1. Hz. Peygamber’e ve onun şahsında ümmetine takvâ, tevekkül ve ilâhî emirlere itaat tavsiyesi.
2. Ana baba ve çocuklar arasındaki meşrû ve hukukî bağ, evlât edinme âdeti.
3. Kan hısımlığı dışındaki velâyet bağı.
4. Ahzâb Savaşı, bu savaş vesilesiyle münafıkların psikolojileri ve davranışlarıyla ilgili açıklamalar.
5. Hz. Peygamber’in müstesna şahsiyeti, Allah nezdindeki durumu ve derecesi, aile hayatı; kendisine ve eşlerine mahsus evlenme, boşanma, örtünme, sosyal ilişkiler konularına ait hükümler, onun ailesiyle müminler arasındaki ilişki.
6. Kadın erkek farkı gözetilmeksizin bütün müminlerin ibadet, itaat ve erdemli davranışlara teşvik edilmesi.
7. Kadınların giysileri.
8. Emanet kavramı ve emanete riayet etmenin önemi.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللّٰهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يماً حَك۪يماًۙ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَيُّهَا | ey |
|
2 | النَّبِيُّ | peygamber |
|
3 | اتَّقِ | kork |
|
4 | اللَّهَ | Allah’tan |
|
5 | وَلَا | ve asla |
|
6 | تُطِعِ | ita’at etme |
|
7 | الْكَافِرِينَ | kafirlere |
|
8 | وَالْمُنَافِقِينَ | ve münafıklara |
|
9 | إِنَّ | şüphesiz |
|
10 | اللَّهَ | Allah |
|
11 | كَانَ |
|
|
12 | عَلِيمًا | bilendir |
|
13 | حَكِيمًا | hüküm ve hikmet sahibidir |
|
Bütün peygamberler gibi son peygamber de Allah’a itaatsizlikten sakınır, O’nun vahyettiğine herkesten önce ve en kâmil bir şekilde uyar, yalnızca rabbine güvenir ve dayanır; bunlar Allah Teâlâ’nın peygamberlerinde yarattığı özelliklerdir. Sûrenin bu emir ve tavsiyelerle başlaması, Hz. Peygamber’den, o zamana kadar yapmadıklarını yapmasını istemeye yönelik değildir. Aşağıda gelecek olan Ahzâb Savaşı, bu savaşta münafıkların, meâlindeki çeviriye göre “gizli inkârcılar”ın (münafıklar) kurduğu tuzaklar, yaydıkları yalanlar, karalamalar, Mekkeli müşriklerle yani “açık inkârcılarla” kurdukları iş birliği, oluşturdukları ortak güç, her vesile ile Hz. Peygamber’e verdikleri eza, çektirdikleri mânevî işkence karşısında onu ve ümmetini dayanıp direnmeye hazırlamak, olacaklar konusunda uyarmak maksadıyla sûrenin başında bu emir ve tavsiyelere yer verilmiştir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 363يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللّٰهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَۜ
يَٓا nida harfidir. اَيُّ münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir. هَا tenbih harfidir.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada îrab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
النَّبِيُّ münadadan bedel veya atf-ı beyan olup lafzen merfûdur.
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve îrab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin îrabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir. Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّقِ illet harfinin hazfiyle mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. اللّٰهَ lafza-i celâl mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. Nidanın cevabıdır.
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır.
تُطِعِ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. الْكَافِر۪ينَ mef’ûlün bih olup nasb alameti ي ’dir.Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
الْمُنَافِق۪ينَ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
اتَّقِ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi وقي ’dir. İftial babının fael fiili و ي ث olursa, fael fiili ت harfine çevrilir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
تُطِعِ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi طوع ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
كَافِر۪ينَ kelimesi, sülasi mücerredi كفر olan fiilin ism-i failidir.
مُنَافِق۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan müfâ’ale babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يماً حَك۪يماًۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâl اِنّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.
كَان ’nin dahil olduğu cümle اِنّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
عَل۪يماً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. حَك۪يماً ikinci haberi olup lafzen mansubdur.
عَل۪يماً - حَك۪يماًۙ kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللّٰهَ وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَۜ
Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. اَيُّهَا münada, النَّبِيُّ ondan bedeldir.
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ nidasıyla, arkadan gelen mananın önemine dikkat çekilmiştir.
Nidanın cevabı olarak gelen اتَّقِ اللّٰهَ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
Nidanın cevabına matuf olan وَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَالْمُنَافِق۪ينَ cümle nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
الْكَافِر۪ينَ ve الْمُنَافِق۪ينَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اتَّقِ اللّٰهَ nidası, Peygamberimizi (s.a.) şereflendirmek ve değerini yükseltmek maksadıyla yapılmıştır. Çünkü peygamberlik lafzı, yüceltme ve değer vermeyi ifade eder. Ebüssuûd şöyle der: Peygambere (s.a.), “Ey Peygamber!” diye seslenmek, O’nun şanını yüceltmek ve makamının yüceliğine dikkat çekmek içindir. Burada emredilen takvadan maksat, takvada sebat etmek ve daha çok korkmaktır. Çünkü takvanın alanı sonuna ulaşılamayacak kadar geniştir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsîr-Âşûr)
Allah Teâlâ peygamberlerine, “Ey Adem!” [Bakara Suresi, 33], “Ey Musa!” [Bakara Suresi, 55], “Ey İsa!” [Âl-i İmran Suresi, 55] ve “Ey Davud!” [Sād Suresi, 26] diye adlarıyla hitap ettiği halde Hz. Muhammed’i yüceltmek, şerefini göstermek, fazilet ve değerine dikkat çekmek için O’na “Ey Nebî! Allah’tan sakın”, “Ey Resul! Niçin … haram ediyorsun ki!?” [Tahrim Suresi, 1] ve “Ey Resul! Sana indirileni tebliğ et.” [Maide Suresi, 67] diyerek adıyla değil de nebi ve resul lafızlarıyla hitap etmiştir. Şayet Allah Teâlâ’nın Hz. Peygambere adıyla hitap etmediğini söylüyorsun. Oysa “Muhammed, Allah’ın elçisidir.” [Fetih Suresi, 29] ve “Muhammed ancak bir elçidir.” [Âl-i İmran Suresi, 144] ayetlerinde olduğu gibi haberî ifadelerde O’nu adıyla anmıştır dersen şöyle derim: Bu ayetlerde insanlara Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu öğretmek ve onların Hz. Peygambere bu ismi verip O’na bu şekilde hitap etmelerini telkin etmek için öyle hitap etmiştir. Dolayısıyla nida ile haber arasında herhangi bir zıtlık yoktur. Nitekim Allah Teâlâ nida ayetlerinde olduğu gibi öğretme ve telkin murat etmediği haberî ayetlerde de onu sıfatıyla zikretmiştir:
“Ey insanlar” ve “Ey iman edenler” hitaplarıyla başlayan ayetler, taşıdıkları mesajlar bakımından benzerlik taşıdıkları gibi ayrıştıkları noktalar da vardır. Her iki hitap da kendinden sonra itikat, ibadet, helal ve haram, cezalar, sosyal hayat gibi konulara yer vermektedir. Ancak “Ey iman edenler” hitabıyla verilen mesajlar Medenî sureler çerçevesinden verildiğinden dolayı hüküm ayetleri ağır basmaktadır. Aile hukuku, cihat, gibi konular “Ey iman edenler” hitabından sonra işlenmektedir. (Enver Bayram, Kur’an’da Geçen “Ey İnsanlar” Ve “Ey İman Edenler” Hitaplarıyla Başlayan Ayetler Arasında Bir Mukayese)
Kur’an’da bu tip يَٓا اَيُّهَا formunda nida çoktur. İçinde tekit türlerini barındırmaktadır. İlk olarak tekid unsurlarından oluşmuş bir nida harfi göze çarpar. Uzaktaki bir şahıs için kullanılan nida harfi gelmiştir, oysa Allah Teâlâ nida ettiği her varlığa çok yakındır. Bu nida harfinin gelmesi söylenecek şeylerin Allah katında bir mekanı olduğu konusunda uyarmak içindir. Sonra اَيُّ harfi gelmiştir. Bu harf nida ile akabindeki elif-lamlı kelimeyi birbirine bağlar. Mübhem bir harftir, takibeden kelimeyle açıklanır. Böylece ibhamdan sonra beyan gelir. Arkadan gelecek olan emri uyanık ve dikkatli bir şekilde almak için kişiyi hazırlar ve uyarır. Sonra yine bir tenbih harfi olan هَا gelir. (Muhammed Ebu Musa, Min Esrâri't T'abîri'l Kur'ânî, Dirâsetu Tahlîliyye li Sûreti'l Ahzâb, s. 43)
اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يماً حَك۪يماًۙ
Emir ve onun mazmununun tekidi için ta’liliye olarak fasılla gelmiştir. Ta’lil cümleleri, ıtnâb sanatı babındandır.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkâri kelamdır.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler, اِنَّ ve isim cümlesi sebebiyle tekit ifade eden çok muhkem cümlelerdir.
