بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يَسْـَٔلُكَ النَّاسُ عَنِ السَّاعَةِۜ قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِۜ وَمَا يُدْر۪يكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ تَكُونُ قَر۪يباً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَسْأَلُكَ | sana soruyorlar |
|
2 | النَّاسُ | insanlar |
|
3 | عَنِ |
|
|
4 | السَّاعَةِ | sa’atten |
|
5 | قُلْ | de ki |
|
6 | إِنَّمَا | şüphesiz |
|
7 | عِلْمُهَا | onun bilgisi |
|
8 | عِنْدَ | yanındadır |
|
9 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
10 | وَمَا | ve ne? |
|
11 | يُدْرِيكَ | bilirsin |
|
12 | لَعَلَّ | belki |
|
13 | السَّاعَةَ | sa’at |
|
14 | تَكُونُ | olur |
|
15 | قَرِيبًا | yakın |
|
Kimi inanmadığı, kimi merak ettiği için, kimileri alay etmek maksadıyla, bazıları ise korktuğu ve hazır olmak istediği için devamlı kıyamet üzerine konuşurlar, birilerinden onun ne zaman kopacağını sorar dururlar. Hz. Peygamber de bu soruya defalarca muhatap olmuş, bazan kendi sözü (hadis) bazan da âyetlerle şu cevabı vermiştir: Kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini yalnız Allah bilir, bu bilgiyi bana dahi vermemiştir. Siz onu her zaman bekleyin ve imanınızla, güzel ahlâkınız ve davranışlarınızla ona hazır olun, inkârcılar ve zalimler de kıyametin vaktini merak edecek yerde orada kendilerini neyin beklediğini sorup öğrensinler!
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 402Ahede عهد : عَهْدٌ bir şeyi bir durumdan diğerine, korumak ve bakıp gözetmektir. Uyulması gereken antlaşmaya da عَهْدٌ denir.
Allah'ın ahdi ile kimi zaman Allah'ın akıllarımıza yerleştirdiği şeyler; kimi zaman Resulleri ve kitaplarıyla bize emrettikleri ve kimi zaman da adak gibi bizim bir sorumluluk olarak üzerimize aldığımız ama Şeriatın aslında zorunlu kılmadığı şeyler kastedilir.
Son olarak مُعاهَدَةٌ kavramı Şeriat terminolojisinde kafirlerden Müslümanların himayesi altına giren /onlarla antlaşma yapan kişi anlamındadır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de türevleriyle 46 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri ahdetmek, ahid, taahhüd etmek, müteahhid, uhde(sinden gelmek), muâhede, (veli) ahd ve mahuttur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَسْـَٔلُكَ النَّاسُ عَنِ السَّاعَةِۜ
Fiil cümlesidir. يَسْـَٔلُكَ merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. النَّاسُ fail olup lafzen merfûdur.
عَنِ السَّاعَةِ car mecruru يَسْـَٔلُكَ fiiline mütealliktir.
قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir zamir أنت ’dir. Mekulü’l-kavli, اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِ ’dur. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
اِنَّمَا kâffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup buradaki مَا harfidir, اِنَّ harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur. اِنَّ ’nin ameli ise engellenmiştir yani mekfûfedir.
عِلْمُهَا mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
عِنْدَ mekân zarfı, mübtedanın mahzuf haberine mütealliktir. اللّٰهِۜ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
وَمَا يُدْر۪يكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ تَكُونُ قَر۪يباً
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İstifham ismi مَا mübteda olarak mahallen merfûdur. يُدْر۪يكَ fiili mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يُدْر۪يكَ fiili ى üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. Muttasıl zamir كَ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
لَعَلَّ السَّاعَةَ cümlesi يُدْر۪يكَ ’nin ikinci mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur.
لَعَلَّ terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir. إنّ gibi ismini nasb haberini ref eder.
السَّاعَةَ kelimesi لَعَلَّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur. تَكُونُ قَر۪يباً cümlesi لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
تَكُونُ nakıs merfû muzari fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
قَر۪يباً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup fetha ile mansubdur.
يُدْر۪يكَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi درى ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
يَسْـَٔلُكَ النَّاسُ عَنِ السَّاعَةِۜ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi olan يَسْـَٔلُكَ النَّاسُ عَنِ السَّاعَةِۜ , müspet muzari fiil sıygasında, lâzım-ı faide-i haber ibtidaî kelamdır.
النَّاسُ burada umumi örf içindir. (Âşûr)
السَّاعَةِ , kıyamet gününden kinayedir.
السَّاعَةِ kelimesi Kur’an-ı Kerim’de belli bir zaman dilimini belirten sözlük anlamı yanında, sık sık kıyametin kopacağı vakti ifade etmek üzere de kullanılmaktadır.
السَّاعَةِ kelimesi burada marife gelerek Kur’an ıstılahında çoğunlukla bu dünyevi alemin yok olup uhrevi aleme girişi ifade eden ba’s veya kıyamet gününü ifade etmiştir. (Âşûr, Araf Suresi, 187)
Keşşâf sahibi şöyle demektedir: “Necm kelimesinin, genel olarak her yıldız için kullanılıp elif lamlı geldiğinde ise ‘Süreyya Yıldızı’ anlamı taşıması gibi; saat kelimesi de elif lamlı geldiğinde kıyamet anlamında kullanılır. Bunlar ‘esmâ-i gâlibe’dendir. Kıyamet; ya ansızın geleceği için bu ismi almıştır ya da bütün mahlukatın muhasebesi, tek bir saatte ifa edileceği için yahut da uzun bir zaman olmasına rağmen canlılar nezdinde tek bir saat gibi geleceği için bu adla, ‘saat’ adıyla adlandırılmıştır.” (Fahreddin er-Râzî)
قُلْ اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِۜ
Cümle, beyanî istînâf olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan اِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللّٰهِۜ cümlesi, اِنَّمَا kasr edatıyla tekid edilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Kasr, mübteda ve haber arasındadır. عِلْمُهَا , sıfat/maksûr, عِنْدَ اللّٰهِۜ , mevsûf/ maksûrun aleyhtir. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.
اِنَّمَا ile yapılan kasrlarda muhatap konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. Ancak bunun aksi durumlarda da اِنَّمَا ile kasrın yapıldığı görülmektedir. Yani muhatabın inkâr ettiği durumlarda inkâr etmiyormuş menzilesine konarak اِنَّمَا ile kasr yapılır. Böylece tariz yoluyla başka bir maksat için gelmiş olur. Ancak bu harf ile yapılan kasrlarda sıfat ve mevsûfu tespit etmek zordur. Aslında bunun lafzî bir karinesi yoktur. Siyaktan tespit edilmesi gerekir.
Veciz ifade kastıyla gelen müsned عِنْدَ اللّٰهِۜ izafetinde lafza-i celâle muzaf olan عِنْدَ , şan ve şeref kazanmıştır.
Müsnedin izafet şeklinde gelmesi, az sözle çok anlam ifadesinin yanında, müsnedün ileyhe tazim ifade eder. Çünkü müsned tazim anlamı içeren kelimeye muzâf olmakla müsnedün ileyhin de tazimine işaret etmiş olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâğat Dersleri Meânî İlmi)
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِۜ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Allah Teâlâ, onların dünyadaki durumlarının lanetlenme, hor ve hakir kılınma ve öldürülme olduğunu beyân edince, ahiretteki durumlarını da ortaya koymak istemiş ve böylece de onlara kıyameti ve kıyamette başlarına gelecek şeyleri hatırlatarak, “İnsanlar, sana o kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. De ki: Onun bilgisi, ancak Allah'ın elindedir.” Size açıklanmaz. Çünkü Allah onu, mükellefin suç işlemekten kaçınması ve kıyametten her an korkması hikmetinden ötürü gizlemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
وَمَا يُدْر۪يكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ تَكُونُ قَر۪يباً
İstînâf cümlesine matuf bu cümle, istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen, kınama ve taaccüp manası taşıması ve asıl söylenme kastının bu olması sebebiyle mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Ayrıca mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla istifhamda tecâhül-i arif sanatı vardır.
مَا istifham harfi mübtedadır. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يُدْر۪يكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ تَكُونُ قَر۪يباً cümlesi haberdir.
Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
لَعَلَّ ’nin dahil olduğu لَعَلَّ السَّاعَةَ تَكُونُ قَر۪يباً , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. يُدْر۪يكَ fiilinin ikinci mef'ûlü olarak mahallen mansubdur. لَعَلَّ ’nin haberi olan تَكُونُ قَر۪يباً , muzari sıygadaki nakıs fiil كَان ’nin dahil olduğu dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
لَعَلَّ , terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. إِنَّ gibi ismini nasb haberini ref eder. ‘Umulur ki’ anlamında olan bu harf, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde ‘...olsun diye, ...olması için şeklinde tercüme edilir. Bu nedenle cümle, mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
كَان ’nin haberi olan قَر۪يباً , mevsûfundan ivazdır. Yani شَيْأً قَر۪يباً demektir. Mevsûfun hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
Ayetteki قَر۪يب kelimesi, müzekker ve müennesi aynı olan, “faîl” vezninde bir kelimedir. (Ebüssuûd)
قَر۪يبا’ ’in müzekkerliği saatin yevm (gün) manasına olmasındandır da denebilir. Bunda onu acele isteyenler için tehdit ve inat edenler için de susturma vardır. (Kurtubî, Ebüssuûd)
İsim cümleleri mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
اِنَّ اللّٰهَ لَعَنَ الْكَافِر۪ينَ وَاَعَدَّ لَهُمْ سَع۪يراًۙ
اِنَّ اللّٰهَ لَعَنَ الْكَافِر۪ينَ وَاَعَدَّ لَهُمْ سَع۪يراًۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اِنّ ’nin ismi olup fetha ile mansubdur.
