim edilmiştir ve bunun birçok sebebi vardır:
● Bu takdim daha önce bahsedilen inzar ve müjdelemeye münasiptir. Bu inzar ve müjde ölümden sonraki dirilişte zuhur eder.
● Ayette bahsedilen yaptıkları amellerin yazılma işi ölümden sonra yapılır. Ölmeden önce yazılmasının bir kıymeti yoktur. Dolayısıyla önemli olan konu takdim edilmiştir.
● Ayette zikredilenler önem sırasına göredir. En önemli olan şey ölümden sonra dirilmektir, sonra ikinci hayatında sahibine sunulacak amellerin yazılması zikredilmiştir ki bu da yaptığı amellere bağlıdır. Yaptığı ameller, eserlerinin yazılmasının esasıdır.
● Başka bir açıdan daha önemli olanın takdim edildiğini görürüz. Önce Allah'tan başka kimsenin yapamayacağı ölümden sonra diriltmek fiili zikredilmiştir. Bu cümle bu fiili Allah'tan başka kimsenin yapamayacağını ifade eden kasır ve tekit üslubu ile gelmiştir. Aynı derecede dikkatli ve kuşatıcı bir şekilde olmasa da, yazma fiilini mahlukat da yapabilir. Bunun için cümle وإنا نحن نكتب ما قدموا şeklinde değil, و نكتب ما قدموا şeklinde gelmiştir.
● Başka bir açıdan düşünüldüğünde ise Allah'ın fiili, başkalarının fiillerinden önce zikredilmiştir. Öldükten sonra diriltmek Allah'ın fiilidir, amelleri ve eserleri yazmak ise Allah'ın emriyle müvekkel meleklerin yaptığı bir fiildir. (Samerraî, Ala Tariqi Tefsiril Beyani, C.2, Yasin Suresi)
وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ ف۪ٓي اِمَامٍ مُب۪ينٍ۟
Tefsiriyye olarak gelen cümlede icaz-ı hazif vardır. Kulle, mahzuf fiilin mefulü olarak mansubtur. Mubînin, imâmin’in sıfatıdır. Sıfatlar itnabtır. İmâmin’deki tenvin tazim ifade eder.