اِنّ ’nin haberinin, كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi olarak gelmesi sübut ve istimrar ifade eder.
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıl olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiçbir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezelî olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır.. Onun vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Râgıb el-İsfahânî كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığı belirtilmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ‘nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 41)
Cümle mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Tezyîl cümlesi, önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
Allah Teâlâ’ya ait iki haber olan عَل۪يمًا - حَك۪يمًا sıfatlarının arasında و۬ olmaması bu sıfatların Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetine işaret eder. Bu kelimelerin ayetin konusuyla olan anlam bütünlüğü teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
Mübalağa kalıbındaki عَل۪يمًا - حَك۪يمًا sıfatları arasında muvazene, mütevazı seci ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراًۙ
وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اتَّبِعْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. Müşterek ism-i mevsûl مَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansub ve يُوحٰٓى fiilinin naib-i failidir. İsm-i mevsûlun sılası يُوحٰٓى ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
يُوحٰٓى elif üzere mukadder damme ile merfû meçhul muzari fiildir. اِلَيْكَ car mecruru يُوحٰٓى fiiline mütealliktir. مِنْ رَبِّ car mecruru يُوحٰٓى fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كَ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اتَّبِعْ fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi تبع ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
يُوحٰٓى fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi وحي ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراًۙ
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder. اللّٰهَ lafza-i celâli اِنّ ’nin ismi olup lafzen mansubdur.
كَانَ ’nin dahil olduğu cümle اِنّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كَانَ ’nin ismi, müstetir olup takdiri هُو ’dir.
مَا müşterek ism-i mevsûl بِ harf-i ceriyle خَب۪يراً ’e mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası تَعْمَلُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
تَعْمَلُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. خَب۪يراً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.
خَب۪يراً kelimesi, sıfatı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ
Önceki ayetteki nidanın cevabına matuf olan ayetin ilk cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
اتَّبِعْ fiilinin mef’ûlü konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası olan يُوحٰٓى اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müspet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade etmiştir.
وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى [Vahyedilene uy!] bu hitap, Resulullah'adır ve hitapta çoğul kipinin kullanılması, tazim içindir. Diğer bir görüşe göre ise, hitap, Peygamberimiz ile müminleredir. (Ebüssuûd)
Veciz ifade kastıyla gelen رَبِّكَۜ izafetinde Rabb isminin Hz. Peygambere ait zamire muzaf olması Peygamberimize tazim teşrif ve Allah Teâlâ'nın, Resulullah hakkında ziyadesiyle lütufkâr olduğunu belirtmek içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu için Rabb isminde tecrid sanatı vardır.
مِنْ رَبِّكَ car-mecruru, mahzuf hale veya يُوحٰٓى fiiline mütealliktir.
يُوحٰٓى fiili meçhul bina edilmiştir. Meçhul bina edilen fiillerde mef’ûle dikkat çekme kastı vardır. Çünkü malum bina edildiğinde mef’ûl olan kelime meçhul binada naib-i fail olur.
Ayrıca bu bina naib-i failin bu fiilde bir dahli olmadığına da işaret eder. (Dr. Adil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Teemmülat fi Suret-i İbrahim, s. 127)
اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراًۙ
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatı vardır.
اِنَّ ’nin haberi olan كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراًۙ cümlesi, كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يراًۙ cümlesi illet konumunda olduğu için fasıl yapılmıştır. Tekid harfiyle geldiği için tefri’ ف ’na gerek kalmamıştır. (Âşûr)
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car-mecrur بِمَا, konudaki önemine binaen amili olan خَب۪يراًۙ ’e takdim edilmiştir.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَا, harf-i cerle birlikte خَب۪يرٌ ’e mütealliktir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan sıla cümlesi تَعْمَلُونَ, tecessüm ve teceddüt ifade eder.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ , isim cümlesi ve isnadın tekrarı olmak üzere birden fazla tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَان ’nin haberi olan خَب۪يرٌ, sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
Sıfat-ı müşebbehe; “benzeyen sıfat” demektir. -faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfat-ı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu sureklilik ve sabitlik az veya çok bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Ayette ulûhiyet ve rububiyet ifade eden isimler, bir arada zikredilmiştir. Allah ve Rabb isimleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Allah ve Rabb isimlerinin arka arkaya gelmesiyle Rabbin Allah olduğu, Allah’tan başka Rabb olmadığı vurgulanır. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsir Yolu, c. 4, s. 234)
Cümle “Allah Teâlâ yaptıklarınızı bilir” anlamının yanında “bilmekle kalmaz, gereken karşılığı verir” manası da taşımaktadır. Lazım zikredilmiş, melzum kastedilmiştir. Mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً
Kefeye كفي :
Kifayet كِفايَةٌ kavramı bir işte veya meselede gediği kapamayı, ihtiyaca cevap vermeyi, istenene ve arzulanana erişmeyi sağlayacak kadar olandır. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de bir kez isim ve bir kez de fiil formunda 33 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri kâfi, kifâyet, iktifâ etmek ve mükâfattır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ
Ayet, atıf harfi وَ ’la nidanın cevabına matuftur. Fiil cümlesidir.
تَوَكَّلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ’dir. عَلَى اللّٰهِ car mecruru تَوَكَّلْ fiiline mütealliktir.
تَوَكَّلْ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi وكل ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً
Cümle atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
كَفٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. بِ harf-i ceri zaiddir. للّٰهِ lafza-i celâl lafzen mecrur, fail olarak mahallen merfûdur.
وَك۪يلاً kelimesi hal veya temyiz olup fetha ile mansubdur.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 1. Müfred olan hal (Müştak veya camid),
2. Cümle olan hal (İsim veya fiil),
3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim). (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ
Birinci ayetteki nidanın cevabına matuf olan ayetin ilk cümlesi emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
تَوَكَّلْ kelimesinde irsâd sanatı vardır.
Sülasisi وكل olan تَوَكَّلْ fiili, تفعّل babındadır. Bu bab fiile, mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve taleb anlamları katabilir. Mücerred sülasi fiilin anlamını da taşıyabilir. Mutavaat; herhangi bir nesnenin bir fiilin eylemini kabul etmesi ve bu eylemle alınmak istenen neticeye olumlu cevap vermesidir.
وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً
Ayetin ikinci cümlesindeki وَ istînâfiyyedir.
İstînâfiye وَ ’ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine îrab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları ve “Vâv”ın Kullanımı)
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
بِاللّٰهِ ’deki ب harfi zaiddir. Tekid ifade eder. للّٰهِ , lafzen mecrur mahallen merfû konumda müsnedün ileyhtir.