لَعَنَ الْكَافِر۪ينَ fiil cümlesi, اِنّ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.
لَعَنَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. الْكَافِر۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَعَدَّ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. لَهُمْ car mecruru اَعَدَّ fiiline mütealliktir. سَع۪يراً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
الْكَافِر۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan كفر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَعَدَّ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi عدد ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
اِنَّ اللّٰهَ لَعَنَ الْكَافِر۪ينَ وَاَعَدَّ لَهُمْ سَع۪يراًۙ
İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayet اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Lafza-i celal mübteda, müspet mazi fiil sıygasındaki لَعَنَ الْكَافِر۪ينَ cümlesi, haberdir. Faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadir Suresi 1)
Müsnedün ileyhin, bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi, kalplerde mehabet ve haşyet duyguları uyandırmak amacına matuftur.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması hasebiyle lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Cümlede müsnedin mazi fiil cümlesi olması, hükmü takviye ve hudûs temekkün ve istikrar ifade eder.
الْكَافِر۪ينَ ’deki marifelik, ahd için de istiğrak için de olabilir. (Âşûr)
وَاَعَدَّ لَهُمْ سَع۪يراًۙ cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur لَهُمْ , şiddetli ateşin onlara ait olduğuna işaret etmek için mef’ûl olan سَع۪يراًۙ ’e takdim edilmiştir.
فعيل veznindeki سَع۪يراًۙ kelimesi, مَسْعُورَةٌ şeklinde ism-i mef‘ûl manasındadır. (Âşûr)
Sıfat-ı müşebbehe vezninde gelen سَع۪يراًۙ , mübalağa ifade etmiştir.
Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Sülasisi عَدَّ olan اَعَدَّ fiili اِفعال babındadır
سَع۪يراً ’deki tenvin kesret ve nev içindir. Alevli ateşin korkunçluğunu ve tarifinin mümkün olmadığını ifade etmektedir.
خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۚ لَا يَجِدُونَ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراًۚ
خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۚ
خَالِد۪ينَ önceki ayette geçen لَهُمْ ’un zamirinden hal olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler ي ile nasb olurlar.
ف۪يهَا car mecruru خَالِد۪ينَ ’ye mütealliktir. اَبَداً zaman zarfı fetha ile mansub olup خَالِد۪ينَ ’ye mütealliktir.
خَالِد۪ينَ kelimesi sülâsî mücerred olan خلد fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا يَجِدُونَ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراًۚ
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَجِدُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul وَ ’ı fail olarak mahallen merfûdur. وَلِياًّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. نَص۪يراً kelimesi وَلِياًّ ’a matuftur.خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۚ لَا يَجِدُونَ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراًۚ
خَالِد۪ينَ , önceki ayetteki kâfirlerin hali olduğu için fasılla gelmiştir. Car mecrur ve zaman zarfı خَالِد۪ينَ ’ye mütealliktir.
خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۚ Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.” Burada cehennem ateşine “es-Sa'îr”e ait olan zamirin ف۪يهَٓا şeklinde müennes olarak gelmesi bunu “en-nar (cehennem ateşi)” anlamında oluşundan dolayıdır. (Kurtubî)
لَا يَجِدُونَ cümlesi, kâfirlerin müekked hali olarak ıtnâbdır. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. و ’la gelmeyen bu hal cümlesi bu durumun sürekli bir özellik olduğuna işaret eder. Hal sahibinin durumunu tekid ifade ettiği için fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Tekid edici halin başına وَ gelmez.
نَص۪يراًۚ ’e dahil olan nefy harfi, olumsuzluğu yani onların hiçbir şekilde yardım görmeyeceklerini tekid içindir.
يَجِدُونَ fiilinin mef’ûlleri olan وَلِياًّ ve نَص۪يراًۚ kelimelerindeki tenvin kıllet, nev ve umum ifade eder.
وَلِياًّ - نَص۪يراًۚ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı sanatı vardır.
Allah, “Onlar ne bir dost ne bir yardımcı bulamayacaklardır” buyurmuştur. Allah onların orada ebedî kalacaklarından bahsedince, işin iç yüzünü de beyan etmiştir. Çünkü azaba düçar edilmiş olanı, bundan ancak kendisine şefaat edecek bir dost yahut ondan o azabı savuşturacak bir yardımcı kurtarabilir. Onların ise ne böyle şefaat edecek dostları, ne de azabı def edecek bir yardımcıları vardır. (Fahreddin er-Râzî)
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا اللّٰهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولَا
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَوْمَ | gün |
|
2 | تُقَلَّبُ | çevrildiği |
|
3 | وُجُوهُهُمْ | yüzleri |
|
4 | فِي | içinde |
|
5 | النَّارِ | ateşin |
|
6 | يَقُولُونَ | derler ki |
|
7 | يَا لَيْتَنَا | keşke biz |
|
8 | أَطَعْنَا | ita’at etseydik |
|
9 | اللَّهَ | Allah’a |
|
10 | وَأَطَعْنَا | ve ita’at etseydik |
|
11 | الرَّسُولَا | elçiye |
|
Allah insanlara akıl vermiş, ona yardımcı olmak üzere peygamberlerle çok değerli bilgi ve ölçüler göndermiştir. Asıl kullanılacak olan bilgi araçları bunlardır. Bunları bırakıp da din, siyaset, cemiyet, sanat, medya vb. alanlarda meşhur veya karizma sahibi olmuş, otorite kazanmış olan veya öyle sunulan kimseleri taklit edenler, bunların söylediklerini ölçüp biçmeden, tenkide tâbi tutmadan kabul edip uygulayanlar ya doğru yoldan uzaklaşırlar veya tesadüfen onun üzerinde bulunsalar bile bunun şuurunda olamazlar. Hiç kimseyi, dünyada ve âhirette “Filân dedi ben de inandım ve yaptım” gibi bir mazeret kurtaramaz; “İnsana senin aklın ve iraden neredeydi diye?” sorarlar.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 403يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا اللّٰهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولَا
يَوْمَ zaman zarfı, fetha ile mansub olup يَقُولُونَ fiiline mütealliktir.
يَوْمَ hem cümleye, hem de tek kelimeye (müfrede) muzâf olan zarflardandır. Cümleye muzâf olduğunda, muzâfun ileyh cümlesinin başında (اَنْ) bulunmaz. Bu duruma pratikte çok rastlanılmaktadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تُقَلَّبُ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
تُقَلَّبُ merfû, meçhul muzari fiildir. Naib-i faili وُجُوهُهُمْ olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. فِي النَّار car mecruru تُقَلَّبُ ’ya mütealliktir.
يَقُولُونَ ile başlayan fiil cümlesi önceki ayette geçen يَجِدُونَ ’nin hal olup mahallen mansubdur.
يَقُولُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Mekulü’l kavli يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا ’dır. يَقُولُونَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
يَا tenbih edatıdır. Temenni ifade eden لَيْتَنَٓا harfi, اِنَّ gibi isim cümlesine dahil olur, ismini nasb haberini ref yapar. Mütekellim zamiri نَٓا harfi لَيْتَ ’nin ismi olup mahallen mansubdur.
اَطَعْنَا اللّٰهَ fiili cümlesi لَيْتَنَا ’nın haberi olarak mahallen merfûdur.
اَطَعْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. اللّٰهَ lafza-i celâl mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَطَعْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. الرَّسُولَا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
تُقَلَّبُ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi قلب ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
اَطَعْنَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi طوع ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا اللّٰهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولَا
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Zaman zarfı يَوْمَ , ihtimam için müteallakı olan يَقُولُونَ fiiline takdim edilmiştir.
Muzâfun ileyh konumundaki تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede fiillin muzari sıygada gelmesi hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
تُقَلَّبُ fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i İbrahim, s. 127)
فِي النَّارِ ibaresindeki فِي harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi فِي harf-i cerinde zarfiye manası vardır. Ateş, içi olan bir nesneye benzetilmiştir. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Yüzlerinin ateşe döndürülmesi cüz kül alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا اللّٰهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولَ cümlesi önceki ayetteki يَجِدُونَ ’deki failin halidir. Hal cümleleri, manayı tamamlamak ve pekiştirmek için yapılan tetmim ıtnâbıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
يَقُولُونَ fiilinin mekulü’l-kavli olan يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا اللّٰهَ cümlesi, nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
يَا nida harfi, münada ise mahzuftur. Nidanın cevabı olan, لَيْتَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi temenni üslubunda talebî inşâî isnaddır. لَيْتَ ’nin haberi olan اَطَعْنَا اللّٰهَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
لَيْتَ , hasıl olması arzu edilen, sevilen ama, bunun imkânsız ya da çok zor olduğu durumlarda kullanılır.
Aynı üslupta gelen وَاَطَعْنَا الرَّسُولَا cümlesi, hükümde ortaklık nedeniyle لَيْتَ ’nin haberine atfedilmiştir.
اَطَعْنَا fiilini tekrar etmeleri, kâfirlerin tabi olmayı ne kadar çok istediklerine ve pişmanlıklarının fazlalığına işarettir. Bu tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الرَّسُولَا ’in sonundaki elif fasılaya riayet için gelmiş zaid harftir.
اللّٰهَ - الرَّسُولَا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayette özellikle yüzlerinin zikredilmesi, bedenin en şerefli organı olduğu içindir. Bu itibarla durumun çok feci ve halin pek korkunç olduğu ifade edilmiş olur. Ancak yüzler, bedenlerin tamamı anlamında da kullanılmış olabilir. (Ebüssuûd)
Yüzlerin zikri, acıyı diğer organlardan daha fazla hissettiği içindir. Gözler, kulaklar ağız gibi çok hassas organlar yüzün organlarıdır. (Âşûr)
وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُـبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا
وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُـبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil cümlesidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. Mekulü’l-kavli, nida ve cevap cümlesidir. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ muzâftır. Mütekellim zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Nidanın cevabı اِنَّٓا اَطَعْنَا ’dır.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
اَطَعْنَا fiil cümlesi اِنّ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. اَطَعْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. سَادَتَنَا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
كُـبَرَٓاءَنَا atıf harfi و ’la makabline matuftur. كُـبَرَٓاءَنَا mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَضَلُّونَا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. السَّب۪يلَ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَطَعْنَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi طوع ’dir.
اَضَلُّونَا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi ظلل ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَقَالُوا رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُـبَرَٓاءَنَا فَاَضَلُّونَا السَّب۪يلَا
Hükümde ortaklık nedeniyle önceki ayetteki …يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَٓا cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالُوا fiilinin mekulü’l-kavli olan رَبَّنَٓا اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُـبَرَٓاءَنَا cümlesi, nida üslubunda talebi inşâî isnaddır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işarettir.
رَبَّـنَا izafetinde, Rabb isminin günahkarlara ait zamire muzâf olması mütekellimin Allah’ın rububiyet vasfına sığınma isteğine işarettir. Nida üslubunda geldiği halde merhamet uyandırma manasında geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Nidanın cevabı olan اِنَّٓا اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُـبَرَٓاءَنَا cümlesi, اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi lâzım-ı faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan اَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُـبَرَٓاءَنَا , mazi fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadir Suresi 1)
سَادَةَ lafzı سَيِّدٍ ’in cemisidir. Fealetun veznindedir. Kavmin ve kabilenin melikleri gibi büyüklerine denir. (Âşûr)
كُـبَرَٓاءَ lafzı, كَبِيرٍ ’in cemisidir. Aşiretin büyüklerine denir. Kişi babası için كَبِيرِي der. Çünkü bu lafız, aile reisleri için kullanılır. (Âşûr)
فَاَضَلُّونَا ٱلسَّبِیلَا۠ cümlesi, aynı üslupta gelerek اِنَّٓ ’nin haberine فَ ile atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.
اَطَعْنَا سَادَتَنَا cümlesiyle فَاَضَلُّونَا ٱلسَّبِیلَا۠ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
ٱلسَّبِیلَا۠ , Allah’ın dini anlamında mecaz-ı mürseldir. Sebil kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.
اَطَعْنَا - اَضَلُّونَا kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî, سَادَتَنَا - كُـبَرَٓاءَنَا kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
ٱلسَّبِیلَا۠ ’in sonundaki elif fasılaya riayet için gelmiş zaid harftir.
كُـبَرَٓاءَنَا , lanetlenenlerin sayısını çoğaltmak için كثيرا ve lanetin en şiddetlisi ve en büyüğüne delalet etmek üzere de كبيرا şeklinde de okunmuştur. “İki katını…” buyurulması; bir kat kendisi saptığı, bir kat da başkasını saptırdığı içindir. (Keşşâf)
Ayet sonlarındaki fasılalar vakfın tesbiti ve bir sonraki cümlenin istînâfıyla ilgilidir. Bu ayette sebil kelimesi, normal hallerde nahiv kurallarına göre sonuna elif harfini almaz. Burada ise ayet sonunu belirlemek ve bir sonraki ayetin istînâf olduğunu işaret etmek üzere elif harfini almıştır. Zemahşerî, elif harfinin fasıla olduğunu, Kur’an fasılalarının şiirdeki kafiye gibi değerlendirildiğini ve ayetleri birbirinden net bir şekilde ayırdığını belirtmektedir. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)
Onların ululardan ve büyüklerden kastettikleri, kendilerine küfrü telkin eden öncüleridir. Onların, bu adamları ulu ve büyük olarak vasıflandırmaları, özürlerini kuvvetlendirmek içindir. Yoksa onların ulu ve büyük dedikleri kimseler hakir ve rezil bir halde bulunuyorlar. (Ebüssuûd)
Bundan önceki ayette gelecek fiil kipi (diyecekler) kullanıldığı halde burada geçmiş fiil kipinin (dediler) kullanılması şunun içindir: Onlar bu sözü, mezkûr sözleriyle beraber her zaman söylemezler; fakat bunu bir çeşit mazeret için söylerler. Bundan maksatları, kendilerini bu vartaya atan kimselerin azaplarının iki kat olmasıyla yüreklerinin soğumasıdır. Gerçi, bu sözlerinin, kurtuluşları için bir mazeret olarak kabul edilmeyeceğini de biliyorlar. (Ebüssuûd, Âşûr)
رَبَّنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً۟
رَبَّنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً۟
Nida harfi mahzuftur. Münada olan رَبَّ muzâftır. Mütekellim zamir نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Nidanın cevabı اٰتِهِمْ ’dır.
اٰتِهِمْ fiili, illeti harfi hazfıyla mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
Muttasıl zamir هِمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. ضِعْفَيْنِ ikinci mef’ûlün bih olup müsenna olduğu için nasb alameti يْ ’dir.
مِنَ الْعَذَابِ car mecruru ضِعْفَيْنِ ’in mahzuf haline mütealliktir.
وَ atıf harfidir. الْعَنْهُمْ dua fiili, sükun üzere mebni emir fiildir. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. لَعْناً mef’ûlun mutlak olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlü mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlü mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlü mutlak cümle olmaz. Mef’ûlü mutlak 3’e ayrılır:
1) Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2) Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlü mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3) Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini bildiren mef’ûlü mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlü mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَب۪يراً۟ kelimesi لَعْناً ’in sıfatı olup fetha ile mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰتِهِمْ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi اتى ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
رَبَّنَٓا اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً۟
Kâfirlerin sözleri bu ayette de devam etmektedir. İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Nida harfi mahzuftur. Bu hazif mütekellimin münadaya yakın olma isteğine işaret eder. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
Cümle nida üslubunda gelmiş olmasına rağmen dua manasında olduğu için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.
Nidanın cevabı olan اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً cümlesi atıf harfi وَ ‘la, اٰتِهِمْ ضِعْفَيْنِ cümlesine matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle mef’ûlü mutlakla tekid edilmiştir.
كَب۪يراً۟ kelimesi mef’ûlu mutlak olan لَعْناً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
الْعَذَابِ - الْعَنْهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
الْعَنْهُمْ - لَعْناً kelimeleri arasında cinas-ı iştikak sanatı ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Ayetteki, “azabı iki kat ver” ve “Onları büyük bir lanetle rahmetinden kov” ifadesinde şöyle bir ince mana var: “Dua, ancak istenilen şey ortada olmadığı zaman olur. Halbuki o anda hem azap hem lanet onlar için mevcuttur. Binaenaleyh onlar, mevcut olmayan birşey istemişlerdir. Bu da ‘iki kat’ ifadesiyle azabın artırılması, ‘büyük bir lanetle’ ifadesiyle de lanetin artırılmasıdır.” (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اٰذَوْا مُوسٰى فَبَرَّاَهُ اللّٰهُ مِمَّا قَالُواۜ وَكَانَ عِنْدَ اللّٰهِ وَج۪يهاً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | الَّذِينَ | kimseler |
|
3 | امَنُوا | inanan(lar) |
|
4 | لَا |
|
|
5 | تَكُونُوا | olmayın |
|
6 | كَالَّذِينَ | kimseler gibi |
|
7 | اذَوْا | eziyet eden |
|
8 | مُوسَىٰ | Musa’ya |
|
9 | فَبَرَّأَهُ | onu beraat ettirdi |
|
10 | اللَّهُ | Allah |
|
11 | مِمَّا |
|
|
12 | قَالُوا | onların dediklerinden |
|
13 | وَكَانَ | ve idi |
|
14 | عِنْدَ | yanında |
|
15 | اللَّهِ | Allah |
|
16 | وَجِيهًا | itibarlı |
|
Hz. Mûsâ hakkında “bulaşıcı hastalıkları var” şeklinde sözler çıkaranlar, savaşmak gerektiğinde “Sen ve rabbin gidip savaşın, biz burada kalacağız” diyenler, “Bizi Mısır’dan niçin çıkardın? Orada hiç değilse karnımızı doyuruyorduk. Şimdi bu çölün ortasında ne yapacağız?” (Çıkış, 14/10-14, 16/3, 20, 28) diye söylenenler olmuş, Allah da peygamberini korumuş, yaptıklarının isabetli, söylediklerinin doğru olduğunu sonuçlarıyla ortaya koymuştu. Münafıklar ile bazı irfanı kıt müslümanlar da zaman zaman Hz. Peygamber’i üzecek sözler söylediler, haberler yaydılar. Eşi hakkında yapılan iftiraya kapılanlar oldu, Zeyneb’le evlendiğinde çıkarılan dedikodulara katılanlar bulundu, ganimet dağıtırken bazı kimselerin müslümanlara dostluğunu veya İslâm’a sevgisini kazanmak için verdiği paylara itiraz edenler çıktı. Hz. Peygamber bir beşerdi, tevazuu ve teklifsizliği sebebiyle imtiyazsız, merasimsiz, külfetsiz bir hayat yaşardı. Ama o Allah elçisi, rahmet peygamberi, ilâhî sevginin temsilcisi ve rehberi idi. Onu inciten Allah’ı incitmiş olurdu, ona karşı edepte kusur etmek, itaatte kusuru da beraberinde getirebilirdi. Bu yüzden müminler uyarıldılar.