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla اللّٰهِ isminde tecrîd sanatı vardır. وَكَفٰى بِاللّٰهِ sözünde zamir yerine Allah ismi gelmiştir. Lafza-i celâlin tekrarlanması, zatının yüceliğine tenbih, onun kudret ve celâlini hissettirmek, zihne yerleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Bu tekrarda reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.
وَك۪يلًا۟ temyizdir. Temyiz anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır.
Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün, illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin mastarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlâ’nın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd, Nisa Suresi 81)
وَكَفٰى بِاللّٰهِ وَك۪يلاً sözünde tağlîb vardır. Allah sadece vekil olarak değil, Basîr, Semi', Hafîz olarak da yeter.
تَوَكَّلْ - وَك۪يلاً kelimeleri arasında cinas-ı iştikak ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
وَكَفٰى بِاللّٰهِ ve وَكَفٰى بِرب ifadelerindeki بِ harf-i ceri, Kur’an’ın her yerinde zaiddir. (Fahreddin er-Râzî, Âşûr, Nisa Suresi 171)
مَا جَعَلَ اللّٰهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ ف۪ي جَوْفِه۪ۚ وَمَا جَعَلَ اَزْوَاجَكُمُ الّٰٓئ۪ تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ اُمَّهَاتِكُمْۚ وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْۜ وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | مَا |
|
|
2 | جَعَلَ | yaratmadı |
|
3 | اللَّهُ | Allah |
|
4 | لِرَجُلٍ | bir adama |
|
5 | مِنْ |
|
|
6 | قَلْبَيْنِ | iki kalb |
|
7 | فِي |
|
|
8 | جَوْفِهِ | (göğüs) boşluğunda |
|
9 | وَمَا | ve |
|
10 | جَعَلَ | yapmadı |
|
11 | أَزْوَاجَكُمُ | eşlerinizi |
|
12 | اللَّائِي |
|
|
13 | تُظَاهِرُونَ | zıhar yaptığınız |
|
14 | مِنْهُنَّ | onlarla |
|
15 | أُمَّهَاتِكُمْ | sizin anneleriniz |
|
16 | وَمَا | ve |
|
17 | جَعَلَ | kılmadı |
|
18 | أَدْعِيَاءَكُمْ | evlatlıklarınızı |
|
19 | أَبْنَاءَكُمْ | sizin öz oğullarınız |
|
20 | ذَٰلِكُمْ | bunlar |
|
21 | قَوْلُكُمْ | sizin sözlerinizdir |
|
22 | بِأَفْوَاهِكُمْ | ağızlarınıza gelen |
|
23 | وَاللَّهُ | Allah |
|
24 | يَقُولُ | söyler |
|
25 | الْحَقَّ | gerçeği |
|
26 | وَهُوَ | ve O |
|
27 | يَهْدِي | iletir |
|
28 | السَّبِيلَ | doğru yola |
|
Kalp, mecazi olarak duygu ve düşünce merkezi anlamında da kullanılmaktadır. Gelecek âyetlerde bazı Câhiliye âdetleriyle münafıklardan söz edileceği, bu âdetlerin fıtrata ve gerçekliğe ters düştüğü, bir kimsenin iki tanrısı ve iki dini olamayacağı ifade edileceği için bunlara bir giriş ve dayanak olmak üzere vecize değerindeki şu cümleye yer verilmiştir: “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.” Evet Allah insanda tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve iman bu yeteneklerle elde edilmektedir. İki yüzlüler, inanmış görünen ama içten inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir, onların da bir dini vardır, bu din İslâm’a aykırı olduğundan münafıklar da inkârcıdır; üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için müslüman olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar (Nisâ 4/145). Kezâ bir insanın karısı ile anasına, başkalarının çocukları ile kendi çocuklarına karşı duyguları farklıdır. Karının aynı zamanda ana, başkalarından olma çocukların öz evlât olabilmesi için insanın iki kalbi, iki kişiliği olması gerekir. Bu da olmadığına göre karısını anasına benzeten, –eski Arap geleneğine göre– “anam olsun, anamdır, bana haramdır” diyerek yemin eden kimsenin eşi onun anası ve dolayısıyla kendisine haram olmaz. İslâm’dan önce Araplar eşlerine, “Sen bana anamın sırtı gibisin” derler ve bu söz ile onları bosamış olur, mağdur ederlerdi. Zıhâr denilen bu boşama âdetini İslâm kınamış, kadınların zarar görmelerini engelleyecek hükümler getirmiştir (bilgi için bk. Mücadele 58/1-4).
Bir başka Câhiliye uygulaması da babası belli olan veya olmayan çocukları evlât edinmek, onların gerçek soylarıyla ilişkilerini keserek kendi soylarına eklemek şeklinde oluyordu. Bir göğüste iki kalbin olmaması nasıl bir tabiat kanunu ise A’nın çocuğunun evlât edinme yoluyla B’nin çocuğu olamayacağı da bir fıtrat ve tabiat kanunudur. Ayrıca İslâm’ın koyduğu örtünme vecibesi, evlenme imkânı veya yasağı, çocuk-ebeveyn ilişkisi, karşılıklı haklar ve ödevler, miras gibi konulara dair kurallar da, çocuklarla gerçek ana babalarının soy bağlarının kesilip değiştirilmesine, başkalarına ait çocukların –yakın akraba olmayan ailelerde– ailenin bir ferdi gibi kalıp yaşamasına ters düşüyordu. Yapılmakta olan sosyal ve ahlâkî ıslahat içinde sıra bu âdetin kaldırılmasına gelmiş, “...babalarının soy adları ile anın” emri ile bu uygulamaya son verilmiştir. Tefsir kitaplarında bu münasebetle Hz. Peygamber’in evlâtlığı Zeyd b. Hârise’den söz edilir ve âyetin inişine onun bu durumunun sebep olduğu söylenir. Zeyd çocuk iken kendi kabilesinden zorla alınmış, köleleştirilerek satılmış, elden ele dolaşarak Hz. Hatice’ye gelmişti. Hatice Hz. Peygamber ile evlenince Zeyd’i de ona vermişti. Peygamberimiz onu âzat etti ve evlât edindi. Zeyd’in ailesi, Mekke’ye gelip çocuklarını bulmuşlardı. Peygamberimiz kendisini seçimde serbest bıraktığı halde Zeyd Allah’ın resulünü tercih etti, ailesi ile memleketine dönmedi. Bu âyet gelinceye kadar kendisine Muhammed oğlu Zeyd derlerdi, âyet gelince kendi babasına nisbet ederek Hârise oğlu Zeyd dediler. Artık o, Peygamber ailesinin bir ferdi değil, müslümanların din kardeşi, Hz. Peygamber’in sâdık bir bağlısı idi (İbn Kesîr, VI, 377; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1504 vd.).
İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek sevaptır ve şerefli bir insanlık ödevidir. Sevgili Peygamberimiz “Kimsesiz çocukları koruması altına alan kimse ile ben, cennette yan yana iki parmak gibi beraber olacağım” buyurmuştur (Müslim, “Zühd”, 42). Ancak bunu yapmak için çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmek, öz ana babasını unutturmak kimsenin hakkı olmadığı gibi kanunî mirasçıların arasına katmak, aile içinde mahremiyet bakımından öz evlât gibi davranmak da doğru ve gerekli değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi, koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak; hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir (ayrıca bk. Şûrâ 42/49-50).
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 365-366
Zahera ظهر : ظَهْرٌ sırt organıdır. Çoğulu ظُهُورٌ şeklinde gelir. İnşirah Suresindeki sırt kelimesi ise günahlar, ağırlığıyla kendisini yüklenenin belini büken yüke benzetilmesiyle istiare olmuştur.
ظَهَرَ fiili عَلَى harfi ceri ile geldiğinde galip gelmek manasındadır.
Kur'an-ı Kerim'de de geçmekte olan ظِهْرِيٌّ sözcüğü kişinin sırtının arkasına atıp unuttuğu şey anlamına gelir.
Mufaale babı formundaki ظاهَرَ kullanımı yardım etmek ve desteklemek demektir.