Allah’a itaatsizlikten, onun rızâsına aykırı davranışlardan sakınmak mânasındaki takvâ ile aslında buna dahil olmakla beraber önemi sebebiyle ayrıca zikredilen doğru söz, İslâmî erdemlerin iki direği gibidir. Hayat ve ahlâk binasında bu iki direği koruyanlara burada Allah’ın vaad ettiği sonuç gerçekten heyecan vericidir: İşlerin düzeltilmesi, günahların bağışlanması; bir başka deyişle dünya ve âhiret saadeti. Bu iki kazancın, elde edilen bu iki mutluluğun ne kadar önemli, kapsamlı, büyük ve değerli olduğunu izaha hacet bulunmasa gerektir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 404يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اٰذَوْا مُوسٰى
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey!” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfû üzere mebni, mahallen mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الَّذ۪ينَ münadadan sıfat veya bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.
Nidanın cevabı لَا تَكُونُوا ’dır. لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.
لَا تَكُونُوا fiili نَ ’un hazfiyle nakıs, meczum muzari fiildir. كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و muttasıl zamirdir, mahallen merfûdur.
كَ harf-i cerdir. مثل (gibi) manasındadır. الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûlu, كَ harf-i ceriyle birlikte تَكُونُوا ’nün mahzuf haberine mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası اٰذَوْا’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰذَوْا damme üzere mebni mazi fiildir. مُوسٰ mef’ûlun bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur.
فَبَرَّاَهُ اللّٰهُ مِمَّا قَالُواۜ
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
بَرَّاَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur.
مَا müşterek ism-i mevsûl, مِنْ harfi ceriyle birlikte بَرَّاَ fiiline mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası قَالُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
وَكَانَ عِنْدَ اللّٰهِ وَج۪يهاً
وَ atıf harfidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
عِنْدَ اللّٰهِ zaman zarfı, وَج۪يهاً ’a mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. وَج۪يهاً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.
اٰمَنُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi أمن ’dir.
اٰذَوْا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi أذي ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
بَرَّاَهُ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi برأ ’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اٰذَوْا مُوسٰى فَبَرَّاَهُ اللّٰهُ مِمَّا قَالُواۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. يَٓا nida, اَيُّهَا münadadır.
الَّذ۪ينَ münadadan bedeldir. Bedel ıtnâb sanatı babındandır. Mevsûlün sılası olan اٰمَنُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Nidanın cevabı olan لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اٰذَوْا مُوسٰى فَبَرَّاَهُ اللّٰهُ مِمَّا قَالُواۜ cümlesi, nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Menfî nakıs fiil كان ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelen ayette كان ’nin haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mecrur mahaldeki ism-i mevsûl كَالَّذ۪ينَ , bu mahzuf habere mütealliktir. Sılası olan اٰذَوْا مُوسٰى , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَبَرَّاَهُ اللّٰهُ مِمَّا قَالُوا cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle sıla cümlesine atfedilmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَا harfi-cerle birlikte بَرَّاَ fiiline mütealliktir. Sılası olan قَالُوا cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Ayetteki الَّذ۪ينَ ’ler aras reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
“Onların söylediği sözlerden beri olmak” ifadesi sebep sonuç alakasıyla mecaz-ı mürseldir.
لَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ اٰذَوْا مُوسٰى [Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın] cümlesinde mürsel, mücmel teşbih vardır. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا nidasında, müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey insanlar” ve “Ey iman edenler” hitaplarıyla başlayan ayetler, taşıdıkları mesajlar bakımından benzerlik taşıdıkları gibi ayrıştıkları noktalar da vardır. Her iki hitap da kendinden sonra itikat, ibadet, helal ve haram, cezalar, sosyal hayat gibi konulara yer vermektedir. Ancak “Ey iman edenler” hitabıyla verilen mesajlar Medenî sureler çerçevesinden verildiğinden dolayı hüküm ayetleri ağır basmaktadır. Aile hukuku, cihat, gibi konular “Ey iman edenler” hitabından sonra işlenmektedir. (Enver Bayram, Kur’an’da Geçen “Ey İnsanlar” ve “Ey İman Edenler” Hitaplariyla Başlayan Ayetler Arasında Bir Mukayese)
Kur’an’da bu tip يَٓا اَيُّهَا formunda nida çoktur. İçinde tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takip eden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan emri uyanık ve dikkatli bir şekilde almak için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri't T'abîri'l Kur'ânî, Dirâsetu Tahlîliyye li Sûreti'l Ahzâb, s. 43)
Şayet مِمَّا قَالُوا ifadesi ya söylemelerinden ya da sözlerinden anlamında; çünkü مَّا ; ya masdariye ya da mevsûledir; hangisi olursa olsun ondan berî olmak nasıl doğru olabilir? dersen şöyle derim: Söyleme veya söylenen sözden murad, onun doğuracağı sonuç ve taşıdığı manadır ki burada ayıplanan bir haldir. Nitekim Araplar hakarete dedikodu derler. Dedikodu ise söyleme anlamındadır. (Keşşâf)
Allah Teâlâ, Allah'a ve Resulüne eziyette bulunanların lanetleneceğini ve azap edileceğini beyan edip bu da küfür olan bir eziyet edişe işaret olunca, Allah müminleri bundan daha hatif eziyetlerden de kaçınmaya sevk etmiştir. Bu tür eziyetler küfrü doğurmaz. Mesela, Hz. Peygamberin (sav) taksimatına ve fey'i (ganimeti) bazılarına vermeye hükmetmesi gibi şeylere razı olmayanların eziyeti gibi. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, [“Ey iman edenler, siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın”] buyurmuştur. (Fahreddin er-Râzî)
Kur'an'da bahsedilen “eziyet” ifadesi İsrailoğullarının Hz. Musa’ya, [“Sen ve Rabbin gidin ve savaşın”] (Maide Suresi, 24), [“Biz, Allah'ı apaçık görmedikçe sana iman etmeyeceğiz”] (Bakara Suresi, 55) ve [“Biz, bir çeşit yemeğe sabredemeyiz”] (Bakara Suresi, 61) şeklindeki sözleridir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr)
Cenab-ı Hak müminlere, “Siz de onlar gibi olmayın. Peygamberiniz, sizden savaşa gitmenizi istediğinde, ‘Sen ve Rabbin gidin ve savaşın’ demeyin. Müsaade edilmediğiniz şeyleri sorup istemeyin. Peygamber size bir şey emrettiğinde, onu gücünüz yettiğince yapın” demek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
وَكَانَ عِنْدَ اللّٰهِ وَج۪يهاً
وَ istînâfiyyedir. كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَكَانَ عِنْدَ اللّٰهِ وَج۪يهاً itiraz cümlesidir. Allah’ın Hz. Musa’yı temize çıkarma inayetini bildirir. (Âşûr)
كَان ’nin haberi olan وَج۪يهاً , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
عِنْـدَ اللّٰهِ izafeti كَانَ ’nin haberi olan وَج۪يهاً ’e mütealliktir. Siyaktaki önemine binaen takdim edilmiştir.
وَج۪يهاً : Vecahetli, haysiyet ve mevki sahibi, şerefli, sevgili, tam Türkçesiyle “yüzlü” idi. Onun için duasını kabul ediverdi de düşmanlarını da kahreyledi veya daha yüzlü oldu, daha çok şerefi ve namı arttı. (Elmalılı, Âşûr)
عِنْـدَ اللّٰهِ izafeti kısa yoldan izah ve عِنْـدَ ’nin şanı içindir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَقُولُوا قَوْلاً سَد۪يداًۙ
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَقُولُوا قَوْلاً سَد۪يداًۙ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey!” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzâf, 2) Şibh-i muzâf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfû üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harf-i tarifli isim. Burada münada müfred alem olarak geldiği için mebni münadaya girer ve merfu üzere mebni, mahallen mansubdur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Cemi müzekker has ism-i mevsûl ٱلَّذِینَ münadadan sıfat veya bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا ’dur. Îrabdan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimâl. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Nidanın cevabı اتَّقُوا اللّٰهَ ’dir.