ظَهِيرٌ ise yardımcı ve destekçidir.
ظِهارٌ 'a gelince o, adamın karısına 'sen bana anamın sırtı gibisin' demesidir.
ظَهَرَ الشَّيْء sözü temelde bir şeyin ortaya çıkıpta gizlenmemesidir. Bu temel anlamdan sonra göz ve basiret için, açık, aşikar hale gelen, açığa çıkan her türlü şeyle ilgili kullanılır olmuştur.
Son olarak ظَهِيرَةٌ sözcüğü de öğle vaktidir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de pek çok formda 59 kere geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri zâhir olmak, tezâhür, zuhûr, zevâhir, izhar etmek, mazhar (olmak), muzaharet ve zuhrevidir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
مَا جَعَلَ اللّٰهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ ف۪ي جَوْفِه۪ۚ
Fiil cümlesidir. مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup lafzen merfûdur. لِرَجُلٍ car mecruru جَعَلَ fiiline mütealliktir.
Değiştirme manasına gelen جَعَلَ kelimesi 3 şekilde gelir:
1. Bir şeyden başka bir şey meydana getirmek
2. Bir halden başka bir hale geçmek
3. Bir şeyle başka bir şeye hükmetmek. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ harfi ceri zaiddir. قَلْبَيْنِ lafzen mecrur ,mahallen mansub mef’ûlü bih olup nasb alameti يْ ’dir.
مِنْ nefî, nehîy ve istifham ifadelerinden sonra gelen fail, mef'ûl ve mübtedaya dahil olduğunda zaid olur ve tekid bildirir. (M. Meral Çörtü, Nahiv, s. 341)
ف۪ي جَوْفِه۪ car mecruru قَلْبَيْنِ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَمَا جَعَلَ اَزْوَاجَكُمُ الّٰٓئ۪ تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ اُمَّهَاتِكُمْۚ
مَا جَعَلَ cümlesi, atıf harfi وَ ’la ilk مَا جَعَلَ ’ye matuftur.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. اَزْوَاجَكُمُ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
الّٰٓئ۪ cemi müennes ism-i mevsûl اَزْوَاجَكُمُ ’ün sıfatı olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası تُظَاهِرُونَ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapçada sıfatın asıl adı “na’t (النَّعَت)”dır.
Sıfatın nitelediği isme de “men’ut (المَنْعُوتُ)” denir. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir. Ve sıfat birden fazla gelebilir. Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تُظَاهِرُونَ fiili نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. مِنْهُنَّ car mecruru تُظَاهِرُونَ fiiline mütealliktir.
اُمَّهَاتِكُمْ ikinci mef’ûlun bih olup, nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile îrablanır. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
تُظَاهِرُونَ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil mufâale babındadır. Sülâsîsi ظهر ’dır. Mufâale babı müşareket manasında kullanılır.
Müşareket: Bir işin iki kişi veya iki grup arasında yapıldığını anlatır. Fail ile mef'ûl aynı işi yapmıştır. Müşareket bâbı olan mufaale babıyla bu bab arasındaki fark: Mufaale babında lafızda fail olan, işi başlatan ve galip durumunda olandır. Bu babda ise fail ile mef'ûl arasında işi yapma konusunda müsavilik (eşitlik) olandır. Bu sebeple tefaul babında her ikisi de faillikte aynı olup mağlup olan olmadığından bazen mef’ûll zikredilmez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ
مَا جَعَلَ cümlesi, atıf harfi وَ ’la ilk مَا جَعَلَ ’ye matuftur.
مَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. اَدْعِيَٓاءَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَبْنَٓاءَكُمْ ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَدْعِيَٓاءَ sıfat-ı müşebbehe kalıbındandır.
Sıfatı müşebbehe; “benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْۜ
İsim cümlesidir. İşaret ismi ذٰلِكُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, كُمْ ise muhatap zamiridir.
قَوْلُكُمْ mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بِاَفْوَاهِكُمْ car mecruru amili قَوْلُكُمْ ’ün mahzuf haline mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. اللّٰهُ lafza-i celâl mübteda olup lafzen merfûdur. يَقُولُ الْحَقَّ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَقُولُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. الْحَقّ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. هُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. يَهْدِي السَّب۪يلَ mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
يَهْدِي fiili ي üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو’dir. السَّب۪يلَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مَا جَعَلَ اللّٰهُ لِرَجُلٍ مِنْ قَلْبَيْنِ ف۪ي جَوْفِه۪ۚ
Müste’nefe olan ayetin ilk cümlesi nefy sigasıyla gelmiş faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede لِ ve مِنْ harfleri zaiddir, tekid ifade eder.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
لِرَجُلٍ kelimesindeki tenvin, kıllet ve cins, قَلْبَيْنِ ’deki tenvin ise cins ve adet ifade eder. Nefy siyakında nekre umum ve şumûle işarettir. Kelimelere dahil olan zaid harfler, anlama “hiçbir” manası katmıştır.
ف۪ي جَوْفِه۪ۚ terkibinin zikri ise bunun olmayacağını daha fazla tasvir etmek içindir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsîr)
قَلْبَ , çam kozalağı şeklinde bir et parçası olup Allah onu insanın sol göğsünde yaratmış ve ilmin mahalli kılmıştır. Yani Kurtubî'nin de belirttiği şekilde Allah Teâlâ insan için birinde inkâr, sapıklık, ısrar ve kararsızlığın; diğerinde de iman ve hidayetin yer aldığı iki kalp yaratmamıştır. (Ebüssuûd)
الجَوْفُ : İnsanın içi yani göğsü, karnı anlamında olup beyin dışında insanın ana organların merkezidir. (Âşûr)
رَجُلٍ kelimesinin nekire, قَلْبَيْنِ kelimesinin de nekire ve başında istiğrak ifade eden مِنْ edatı ile kullanılmış olması kastedilen manayı pekiştiren iki tekittir. Sanki (Allah Teâlâ ne genel olarak erkek milletinin ne de onlardan herhangi özel birinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.) buyurulmaktadır. (Keşşâf)
Allah, bir adamda iki kalp yaratmamıştır. Ayette “içinde” (anlamındaki) جَوْفِه۪ۚ kelimesinin zikredilmesi, fazla izah içindir. Nitekim “Fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” ifadesi de bu kabildendir. (Ebüssuûd)
وَمَا جَعَلَ اَزْوَاجَكُمُ الّٰٓئ۪ تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ اُمَّهَاتِكُمْۚ وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ
Öncesine matuf bu cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Menfî mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Analık ile eşlik vasıfları ve evlatlık ile öz oğulluk vasıfları da tek bir şahısta bir araya gelmez. Ve yine mutlak olarak, eşlik, hükümleri ile analık hükümlerinin ve evlatlık hükümleri ile öz oğulluk hükümlerinin de bir araya gelmemesi anlamında da değildir. Fakat gerçek eşlik ile analık hükümlerinin ve gerçek evlatlık ile öz oğulluk hükümlerinin bir araya gelmeyecekleri anlamındadır. Zira bu ayetin amacı, Arapların, zihar yaptıkları hanımlarına analık hükümlerini ve evlatlıklarına da öz oğulluk hükümlerini icra etmek geleneğini kaldırmaktır. (Ebüssuûd)
اَزْوَاجَكُمُ için sıfat konumundaki cemi müennes has ism-i mevsûl الّٰٓئ۪ ’nin sılası olan تُظَاهِرُونَ مِنْهُنَّ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır.
ظِهار, bir kimsenin, kendi karısına: “Seni benim için anamın sırtı gibisin (onun gibi haramsın)!” demesidir. Bu, karısından uzak durmak kararıdır. Cahiliyye devrinde bu ifade, karısını boşamak sayılırdı. İslam'a göre ise bu ifade, ya boşamayı yahut kefaretini verinceye kadar karısının kendisine haram olmasını gerektirmektedir. Ziharin (sırtın) zikredilmesi, direği olduğu karından kinayedir. Zira بطن [karın]’ın ifade edilmesi, fercin (cinsiyet uzvunun) ifade edilmesine yakındır. Yahut sırtın zikredilmesi, haram kılmayı ağır bir şekilde ifade etmek içindir. Zira cahiliyye devri Arapları, kadının sırtı yukarıya dönük olarak onunla cinsi ilişkide bulunmayı haram sayıyorlardı. (Ebüssuûd)
Makabline matuf olan وَمَا جَعَلَ اَدْعِيَٓاءَكُمْ اَبْنَٓاءَكُمْۜ cümlesinin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Menfî mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Üç cümlede tekrarlanan جَعَلَ fiili, mazi sıyga ile gelerek, sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, s. 107)
اَدْعِيَاء kelimesi, دَعِيَّ ’in çoğuludur. دَعِيَّ , evlat diye çağırılan demektir ki dilimizde evlatlık denilir. Ebûssuud der ki: Arapçada أفعلاء ölçüsü, تقِيٌ kelimesinin أتقياء şeklinde gelmesi gibi tekil vezni فعيل olup manası “fail” olan sıfatlar içindir. Oysa دَعِيَّ “fail” manasında değil, “mef'ûl” manasınadır, buna göre çoğulunun اَدْعِيَاء diye gelmesi kural dışıdır. (دَعِيَّ fail manasında olsaydı evlat eden olacaktı. Oysa burada manası evlat edinilen çocuk demektir.) O yapılan zıhar ve evlatlığa evlat diye isim verme, sizin ağzınızda lafınızdır. Sadece sözün geçerli olduğu hususlarda bazı hükümleri olabilirse de gerçekte onun vicdanda tasdik edilmesi gereken bir varlığı yoktur ve nihayet bir mecazdır. O halde onlar hakkında gerçekten ve her yönden oğul hükümlerinin yürürlükte olması gerekmez. (Elmalılı-Âşûr)
اَبْنَٓاءَكُمْۜ - اُمَّهَاتِكُمْۚ - اَزْوَاجَكُمُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
مَا - جَعَلَ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l- acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْۜ وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sözlerin önemine dikkat çekmek ve açıklamayı artırmak için müsnedün ileyh, işaret ismiyle marife olmuştur.
Müsnedin izafet formunda gelmesi, veciz anlatım kastına matuftur.
بِاَفْوَاهِكُمْ car mecruru, قَوْلُكُمْ ’un mahzuf haline mütealliktir. Dolayısıyla cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.
ذٰلِكُمْ قَوْلُكُمْ بِاَفْوَاهِكُمْ [Sizin ağızlarınıza gelen sözlerinizdir] ifadesi onların gerçek payı yoktur anlamındadır. Öyleyse bu sözler, iddia ettiğiniz gibi evlat edinme hükümleriyle bağdaşmaz. اَفْوَاهِ ağız anlamındaki فَمْ kelimesinin çoğuludur. Allah Teâlâ'nın, sözü ağza atfettiği her yerde yalana işaret edilmekte ve inancın bu söze uymadığı vurgulanmaktadır. (Rûhu-l Beyan)
قَوْلُكُمْ lafzından sonra بِاَفْوَاهِكُمْۜ kelimesinin zikri, ıtnâb sanatıdır.
Sözlere işaret eden ذٰلِكُمْ ’da istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret ismi, mahsûs şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiâre olur. Câmi; her ikisinde de “vücûdun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Beyân İlmi)
Cümlede zamir yerine Allah ismi gelmiştir. Lafza-i celâlin tekrarlanması, zatının yüceliğine tenbih, onun kudret ve celâlini hissettirmek, zihne yerleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Bu tekrarda cinas ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Burada zamir makamında ism-i celâlin zahir olarak zikredilmesi, hükmün, illetini bildirmek içindir. Çünkü (Allah kelimesinin mastarı olan) ulûhiyet, Allah Teâlânın kemâl sıfatlarını ifadede asıldır. (Ebüssuûd, Nisa Suresi 81)
ذَ ٰلِكَ ile muşârun ileyh en kamil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sûreleri Belâği Tefsiri, Duhan Suresi 57, c. 5, s. 190)
Bu ayette, insanların zıhâr ve evlatlıklarla ilgili sözlerinin hak bir söz olmayıp, kendilerince uydurulmuş bir söz olduğunu tekitli bir şekilde ifade için, söylemek fiiliyle birlikte ağız lafzı da zikredilmiştir. (Ali Bulut, Kur’an-ı Kerim’de İtnâb Üslûbu) Bu tür pekiştirici itnâb öğesi durumun korkunçluğunu tasvir etmek ve mübâlağa için gelebilmektedir. (Ömer Özbek, Arap Dili Ve Belâgati’nda Itnâb Üslûbu)
وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ cümlesi hükümde ortaklık nedeniyle makabline atfedilmiştir. Sübut ve . istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
وَاللّٰهُ يَقُولُ الْحَقَّ وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ şeklinde gelen iki cümlede ism-i celalin takdimi kasır ifade etmiştir. Her ikisi de kasr-ı kalptir. Her ikisinde de fiil müteaddidir ve mef’ûlune kasredilmiştir. (Âşûr)
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
الحَقُّ, mahzuf masdar için sıfattır. Takdiri الكَلامُ الحَقُّ [hak kelam] şeklindedir. (Âşûr)
Aynı üslupta gelen son cümle وَهُوَ يَهْدِي السَّب۪يلَ , hükümde ortaklık nedeniyle önceki cümleye atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Doğruyu söyleyen onlar değil Allah Teâlâ’dır.
Her iki cümlenin de müsnedlerinin muzari fiil cümlesi olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs ve teceddüdî istimrar ifade eder. Muzari fiil ayrıca tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
يَهْدِي السَّب۪يلَ ifadesinde istiare vardır. السَّب۪يلَ kelimesi yol demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müsteârun leh) hazfedilmiş müsteârun minh kalmıştır.
الْحَقَّ - يَهْدِي ve اَفْوَاهِكُمْۜ - قَلْبَيْنِ gruplarındaki kelimeler arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.اُدْعُوهُمْ لِاٰبَٓائِهِمْ هُوَ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِۚ فَاِنْ لَمْ تَعْلَمُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِ وَمَوَال۪يكُمْۜ وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ ف۪يمَٓا اَخْطَأْتُمْ بِه۪ۙ وَلٰكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | ادْعُوهُمْ | onları çağırın |
|
2 | لِابَائِهِمْ | babalarına nisbetle |
|
3 | هُوَ | bu |
|
4 | أَقْسَطُ | daha adaletlidir |
|
5 | عِنْدَ | yanında |
|
6 | اللَّهِ | Allah |
|
7 | فَإِنْ | eğer |
|
8 | لَمْ |
|
|
9 | تَعْلَمُوا | bilmiyorsanız |
|
10 | ابَاءَهُمْ | babalarını |
|
11 | فَإِخْوَانُكُمْ | onlar sizin kardeşlerinizdir |
|
12 | فِي |
|
|
13 | الدِّينِ | dinde |
|
14 | وَمَوَالِيكُمْ | ve dostlarınızdır |
|
15 | وَلَيْسَ | ve yoktur |
|
16 | عَلَيْكُمْ | size |
|
17 | جُنَاحٌ | bir günah |
|
18 | فِيمَا | yaptığınızda |
|
19 | أَخْطَأْتُمْ | yanılarak |
|
20 | بِهِ | bu konuda |
|
21 | وَلَٰكِنْ | fakat vardır |
|
22 | مَا |
|
|
23 | تَعَمَّدَتْ | bile bile yaptığında |
|
24 | قُلُوبُكُمْ | kalblerinizin |
|
25 | وَكَانَ | ve |
|
26 | اللَّهُ | Allah |
|
27 | غَفُورًا | çok bağışlayandır |
|
28 | رَحِيمًا | çok esirgeyendir |
|
اُدْعُوهُمْ لِاٰبَٓائِهِمْ هُوَ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِۚ
Fiil cümlesidir. اُدْعُوهُمْ fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
لِاٰبَٓائِهِمْ car mecruru اُدْعُو fiiline mütealliktir.