اتَّقُوا fiili نَ ’un hazfiyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. اللّٰهَ lafza-i celâli mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
قُولُوا قَوْلاً سَد۪يداً cümlesi atıf harfi وَ ’la nidanın cevabına matuftur.
قُولُوا fiili نَ ’un hazfiyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. قَوْلاً mef’ûlun mutlak olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
سَد۪يداً kelimesi قَوْلاً ’ın sıfatı olup fetha ile mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اٰمَنُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi أمن ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
اتَّقُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İftiâl babındadır. Sülâsîsi وقى ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşâreket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَقُولُوا قَوْلاً سَد۪يداًۙ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. يَٓا nida, اَيُّهَا münadadır.
الَّذ۪ينَ münadadan bedeldir. Bedel ıtnâb sanatı babındandır. Mevsûlün sılası olan اٰمَنُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Nidanın cevabı olan اتَّقُوا اللّٰهَ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Ayetin aynı üslupta gelen ikinci cümlesi وَقُولُوا قَوْلاً سَد۪يداً , makabline matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قَوْلاً masdarı, قُولُوا fiilinin mef'ûlü mutlakı olarak nasb edilmiştir.
قَوْلاً için sıfat olan سَد۪يداًۙ , mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
قُولُوا - قَوْلاً kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا nidasında, müennesin müzekkere katılması yoluyla tağlîb sanatı vardır.
“Ey insanlar” ve “Ey iman edenler” hitaplarıyla başlayan ayetler, taşıdıkları mesajlar bakımından benzerlik taşıdıkları gibi ayrıştıkları noktalar da vardır. Her iki hitap da kendinden sonra itikat, ibadet, helal ve haram, cezalar, sosyal hayat gibi konulara yer vermektedir. Ancak “Ey iman edenler” hitabıyla verilen mesajlar Medenî sureler çerçevesinden verildiğinden dolayı hüküm ayetleri ağır basmaktadır. Aile hukuku, cihat, gibi konular “Ey iman edenler” hitabından sonra işlenmektedir. (Enver Bayram, Kur’an’da Geçen “Ey İnsanlar” ve “Ey İman Edenler” Hitaplarıyla Başlayan Ayetler Arasında Bir Mukayese)
Kur’an’da bu tip يَٓا اَيُّهَا formunda nida çoktur. İçinde tekid türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekânı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Müphem bir harftir, takibeden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan emri uyanık ve dikkatli bir şekilde almak için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri't T'abîri'l Kur'ânî, Dirâsetu Tahlîliyye li Sûreti'l Ahzâb, s. 43)
“Doğru söz söyleyin” cümlesinden maksat zıddını yasaklamaktır. (Beyzâvî)
Bu ayet, bir öncekini tamamlamaktadır. Hem emir hem nehiy ile muhatap olmaları için, önceki ayet Hz. Peygamberi incitecek şeyden nehyetme, bu ise dili koruma hususunda “Allah’tan korkma” ile emretme üzerine bina edilmişlerdir. Buna ilaveten, nehyin peşinden tehdit içeren Hz. Musa kıssasına ve emrin akabinde de tatminkâr bir vaade yer verilmiş, böylece incitmekten alıkoyan ve onu bırakmaya sevkeden unsur güçlendirilmiştir. (Keşşâf)
السَّدِيدُ , müminlerin aralarında kullandıkları sevgiyi muhabbeti ifade eden selam lafzı gibi salahı, güzelliği ifade eden sözlere denir. Bu lafız, her türlü peygamber ve alimlerin sözlerini içerir. (Âşûr)
Bu ayetten kastedilen, Müslümanları, Hz. Zeynep hakkında dillerine doladıkları haksız konuşmalardan kendilerini nehyetmektir. (Ebüssuûd)
Allah onları kendilerinden sadır olması uygun olan fiillere, sözlere teşvik ve irşâd etmektedir. Bu fiiller hayır, sözler ise haktır. Çünkü hayrı yapıp, şerri terk eden, Allah'tan korkmuştur. Doğruyu söyleyen de doğru söylemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hak, daha sonra bu kimselere bu iki emrine karşılık şu iki vaatte bulunmuştur: müminlerin hayır ve güzel olan işlerine karşılık, işlerinin iyiye götürülmesi... Çünkü kişi Allah'tan ittikâ ettiği için, amellerini düzeltir. Amel-i salih de göğe kaldırılır ve orada muhafaza edilir. Böylece de amel-i salih yapan, cennette ebedî bırakılır. Kişinin doğru söylemesine karşılık da günahlarının bağışlanması vadedilmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
يُصْلِحْ لَكُمْ اَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظ۪يماً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يُصْلِحْ | düzeltsin |
|
2 | لَكُمْ | sizin |
|
3 | أَعْمَالَكُمْ | işlerinizi |
|
4 | وَيَغْفِرْ | ve bağışlasın |
|
5 | لَكُمْ | sizin |
|
6 | ذُنُوبَكُمْ | günahlarınızı |
|
7 | وَمَنْ | ve kim |
|
8 | يُطِعِ | ita’at ederse |
|
9 | اللَّهَ | Allah’a |
|
10 | وَرَسُولَهُ | ve Resulüne |
|
11 | فَقَدْ | elbette |
|
12 | فَازَ | ermiş olur |
|
13 | فَوْزًا | bir başarıya |
|
14 | عَظِيمًا | büyük |
|
يُصْلِحْ لَكُمْ اَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ
Fiil cümlesidir. يُصْلِحْ talebin cevabı olup sükun üzere meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir.
لَكُمْ car mecruru يُصْلِحْ fiiline mütealliktir. اَعْمَالَكُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظ۪يماً
وَ istînâfiyyedir. Atıf harfi veya itiraziyye olması da caizdir. مَنْ iki muzari fiili cezm eden şart ismi olup mübteda olarak mahallen merfûdur.
يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ cümlesi, mübteda olan مَنْ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
يُطِـعِ şart fiili olup meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. اللّٰهَ lafza-i celâl mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
رَسُولَهُ atıf harfi وَ ’la اللّٰهَ lafza-i celâl’e matuftur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir.
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. قَدْ فَازَ cevap cümlesidir.
فَازَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. فَوْزاً mef’ûlun mutlak olup fetha ile mansubdur.
Mef’ûlu mutlak: Fiil ile aynı kökten gelen masdardır. Mef’ûlu mutlak harf-i cer almaz. Harf-i cer alırsa hal olur. Mef’ûlu mutlak cümle olmaz. Mef’ûlu mutlak üçe ayrılır:
1. Tekid (Kuvvetlendirmek) İçin: Fiilin manasını kuvvetlendirir. Masdar olur. Daima müfreddir. Fiilinden sonra gelir. Türkçeye “muhakkak, şüphesiz, gerçekten, çok, iyice, öyle ki” diye tercüme edilir.
2. Nev’ini (Çeşidini) Belirtmek İçin: Fiilin nasıl meydana geldiğini ve nev’ini bildirir. Nev’ini bildiren mef’ûlu mutlak umumiyetle sıfat veya izafet terkibi halinde gelir. Tesniye ve cemi de olabilir. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “gibi, şeklinde, aynen, tıpkı, tam” diye tercüme edilir.
3. Adedini (Sayısını) Belirtmek İçin: Failin yaptığı işin sayısını belirtir. Adedini belirten mef’ûlu mutlak فَعْلَةً vezninden gelen bina-ı (masdar-ı) merreden yapılır.
مَرَّةً kelimesi de mef’ûlu mutlak olur. Fiilinin önüne geçebilir. Türkçeye “kere, defa” diye tercüme edilir. Burada tekid için gelmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَظ۪يماً kelimesi فَوْزاً ’in sıfatı olup fetha ile mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere sıfat denir. Arapça’da sıfatın asıl adı na’t ( النَّعَتُ )dır. Sıfatın nitelediği isme de men’ut ( المَنْعُوتُ ) denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata hakiki sıfat, dolaylı olarak niteleyen sıfata da sebebi sıfat denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya sıfat tamlaması denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsûfuna: cinsiyet, adet, marifelik - nekrelik ve îrab bakımından uyar.
Sıfat iki kısma ayrılır: 1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat
Hakiki sıfat: 1- Müfred olan sıfatlar 2- Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1. Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ism-i fail, ism-i mef’ûl, mübalağalı ism-i fail, sıfat-ı müşebbehe, ism-i tafdil, masdar, ism-i mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.
Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsûf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2. Cümle olan sıfatlar: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibh-i cümle olan sıfatlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُصْلِحْ لَكُمْ اَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ
يُصْلِحْ لَكُمْ اَعْمَالَكُمْ cümlesi, önceki ayetteki talebin cevabıdır. Meczum muzari fiil sıygasında hudûs, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.
وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. Aynı üslupta gelen cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
يَغْفِرْ - يُصْلِحْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır. لَكُمْ ’un tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
لَكُمْ lafzının iki fiil ile beraber iki kere kullanılması, sedid söz söyleyen müttakilere olan inayete delalet etmek içindir. (Âşûr)
وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظ۪يماً
Şart üslubunda gelen cümlede وَ istînâfiyye, şart ismi olan مَنْ mübtedadır. Şart cümlesi olan مَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ cümlesi مَنْ ’in haberdir. Cümlede müsnedin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
رَسُولَ ’nin Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması tazim ve teşrif içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
فَ karinesiyle gelen cevap cümlesi فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظ۪يماً , tahkik harfi قَدْ ile tekid edilmiş, mazi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır.
Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda faide-i haber inkârî kelamdır.
Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
عَظ۪يماً kelimesi mef’ûlu mutlak olan فَوْزاً için sıfattır. Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
عَظ۪يماً, sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
فَوْزاً - فَازَ kelimeleri cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
اللّٰهَ ve رَسُولَهُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
İstînâfiyye وَ ’ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiyye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâgatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları ve “Vâv”ın Kullanımı)
Cenab-ı Allah, “Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse” buyurmuştur. O halde Allah'a itaat, peygambere itaat demektir. Fakat Cenab-ı Hak, bu iki itaati, itaat edenin fiilinin çok kıymetli olduğunu göstermek için birlikte zikretmiştir. Çünkü bu kimse, bu tek hareketiyle Allah katında bir ahd, Resul katında da bir “el” edinmiştir. (Fahreddin er-Râzî)
“Muhakkak ki o, en büyük kurtuluşla kurtulmuştur” buyurmuştur. Cenab-ı Hak bu kurtuluşu şu iki sebepten dolayı “büyük” olarak nitelemiştir:
Bu, büyük bir azaptan kurtuluştur. Azaptan kurtulma ise azabın büyüklüğü nispetinde büyük olur.
Bu kimse büyük bir mükâfata ulaşmıştır. Bu da ebedî olan bir mükâfattır. (Fahreddin er-Râzî)
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | إِنَّا | şüphesiz biz |
|
2 | عَرَضْنَا | sunduk |
|
3 | الْأَمَانَةَ | emaneti |
|
4 | عَلَى |
|
|
5 | السَّمَاوَاتِ | göklere |
|
6 | وَالْأَرْضِ | ve yere |
|
7 | وَالْجِبَالِ | ve dağlara |
|
8 | فَأَبَيْنَ | fakat kaçındılar |
|
9 | أَنْ |
|
|
10 | يَحْمِلْنَهَا | onu yüklenmekten |
|
11 | وَأَشْفَقْنَ | ve korktular |
|
12 | مِنْهَا | ondan |
|
13 | وَحَمَلَهَا | ve onu yüklendi |
|
14 | الْإِنْسَانُ | insan |
|
15 | إِنَّهُ | doğrusu o |
|
16 | كَانَ |
|
|
17 | ظَلُومًا | çok zalimdir |
|
18 | جَهُولًا | çok cahildir |
|
Burada yine bir benzetme ve temsil yoluyla anlatım örneği görüyoruz. Âyeti bazı tefsirciler hakiki mânasıyla alarak “Allah’ın ezelde, göklere, yere ve dağlara şuur verdiğini, emaneti almayı onlara teklif ettiğini, onların bundan çekinerek yüklenmek istemediklerini, sonra insana teklif ettiğini, insanın ise tabiatı itibariyle bilgisiz ve neyi nereye koyacağı konusunda genellikle başarısız olduğu için, başka bir deyişle dağlar taşlar kadar bile düşünemediği, bilemediği için emaneti yüklendiğini” söylemiş, böyle anlamışlardır. Ancak bizim tercihimiz burada bir temsilî anlatımın söz konusu olduğudur. Anlatılmak istenen şudur: Emanet, ilk bakışta insandan daha büyük, güçlü ve dayanıklı gibi görülen göklerin, yerin ve dağların taşıyamayacağı kadar ağır ve önemlidir. Bu ağırlık ve önemdeki emaneti insan yüklenmiştir. Çünkü o, bir yandan bunu yüklenecek kabiliyet ve yetenektedir, ama öte yandan neyi yüklendiğinin farkında değildir, onu hakkıyla taşımada başarılı olamamaktadır. Yani insan şuursuz ve cahil olmamalı, kimliğinin, kabiliyetinin ve yüklendiği emanetin farkında olmalıdır; bu konulardaki bilgisizlik büyük bir cehalettir. Taşıdığı emanetin hakkını yerine getirmeye de gayret etmelidir, onun hakkını yerine getirmemek büyük bir zulümdür.
Emanet kelimesinin sözlük anlamı “korku ve kaygının gitmesi, insanın korunma konusunda gönül rahatlığı içinde olması”dır. Emanet kelimesi bu güvenlik hali, psikolojisi için kullanıldığı gibi, güvenme ve koruma konusu olan, korunması istenen şey için de kullanılır. Bir din terimi olarak emanete birçok anlam yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en yakın bulduklarımız, “tevhid kelimesi ve inancı, adalet, okuma-yazma, akıl ve yükümlü (mükellef) olma kabiliyeti ve Türkçe’deki anlamıyla emanet”tir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “emn” md.; Râzî, XXV, 202; İbn Âşûr, XXII, 126). Bunların da tamamını, “insanın, akıl ve hür iradeye dayalı yükümlülüğü” kavramı içinde toplamak mümkündür. İnsandan başka her şey, yaratıcı tarafından nasıl programlanmışsa öyle işler, tabiatının dikte ettiği davranış biçimini değiştiremez. Bu sebeple dünyada ve âhirette göklere, yerlere, canlı ve cansız varlıklara “Niçin böyle yaptın?” diye sorulmaz. İnsana gelince onda akıl, bilgi edinme, bilgisini, kararını ve davranışını değiştirme kabiliyeti vardır. Ancak gerek din ve ahlâk alanlarında doğruyu bilme ve gerekse doğru, iyi ve hayırlı olanı yapma konusunda insanın önünde önemli engeller de vardır. Bu yüzden –ilâhî bir bilgi ve hidayet desteğinden mahrum olan– insanların bilmedikleri bildiklerinden fazladır (72. âyetteki deyimiyle insan cehûldür, çok bilgisizdir); din ve ahlâk konusunda kötülükleri iyiliklerinden çoktur (aynı âyetteki ifadeyle insan zalûmdur, gerekeni yapma, her şeyin hakkını verme konusunda başarısızdır). Belki her devirde ama kesin olarak çağımız insanları arasında, Allah’ın razı olduğu bir inanç, ibadet ve ahlâk hayatını yaşayanların sayısı, böyle olmayanlara göre oldukça azdır. İnsana tevdi edilen yükümlülük kabiliyeti çok değerli bir emanettir, iyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermayeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emanet, insandan başka bir mahlûkun yüklenmeye cesaret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir.
Âyette geçen “emanet” Türkçe’deki karşılığı ile alınır, bunun kastedildiği yorumu tercih edilirse, daha genel olan yükümlülükler kümesi içinden bir önemlisi öne çıkarılmış olur. Bu takdirde Allah kullarının dikkatini, eşya gibi maddî veya görevler ve ödevler gibi mânevî emanetin önemine çekmiş olmaktadır.
Sûrenin ana konularından biri münafıkların ve müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müminlere karşı kurdukları tuzaklar, çektirdikleri eziyetler, bunlar sebebiyle hem müminleri hem ötekileri iki cihanda bekleyen âkıbetler idi. Son âyetlerde emanetin mahiyet ve önemine temas edildikten sonra, insanın bunu yüklenmesinin hikmetine, onu iyi koruyan müminlerin mutlu sonuna, kötüye kullanan münafıkların ve müşriklerin de acı sonlarına işaret edilerek ana konu bir daha vurgulanmıştır.
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ
Fiil cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.
عَرَضْنَا fiil cümlesi اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. عَرَضْنَا sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا fail olarak mahallen merfûdur. الْاَمَانَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
عَلَى السَّمٰوَاتِ car mecruru عَرَضْنَا fiiline mütealliktir.
الْاَرْضِ ve الْجِبَالِ kelimeleri atıf harfi و ’la makabline matuftur.
فَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَبَيْنَ fiili (نَ) nûnu’n-nisvenin bitişmesiyle sükun üzere mebni mazi fiildir. Faili nûnu’n-nisve olup mahallen merfûdur.
اَنْ ve masdar-ı müevvel mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
يَحْمِلْنَهَا fiili (نَ) nûnu’n-nisvenin bitişmesiyle sükun üzere mebni muzari fiildir. Faili nûnu’n-nisve olup mahallen merfûdur.
وَ atıf harfidir. اَشْفَقْنَ fiili (نَ) nûnu’n-nisvenin bitişmesiyle sükun üzere mebni mazi fiildir. Faili nûnu’n-nisve olup mahallen merfûdur. مِنْهَا car mecruru اَشْفَقْنَ fiiline mütealliktir.
وَ atıf harfidir. حَمَلَهَا fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. الْاِنْسَانُ fail olarak mahallen merfûdur.
شْفَقْنَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi شغق ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder. هُ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. اِنَّ ’nin haberi كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesidir.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
ظَلُوماً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. جَهُولاً kelimesi كَانَ ’nin ikinci haberi olup lafzen mansubdur.
جَهُولاًۙ - ظَلُوماً kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsned olan عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ cümlesi, mazi fiil sıygasında gelerek hükmü takviye, hudûs, sebat ve istikrar ifade etmiştir..
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi ve isnadın tekrarı sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadir Suresi 1)
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
عَرَضْنَا fiili, azamet zamirine isnadla tazim edilmiştir.
Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Fâdıl Sâlih Samerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 467)
Emanet; bu husustaki en sahih görüşe göre dinin bütün görevlerini kapsamaktadır. Cumhur'un görüşü budur. (Kurtubî)
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ - الْجِبَالِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı, الْاَرْضِ - السَّمٰوَاتِ kelimeleri arasında ise tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın ve الْجِبَالِ ‘nin zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
Bu ayettte gökler, yer ve dağlara teklifte bulunmak ya mecaz yahut hakikattir ya da bir misal getirmedir. Bir grup alim şöyle demiştir: Ayetin manası şudur: Biz emaneti göklerin ve yerin ahalisi olan meleklere ve cinlere teklif ettik. Onlar bunun yükünü taşımaktan kaçındılar. Bunun benzeri: [“Köye sor”] (Yusuf Suresi, 81) ayetinin “köy halkına sor” anlamında olmasıdır. Bu duruma nispeten ayet mecaz-ı mürseldir. (Süleyman Kablan, Arap Dili ve Belâgatında Mecaz-ı Mürsel Ve Alakaları)
اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ [Emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik] cümlesinde istiâre-i temsîliyye vardır. Yüce Allah, büyüklüğü, şanının yüceliği ve önemi hususunda emânetin, ağır şeylerden olduğunu temsilî olarak anlattı. Şöyle ki bu emanet eğer göklere, yere ve dağlara verilseydi, onlar, en kuvvetli ve muhkem varlıklar olmalarına rağmen almaktan kaçınır ve korkarlardı. İşte bu ifade, emaneti yüklenmenin dikkat ve itina isteyen bir konu olduğunu, neticesinden korkulması gerektiğini vurgulayan parlak bir misaldir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir, Âşûr)
Mükellefiyetlerin emanet olarak ifade edilmesi, şu hakikate dikkat çekmek içindir: Bu mükellefiyetler, gözetilmesi gereken haklar olup Yüce Allah, onları mükelleflere emanet olarak tevdi etmiş; onlarin, bu emanetleri itaat ve inkiyad (boyun eğmek) göstererek güzel telakki etmelerini zorunlu, kılmış ve haklarından hiçbir şey ihlal etmeksizin onları hakkıyla gözetip korumalarını emretmiştir. (Ebüssuûd, Âşûr )
Ayette, göklerin, yerin ve dağların, bu mükellefiyetlere istidatlı olup olmadıklarına bakmaksızın bu emanetleri onlara arz etmek olarak ifade edilmesi, bu mükellefiyetlere fazlasıyla önem verildiğini ve göklerin, yerin ve dağların bu mükellefiyetleri kabul etmelerinin talep edildiğini belirtmek içindir. Göklerin, yerin ve dağların, o emanetleri kabul etmek istidatlarının olmamasının da onların, bu emanetleri yüklenmekten çekinmeleri ve ürkmeleri olarak ifade edilmesi, bu mükellefiyetlerin heybet ve azametini göstermek içindir. Bu emanetlerin kabulünün, yüklenmek olarak ifade edilmesi de bu emanetlerdeki zorluk manasını tahkik etmek içindir. Şöyle ki bu emanetler, yüklenmek için maddî kuvvetlerin en büyüğünün ve en çetininin kullanıldığı ağır cisimler kabilinden kılınmıştır.
Yani o emanetler, şanları o kadar muazzamdır ki eğer kuvvet ve şiddette, en büyük misâl olan bu büyük cisimlere riayetleri teklif edilse ve bu cisimler, şuur ve idrak sahibi olsalar, kesinlikle bu emanetleri kabul etmekten çekinirler ve ürkerlerdi. Fakat bu kelam, gerçek cihetiyle vârid olmayıp farz edilen bir şey, gerçek olan bir şey suretinde tasvir edilmiştir. Bundan amaç, kastedilen manayı temsil ve izah ile ziyadesiyle tahkik etmektir. (Ebüssuûd)
فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُۜ
Cümle atıf harfi فَ ile istînâfiyye cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki يَحْمِلْنَهَا cümlesi, masdar teviliyle اَبَيْنَ fiilinin mef’ûlun bihi konumundadır. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında gelerek teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Aynı üslupta gelen وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا ve وَحَمَلَهَا الْاِنْسَانُ cümleleri hükümde ortaklık nedeniyle فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا cümlesine atfedilmiştir. Cümleler müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
حَمَلَهَا - يَحْمِلْنَهَا kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْاِنْسَانُ lafzındaki marifelik cins içindir. (Âşûr)
Başkalarının haklarının yüklenmek manasını ifade eden emanet kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle göklerin ve yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, sorumluluk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada “teklif” etmeyi ve “yüz çevirme”yi gerçek manası üzere anlayan tefsir bilginleri varsa da çokları emanetin büyüklüğünü beyan için “temsili istiare” biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi yerine getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rezalettir. İnsan ise onu yüklendi, (بَلا) dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok cahil bulunuyor. Her ferdi değil, insan cinsi. (Elmalılı)
“Ve bunu insan yüklendi.” Yani bu emanetler insana teklif edilince insan onları yüklendi. Bu yüklenme, insanın bunlara istidadı olması itibarı iledir yahut misâk günü (kalû belâ sürecinde insandan ahit alınırken) bu emanetlerin ona teklif edilmesiyle olmuştur.
Hülasa insan, zayıf bünyesine ve gevşek kuvvetine rağmen bu emanetleri yüklendi ve kabullendi. Bu, insanın, fıtrî istidadının gereği olarak, bu emanetleri kabul etmesinden ibarettir yahut yüce Rabbin: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına “بَلا / elbette ki” cevabıyla ikrarda bulunmasından ibarettir. (Ebüssuûd)
اِنَّهُ كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ
Fasılla gelmiş ta’lil cümlesidir. Ta’lil cümleleri ıtnâb babındandır. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
اِنَّ ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. اِنَّ ’nin haberi كَانَ ظَلُوماً جَهُولاًۙ şeklinde nakıs fiil كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَانَ ’nin iki haberi olan جَهُولاًۙ - ظَلُوماً kelimelerinin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf sanatıdır. Aralarında وَ olmaması bu iki sıfatın her ikisinin birden mevcudiyetine işarettir.
ظَلُوماً : Çok zalim, zulme haksızlığa çok yatkın, Allah'ın ve Allah'ın kullarının haklarını yüklendiği halde gerektiği gibi ifa etmeyip kendine yazık ediyor.
جَهُولاًۙ : İddiası gibi âlim değil, aksine çok cahil, çünkü akıbetinin nasıl olacağını bilmiyor, onun için zulmediyor. (Elmalılı, Âşûr)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle tekit ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
ظَلُوماً ve جَهُولاً sıfatları mübalağalı ism-i fail vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
Mübalağalı ism-i fail kalıbı, bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. Aralarında muvazene sanatı vardır.
Bu kelamın, bir ara cümlesi olarak, insanın emaneti yüklenmesi ile gayesi arasında zikredilmesi, insanın, ahdine ve yükümlülüğüne vefa göstermeyeceğinin baştan bildirmek içindir.