هُوَ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِ cümlesi ta’liliyyedir.
Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَقْسَطُ mübtedanın haberi olup lafzen merfûdur. عِنْدَ zaman zarfı, اَقْسَطُ ’ya mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. اَقْسَطُ ism-i tafdil kalıbındandır.
İsmi tafdil; bir vasfın, bir hususun bir varlıkta diğer bir varlıktan daha fazla olduğunu ifade eder. İsmi tafdil اَفْضَلُ veznindendir. İsmi tafdilin sıfatı müşebbeheden farkı; renk, şekil, uzuv noksanlığı ifade etmemesidir. Müennesi فُعْلَى veznindedir.
İsmi tafdilden önce gelen isme “mufaddal”, sonra gelen isme “mufaddalun aleyh’’ denir. Mufaddal ve mufaddalun aleyhi bazen açıkça cümlede göremeyebiliriz. Bu durumda mufaddal ve mufaddalun aleyh cümlenin gelişinden anlaşılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاِنْ لَمْ تَعْلَمُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِ وَمَوَال۪يكُمْۜ
Cümle atıf harfi فَ ile makabline matuftur. اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir.
Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَمْ muzariyi cezm ederek manasını olumsuz maziye çeviren harftir.
تَعْلَمُٓوا şart fiili olup نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. اٰبَٓاءَهُمْ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
اِخْوَانُكُمْ mahzuf mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri, هُمْ (onlar) şeklindedir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
فِي الدّ۪ينِ car mecruru اِخْوَانُكُمْ ’e mütealliktir. Çünkü müştak olarak موافقوكم في الدين (Din konusundaki duruşunuz) anlamındadır.
مَوَال۪يكُمْ atıf harfi وَ ’la اِخْوَانُكُمْ ‘e matuf olup ي üzere mukadder damme ile merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ ف۪يمَٓا اَخْطَأْتُمْ بِه۪ۙ
وَ atıf harfidir. لَيْسَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
لَيْسَ isim cümlesini olumsuz yapar. Sadece mazisi çekildiği için camid bir fiildir. Mazi kipinde tüm şahıs zamirlerine çekimi yapılabilmektedir. Türkçeye “değildir, yoktur, hayır” vb. şeklinde tercüme edilir. Bazen لَيْسَ ’nin haberinin başına manayı tekid için zaid (بِ) harfi ceri gelebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
عَلَيْكُمْ car mecruru لَيْسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. جُنَاحٌ kelimesi لَيْسَ ’nin muahhar ismi olup lafzen merfûdur.
مَٓا müşterek ism-i mevsûl ف۪ي harf-i ceriyle جُنَاحٌ ’a mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası اَخْطَأْتُمْ ’dür. Îrabtan mahalli yoktur.
اَخْطَأْتُمْ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur. بِه۪ car mecruru اَخْطَأْتُمْ fiiline mütealıktır.
اَخْطَأْتُمْ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi خطأ ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَلٰكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْۜ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لٰكِنْ istidrak harfidir, لٰكِنّ ’den muhaffefedir.
İstidrak ;düzeltmek, telafi etmek, hatayı tamir etmek, kusuru örtmek gibi anlamlara gelir.Önceki sözden doğan eksikliği, hatayı veya yanlış anlaşılma ihtimalini istisnaya benzer biçimde ortadan kaldıracak bir kısmın getirilmesine istidrak adı verilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَا müşterek ism-i mevsûl önceki cümledeki ف۪يمَٓا ’ya matuf olup mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası تَعَمَّدَتْ ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.
تَعَمَّدَتْ fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ te’nis alametidir. قُلُوبُكُم fail olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
تَعَمَّدَتْ fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi عمد ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
وَ atıf harfidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. اللّٰهُ lafza-i celâl كَانَ ’nin ismi olup lafzen merfûdur.
غَفُوراً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. رَح۪يماً ikinci haberi olup lafzen mansubdur.
غَفُوراً - رَح۪يماً kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اُدْعُوهُمْ لِاٰبَٓائِهِمْ هُوَ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِۚ
اُدْعُوهُمْ لِاٰبَٓائِهِمْ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ta’liliye olarak fasılla gelen هُوَ اَقْسَطُ عِنْدَ اللّٰهِۚ cümlesinin fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
İsm-i tafdil vezninde gelen اَقْسَطُ müsnedi mübalağa ifade etmiştir.
هُوَ zamiri اُدْعُوهُمْ fiilinden anlaşılan mastara râcidir. Yani الدُّعاءَ لِلْآباءِ (babalarının adıyla) demektir. (Âşûr)
Veciz ifade kastıyla gelen عِنْدَ اللّٰهِۚ, izafeti اَقْسَطُ ’ya mütealliktir. İzafet, عِنْدَ’nin şanı içindir.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
فَاِنْ لَمْ تَعْلَمُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِ وَمَوَال۪يكُمْۜ
فَ atıf harfiyle اُدْعُوهُمْ cümlesine atfedilen cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler lafzen ve manen mutabıktır.
Cümle, şart üslubunda haberî isnaddır. اِنْ cezm eden şart harfi, لَمْ cezm ve nefy harfidir. تَعْلَمُٓوا fiilini cezm ederek manasını olumsuz maziye çevirmiştir.
لَمْ تَعْلَمُٓوا şart cümlesi, menfî muzari fiil sıygasında gelerek, teceddüt ve istimrar ifade etmiştir.
فَ karinesiyle gelen فَاِخْوَانُكُمْ فِي الدّ۪ينِ وَمَوَال۪يكُمْۜ cevap cümlesi sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. فَاِخْوَانُكُمْ , takdiri هُمْ (onlar) olan mahzuf mübtedanın haberidir.
Birbirine atfedilmiş فِي الدّ۪ينِ ve مَوَال۪يكُمْۜ car mecrurları اِخْوَانُكُمْ ’a mütealliktir. اِخْوَانُكُمْ ’un müştakı موافقوكم manasında olması, bu taalluku mümkün kılmıştır. (https://tafsir.app/aljadwal/33/5, Mahmud Safî)
Bu ayet-i kerime Arapların uyguladıkları evlat edinmeyi nesh etmektedir. Bu da sünnetin Kur'ân ile nesh edilmesine bir örnektir. Bu ayet ile çağırdıkları kimseyi bilinen babasına nisbetle çağırmalarını emretmektedir. Eğer o kişinin bilinen bir babası yok ise, bu sefer onun mevlasına (onu azad edene) nispet ile çağırsınlar. Şayet bilinen bir mevlası yoksa o takdirde ona -dinde- kardeşim, demek gerekir. Çünkü yüce Allah: “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat Suresi, 10) diye buyurmaktadır. (Kurtubî)
مَوَال۪يكُمْۜ - اِخْوَانُكُمْ - اٰبَٓاءَهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
فِي الدّ۪ينِ ifadesindeki ف۪ي harfinde istiare-i tebeiyye vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla din, içi olan bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü din, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Ancak durumu tekit etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ ف۪يمَٓا اَخْطَأْتُمْ بِه۪ۙ
…لم تعلموا cümlesine atfedilen cümlenin atıf sebebi hükümde ortaklıktır.
Nakıs fiil لَیۡسَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Sübut ifade eden cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. عَلَيْكُمْ car mecruru لَيْسَ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. جُنَاحٌ muahhar ismidir.
جُنَاحٌ ’daki tenvin kıllet ifade eder. Olumsuz siyakta nekre, selbin umumuna işarettir.