Yani insanların, sağlam fıtratlarının yahut ezelde verdikleri ikrarın gereklerim yerine getirmeyen fertleri çok zalim ve çok cahildirler; Yüce Allah’ın yarattığı fıtratı değiştirmeyen insanlar ise zalim ve cahil değillerdir. (Ebüssuûd)
Kimileri de bu ayetin tefsiri hakkında şöyle demişlerdi: Mahlukat, idrak edebilen ve edemeyen diye ikiye ayrılır. İdrak edenler de mesela insanoğlu gibi hem külliyatı hem de cüziyatı idrak eden ve hayvanlar gibi sadece cüziyyâtı idrak edenler diye, ikiye ayrılır. Çünkü hayvan, yediği arpayı idrak eder fakat işlerin nereye varacağı hususunda tefekkür edemez ve delillere ve burhanlara derinliğine bakamaz. Yine melekler gibi külliyatı idrak edip de cüziyatı idrak edemeyenler de vardır. Melek, külliyatı idrak eder, mesela cima ve yemek gibi şeylerin lezzetini idrak edemez. Bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: İşte bu hususa Cenab-ı Hak, “Sonra onlar, meleklere gösterip[‘’ ... ‘bunları adlarıyla bana haber verin’ dedi”] (Bakara Suresi, 31) ifadesiyle işaret etmiştir. Böylece melekler, o cüziyatı bilmediklerini itiraf etmişlerdir. Teklif, ancak her iki şeyi (cüziyatı ve külliyatı) idrak edenlere yapılır. Çünkü böylesi bir idrak sahibinin cüzi şeylerden duyduğu lezzetler bulunmaktadır. Böylece böylesi bir idrak sahibi, tıpkı meleklerin Allah'a ibadet edip de O'nu ikrar etmeleri sayesinde duydukları lezzet gibi hakiki lezzeti elde etsin diye, bu cüzi lezzetten uzak tutulmak istenmiştir. Bu iki şeyi idrak edebilenden başkası, eğer mükellef tutulmuşsa kendisinde birtakım külfet ve sıkıntıların bulunduğu bir şeyin kendilerine emredilmiş olduğu anlamında değil de tam aksine bir hitaba mazhar kılınma manasında mükellef tutulmuştur. Çünkü muhataba da mükellef ismi verilir. Zira mükellef kendisine hitap olunmuş kimse demektir. O halde hitap edilen kimseye mükellef denilebilir. (Fahreddin er-Râzî)
لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | لِيُعَذِّبَ | azab etsin diye |
|
2 | اللَّهُ | Allah |
|
3 | الْمُنَافِقِينَ | iki yüzlü erkeklere |
|
4 | وَالْمُنَافِقَاتِ | ve iki yüzlü kadınlara |
|
5 | وَالْمُشْرِكِينَ | ve ortak koşan erkeklere |
|
6 | وَالْمُشْرِكَاتِ | ve ortak koşan kadınlara |
|
7 | وَيَتُوبَ | ve bağışlasın diye |
|
8 | اللَّهُ | Allah |
|
9 | عَلَى |
|
|
10 | الْمُؤْمِنِينَ | inanan erkekleri |
|
11 | وَالْمُؤْمِنَاتِ | ve inanan kadınları |
|
12 | وَكَانَ | ve |
|
13 | اللَّهُ | Allah |
|
14 | غَفُورًا | çok bağışlayandır |
|
15 | رَحِيمًا | çok esirgeyendir |
|
لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ
لِ harfi, يُعَذِّبَ fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, لِ harf-i ceriyle birlikte önceki ayette geçen وَحَمَلَهَا veya عَرَضْنَا fiiline mütealliktir.
يُعَذِّبَ mansub muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur. الْمُنَافِق۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
الْمُنَافِقَاتِ ve الْمُشْرِك۪ينَ ve الْمُشْرِكَاتِ kelimeleri atıf harfi و ’la makabline matuftur.
وَ atıf harfidir. Matuf ve matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَتُوبَ mansub muzari fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur. الْمُؤْمِن۪ينَ mef’ûlun bih olup nasb alameti ى ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
الْمُؤْمِنَاتِ kelimesi atıf harfi و ’la makabline matuftur.
لِيُعَذِّبَ fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب’dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
الْمُنَافِق۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan müfâ’ale babının ism-i failidir.
الْمُشْرِك۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَرْسَلُوا fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İf’al babındadır. Sülâsîsi رسل ’dir.
İf’al babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar.
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. اللّٰهُ lafza-i celâl كَانَ ’nin ismi, olup mahallen merfûdur.
غَفُوراً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. رَح۪يماً kelimesi كَانَ ’nin ikinci haberi olup lafzen mansubdur.
غَفُوراً - ظَلُوماً kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ
Önceki ayetin devamı olan bu ayette sebep bildiren harf-i cer لِ ’nin gizli أنْ ’le masdar yaptığı لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِك۪ينَ وَالْمُشْرِكَاتِ cümlesi, وَحَمَلَهَا veya عَرَضْنَا fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatı vardır.
Aynı üslupta gelen وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ cümlesi, masdar-ı müevvele matuftur. Atıf sebebi tezattır.
Azap edilecek olanların münafık erkek ve kadınlar ile müşrik erkek ve kadınlar tövbelerinin kabul edilecek olanların mümin erkeklerin ve mümin kadınlar olarak sayılması taksim sanatıdır.
Bu ayette kadınların ayrıca zikredilmesinde, Hendek Savaşı olaylarındaki kadınların da Müslümanlara karşı kurulan tuzaklarda erkeklerine yardım ettiklerine şaret vardır. Bunun zıddı Müslüman kadınlar da erkeklerine yardım etmişlerdi. (Âşûr)
الْمُنَافِق۪ينَ - الْمُنَافِقَاتِ ve الْمُشْرِك۪ينَ - الْمُشْرِكَاتِ ve الْمُؤْمِن۪ينَ - الْمُؤْمِنَاتِۜ gruplarındaki kelimeler arasında iştikak cinası, mürâât-ı nazîr ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ cümlesiyle ve وَيَتُوبَ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
الْمُؤْمِن۪ينَ kelimesiyle الْمُشْرِك۪ينَ - الْمُنَافِق۪ينَ kelimeleri ve الْمُؤْمِنَاتِۜ kelimesiyle الْمُنَافِقَاتِ - الْمُشْرِكَاتِ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî sanatı vardır.
Zamir makamında lafza-i celâlin zahir olarak zikredilmesinde ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Burada da zamir makamında ism-i celilin zahir olarak zikredilmesi mehabeti artırmak, kalplere Allah korkusunu sokmak, tehditte mübalağa ve azap vaidini ağırlaştırmak içindir. (Ebüssuûd) Aşur da inayeti arttırmak içindir der.
Zuhaylî’nin izahına göre surenin başlangıcındaki وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَۜ / َaçık ve gizli inkârcıların sözünü dinleme ifadesi ile لِيُعَذِّبَ اللّٰهُ الْمُنَافِق۪ينَ وَالْمُنَافِقَاتِ diye bitirilmesi arasında bedî‘ ilminde reddü’l-acüz ale’s-sadr diye isimlendirilen sanat vardır. Zira başlangıç münafıkların zemmi ile olmuş ve sure onların kötü akıbetlerini açıklayarak bitirilmiştir. (Sinan Yıldız, Vehbe Zuhaylî’nin Tefsîru’l-Münîr Adli Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)
“Müşrikler” ifadesini “münafıklar” ifadesine atfetmiş; Cenab-ı Hak, müminin münafıktan üstün olduğunu göstermek istemiştir. (Fahreddin er-Râzî)
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi zamandan bağımsız sübut ve istimrar ifade eder.
كَانَ ’nin isminin bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve teşvik amacına matuftur.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
كَانَ ’nin haberi olan iki vasfın arasında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
غَفُورًا رَح۪يمًا۟ şeklindeki mübalağa kalıbındaki sıfatlar arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
كَان fiili, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgular ve ona dikkat çeker. (Ragıb el İsfehani)
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıl olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiçbir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezeli olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Yani Allah ezelde غَفُوراً ve رَح۪يماً olduğu gibi gelecekte de Gafûr ve Rahîm’dir. Onun bu vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Ragıb el-İsfehani كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığı belirtilmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Ayetin bu son cümlesi, bir çok ayette tekrarlanmıştır. Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murat sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekid edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf Suresi 28, c, 7, s. 314)
64. ayet وَاَعَدَّ لَهُمْ سَع۪يراًۙ ve 17.ayet وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِياًّ وَلَا نَص۪يراً ve 68. ayetteki وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَب۪يراً۟ cümlesi gibi ayet sonlarının birbiriyle uygunluğu kulağa hoş gelmektedir. Bu da güzelleştirici edebî sanatlardandır. Bu fasılalarda lüzum ma la yelzem sanatı vardır.
Kur’an’daki bütün surelerde olduğu gibi bu surenin de son ayeti, hüsn-i intihâ sanatının güzel bir örneğidir.
Hüsn-i intihâ, mütekellimin sözünü makama ve girişe uygun güzel bir şekilde tamamlamasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)
Cenab-ı Hak insan hakkında, onun zalim ve cahil olma gibi vasıflarından bahsetmiş, kendi vasıflarından da iki vasıf zikrederek, “Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir” buyurmuştur ki bu, “O, çok zalim olanı çokça bağışlayan; cahil olana karşı da çok merhametli olandır” demektir. Bu böyledir, çünkü Allah, kullarına (tövbe etmemesi halinde) en büyük zulüm olan şirk hariç, bütün günahlarını bağışlayacağı vaadinde bulunmuştur. Keza Cenab-ı Hak, [“Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür”] (Lokman Suresi, 13) buyurmuştur. Bütün günahtan bağışlayacağı vaadinin delili ise Cenab-ı Hakk'ın [“Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar”] (Nisa Suresi, 48) ifadesidir. Cenab-ı Hakk'ın, cehalete karşı merhametli olmasına gelince, çünkü cehalet, merhametin beklendiği bir durumdur. İşte bundan dolayı, hata eden kimse, “bilemedim…” diyerek mazeret beyan eder.
Burada da şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ, kuluna, kendisinin gafur ve rahîm olduğunu bildirmiş ve kulun kendisini kendisine göstermiş, böylece kul da kendisinin çok zalim ve çok cahil olduğunu görmüş. Daha sonra Cenab-ı Hak, kuluna emaneti teklif etmiş, kulu da o emaneti, bu zulmü ve cehline rağmen Hakk Teâlâ'nın, o emaneti gufran ve rahmet vasıflarıyla onaracağını bildiği için üstlenmiştir. (Fahreddin er-Râzî)