Müşterek ism-i mevsûl olan مَٓا , cer mahallinde olup harfi cerle birlikte جُنَاحٌ ’un mahzuf haberine mütealliktir. Sılası اَخْطَأْتُمْ بِه۪ۙ şeklinde müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekküne ve istikrara işaret etmiştir. بِه۪ۙ car-mecruru, اَخْطَأْتُمْ ’a mütealliktir.
وَلٰكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْۜ
İstidrak harfinin dahil olduğu وَلٰكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْ cümlesi, وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır. لٰكِنْ ’den tahfif edilmiş لٰكِنْ , istidrak harfidir.
İsm-i mevsûl مَا , önceki cümledeki ف۪يمَٓا ’ya matuf olduğu için cer mahallindedir. İsm-i mevsûlün, takdiri مسئولون عنه [...ondan mesülsünüz] olan mahzuf haber için mübteda olması da caizdir. Sılası olan تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْۜ cümlesi, teceddüt ve istimrar ifade eden müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
وَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ ف۪يمَٓا اَخْطَأْتُمْ بِه۪ۙ cümlesiyle, وَلٰكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْۜ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
تَعَمَّدَتْ - اَخْطَأْتُمْ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafiy sanatı vardır.
لٰكِنْ kendisinden sonra gelen cümleye, önceki cümlenin hükmüne muhalif bir hüküm kazandırır. Bu yüzden kendisinden önce, sonradan gelecek cümleye muhalif veya mütenakız bir sözün geçmesi lazımdır. (İtkan, c. 2, s. 474)
مَا تَعَمَّدَتْ ibaresi, مَٓا اَخْطَأْتُمْ ibaresine atıfla mahallen mecrûrdur. Kendisi mübteda, haberi de mahzuf olup وَلٰكِنْ مَا تَعَمَّدَتْ قُلُوبُكُمْۜ فِيهِ الجُنَاحُ [Fakat kalbinizin bilerek-isteyerek yaptıklarında günah vardır.] şeklinde mukadder olarak merfû da olabilir ki buna göre mana [Yasak gelmeden önce, hata ile ve bilmeden yaptığınız bu fiilleriniz sebebiyle size günah yoktur; ancak yasaktan sonra bile bile yaptığınızda günah vardır.] veya (Başkasının çocuğuna yanlışlık ve alışkanlıkla, dil sürçmesiyle evlâdım dediğinizde günah işlemiş olmazsınız; ancak bunu kasten söylerseniz günah işlemiş olursunuz!) şeklinde olur. Ayrıca, buradaki afla bir genelleme mahiyetinde, kasten değil de hataen işlenen yanlışın affedilmesi de murat edilmiş olabilir. (Keşşâf-Kurtubî)
وَكَانَ اللّٰهُ غَفُوراً رَح۪يماً
وَ , istînâfiyyedir. كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi zamandan bağımsız sübut ve istimrar ifade eder.
كَانَ ’nin isminin bütün kemâl sıfatlara şamil lafza-i celâlle gelmesi telezzüz, teberrük ve teşvik amacına matuftur.
Cümlede mütekellim Allah Teâlâ’dır. Bu nedenle اللّٰهُ isminde tecrîd sanatı vardır.
كَانَ ’nin haberi olan iki vasfın arasında و olmaması Allah Teâlâ’da ikisinin birden mevcudiyetini gösterir. Ayrıca bu sıfatlarla ayetin anlamı arasındaki mükemmel uyum, teşâbüh-i etrâf sanatıdır.
غَفُورًا رَح۪يمًا۟ şeklindeki mübalağa kalıbındaki sıfatlar arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
Allah Teâlâ kendi vasıflarını كَانَ ile birlikte kullandığında aslında bizlere bildirmeden hatta bizleri yaratmadan önce bu vasıflarla muttasıl olduğunu haber vermektedir. Bu sıfatlar ezelde hiçbir şey yokken Allah’ın zatıyla birlikte vardı, ezeli olan ebedidir. Bu yüzden umumiyetle geçmiş zamana delalet eden كَانَ bu durumda cümleye kesinlik kazandırmaktadır. Yani Allah ezelde غَفُوراً ve رَح۪يماً olduğu gibi gelecekte de Gafur ve Rahim’dir. Onun bu vasıfları ezelden ebede kadar devam edecektir. Bunun aksini hiç kimse düşünemez. Ragıb el İsfehani كَانَ ’nin geçmiş zaman için kullanıldığını, Allah ile ilgili sıfatları ifade ederken ezel anlamı kattığı belirtilmiştir. Bu fiilin, bir cinste var olan bir vasıf ile ilgili kullanılması durumunda söz konusu vasfın o cinsin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ve ona dikkat çektiğini ifade eder. (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ’nin Fiili ve Kur'an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)
Ayetin bu son cümlesi mesel tarikinde tezyîldir. Tezyîl cümleleri ıtnâb babındandır. Önceki cümleyi tekid için gelmiştir. Mesel tarikinde olanlar müstakil olarak da bir mana ifade eder. Yani müstakil olarak dillerde dolaşır, atasözü gibi halk arasında bilinir.
اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاًۜ كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُوراً
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | النَّبِيُّ | peygamber |
|
2 | أَوْلَىٰ | daha yakındır |
|
3 | بِالْمُؤْمِنِينَ | mü’minlere |
|
4 | مِنْ | -ndan |
|
5 | أَنْفُسِهِمْ | canları- |
|
6 | وَأَزْوَاجُهُ | ve onun eşleri |
|
7 | أُمَّهَاتُهُمْ | onların anneleridir |
|
8 | وَأُولُو | (anne tarafından akrabalar) |
|
9 | الْأَرْحَامِ | (anne tarafından akrabalar) |
|
10 | بَعْضُهُمْ | bir kısmı |
|
11 | أَوْلَىٰ | daha yakındırlar |
|
12 | بِبَعْضٍ | diğerine |
|
13 | فِي |
|
|
14 | كِتَابِ | kitabında |
|
15 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
16 | مِنَ | öteki |
|
17 | الْمُؤْمِنِينَ | mü’minlerden |
|
18 | وَالْمُهَاجِرِينَ | ve muhacirlerden |
|
19 | إِلَّا | ancak hariç |
|
20 | أَنْ |
|
|
21 | تَفْعَلُوا | yapmanız |
|
22 | إِلَىٰ |
|
|
23 | أَوْلِيَائِكُمْ | dostlarınıza |
|
24 | مَعْرُوفًا | bir iyilik |
|
25 | كَانَ |
|
|
26 | ذَٰلِكَ | bunlar |
|
27 | فِي |
|
|
28 | الْكِتَابِ | Kitapta |
|
29 | مَسْطُورًا | yazılmıştır |
|
Hz. Peygamber ile müminler arasındaki yakınlık, sevgi, bağlılık, itaat, korumada öncelik –hukukî uzantıları olsa da– daha ziyade hissî yakınlıktır. Aile fertlerinin birbirlerine diğer müminlere nisbetle daha yakın olmaları ise –hissî tarafı olsa da– daha çok hukukî yakınlıktır; miras, nafaka, diyet gibi konularda kendini gösteren “hak ve borç yükümlülüğü açısından öncelik”tir.
Hz. Peygamber’in niteliklerinden ve vasıflarından birini de bu âyetten öğreniyoruz; o, müminlere kendilerinden daha yakındır. Burada geçen “kendilerinden” iki şekilde anlaşılmaya müsaittir: a) Her bir müminin kendinden, b) Bir müminin diğer herhangi bir mümine yakınlığından. Resûlullah bu yakınlığın hissî ve hukukî boyutlarını bazı hadislerde kısmen açıklamışlardır:
“Hiçbir mümin yoktur ki, ben ona, dünyada ve âhirette insanların en yakını olmayayım. İsterseniz ‘Peygamber müminlere kendilerinden daha yakındır...’ âyetini okuyunuz. Kim bir mal bırakırsa onu, vârisleri kimler ise alsınlar, eğer geride bir borç veya korunmaya muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin, ben onun yakınıyım”(Müslim, “Ferâiz”, 14-15).
“Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben bir kimseye kendinden, servetinden ve çocuğundan daha sevgili olmadığım sürece o, gerçek mânada inanmış olmaz” (Müslim, “Îmân”, 69-70).
Kur’an’da ve Sünnet’te peygamber sevgisinin bu kadar vurgulanmasının birçok sebep ve dayanağı vardır: Onu Allah sevmiştir, bu sebeple kendisine “habîbullah” (Allah’ın sevgilisi) denilmiştir. Müminler Allah sevgisine mazhar olabilmek için onun yolundan gitmek durumundadırlar. O, insanlık için kurtuluş reçetesi gibi olan bir dini tebliğ etmiş, insanlara olan sevgisi ve şefkati sebebiyle onu benimsesinler diye kendini helâk edercesine gayret sarfetmiştir. Hem şekli, sureti, fiziği hem de ahlâkı emsalsiz güzellikte ve mükemmelliktedir. Âhirette ümmetine şefaat edeceğine dair sahih hadisler vardır. Bu nitelikleri taşıyan bir kimseyi herkesten ve her şeyden çok sevmeyen kimsenin ilim, irfan ve imanında eksiklik bulunduğunda şüphe yoktur.
İleride gelecek olan 53. âyete göre Hz. Peygamber’den sonra da onun eşleri ile evlenmek müminlere haram kılınmıştır. Bunun ötesinde “Peygamber hanımlarının annelik vasıfları”, hukuk ve haram-helâl hükümleri bakımından bir anneliği değil, anne mesabesinde saygınlığı ifade etmektedir.
Müslümanlar Mekke’de her şeylerini bırakarak Medine’ye göçtüler. Peygamberimiz hem ensarla muhacirlerin kaynaşmaları hem de ikincilerin âcil ihtiyaçlarının karşılanması için her bir muhaciri bir Medineli ile kardeş yaptı. Bir süre bu kardeşlik mal ortaklığını ve karşılıklı vâris olma hakkını da kapsadı. Miras âyetleri ile burada geçen ilgili cümle nâzil olunca yapay kardeşliğin miras hakkına dayanak olması hükmü kaldırılmış oldu. Artık müminlerin birbirlerine vâris olabilmeleri için akraba olmaları ve başkaca bir engelin bulunmaması gerekiyordu. Mâkul ve meşrû gerekçelere dayalı olan geçici hüküm kalkmış, kitapta yer almış bulunan aslî ve devamlı hüküm yürürlüğe konmuştu. Ancak müminler birbirinin mânevî kardeşleri olduğundan, miras dışında karşılıklı yardımlaşma, hediyeleşme, vasiyet yoluyla mal bırakma gibi ilişki ve lutuflara da bir engel yoktu.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 367-368اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ
İsim cümlesidir. اَلنَّبِيُّ mübteda olup lafzen merfûdur. اَوْلٰى haber olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur. بِالْمُؤْمِن۪ينَ car mecruru اَوْلٰى ’ya mütealliktir.
Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir. اَلْفَتَى – اَلْعَصَا gibi.
Maksur isimlerin îrab durumu şöyledir: Merfu halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile îrab edilir. Yani maksur isimler merfu, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) îrab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مِنْ اَنْفُسِهِمْ car mecruru اَوْلٰى ’ya mütealliktir. Muttasıl zamir هِمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَزْوَاجُ atıf harfi وَ ’la اَلنَّبِيُّ ’ya matuftur.
اَزْوَاجُهُ mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُٓ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اُمَّهَاتُهُمْ haber olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
مُؤْمِن۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاًۜ
Cümle atıf harfi وَ ’la اَلنَّبِيُّ ’ya matuftur.
اُو۬لُوا kelimesi mübteda olup, cemi müzekker salim kelimelere mülhak olduğu için ref alameti و ’dır. الْاَرْحَامِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
بَعْضُهُمْ ikinci mübteda olup lafzen merfûdur. Muttasıl zamir هُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. اَوْلٰى haber olup elif üzere mukadder damme ile merfûdur.
بِبَعْضٍ car mecruru اَوْلٰى ’ya mütealliktir. ف۪ي كِتَابِ car mecruru اَوْلٰى ’ya mütealliktir. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ car mecruru اَوْلٰى ’ya müteallık olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır. الْمُهَاجِر۪ينَ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
اِلَّٓا istisna edatıdır. اَنْ ve masdar-ı müevvel istisna-i munkatı olup mahallen mansubdur.
İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır. İstisnanın 3 unsuru vardır:
1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.
2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.
3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir.
Müstesna minh; a) Ya birden fazla olmalı, b) Ya umumi manalı bir kelime olmalı,
(Bir ismin umumi manalı olması için nefy, nehy veya istifhamdan sonra nekre olarak gelmesi gerekir.) c) Ya kısımları bulunan müfred bir lafız olmalı.
(Kısımları bulunan müfred: Mesela sahifeleri olan kitap, saatleri olan gün, günleri olan hafta, ay, mevsim, mevsimleri olan sene, seneleri olan ömür… gibi isimlerdir.)
Müstesna istisna edatından hemen sonra gelen kelimedir. Ancak müstesna minh hemen önce gelen kelime olmayabilir. Müstesna mansubtur. Bununla birlikte istisna edatlarının türlerine göre farklı şekillerde îrablanabilir. Türkçeye “ama, ancak, -den başka, -sız, fakat, hariç, müstesna, yalnız, sadece” gibi kelimelerle tercüme edilir.İstisnanın kısımları 3’e ayrılır:
1. Muttasıl istisna 2. Munkatı istisna 3. Müferrağ istisna (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَفْعَلُٓوا fiili نَ ’un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
Fiili muzarinin başına “ اَنْ ” harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdarı müevvel cümlesi)” denmektedir. Kur’an-ı Kerim’de çok nadir de olsa bazen cümlede اَنْ’den önce (لِ) harfi cerini ve اَنْ ’den sonra da nâfiye lâ’sını (لَا) görebiliriz. لِئَلَّا şeklinde yazılır. Bazen ise bu اَنْ ’den önce (لِ) harfi ceri ve nâfiye lâ’sının (لَا) hazfedildiğini görebiliriz. Ancak lafızda olmadığı halde manaları geçerlidir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ car mecruru تَفْعَلُٓوا fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. مَعْرُوفاً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
مُهَاجِر۪ينَ kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan müfâ’ale babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
مَعْرُوفاً kelimesi, sülasi mücerredi عرف olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُوراً
İsim cümlesidir. كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder.
ذٰلِكَ işaret ismi كَانَ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. ل harfi buud yani uzaklık bildiren harf, ك ise muhatap zamiridir.
فِي الْكِتَابِ car mecruru مَسْطُوراً ’e mütealliktir. مَسْطُوراً kelimesi كَانَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur.
مَسْطُوراً kelimesi, sülasi mücerredi سطر olan fiilin ism-i mef’ûlüdür.
اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. اَلنَّبِيُّ müsnedün ileyh, اَوْلٰى müsneddir. Cümledeki car-mecrurlar, اَوْلٰى ’ya mütealliktir.
اَوْلٰى , ism-i tafdil vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْ cümlesi atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Mübteda ve haberden oluşmuş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümleleri, mübteda ve haberden oluşur. Zaman ifade etmez. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu (sabit olması) veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)
اَزْوَاجُهُٓ - اُمَّهَاتُهُمْ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْ [Onun eşleri, onların analarıdır] cümlesinde teşbih-i belîğ vardır. Burada vech-i şebeh ile teşbih edatı hazfedilerek teşbîh-i belîğ olmuştur. Cümlenin aslı şöyledir: Onun eşleri, kendilerine hürmet, saygı ve değer vermenin vacip olması hususunda, müminlerin anaları gibidir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsîr)
Teşbîh yönünün zikredilmemesi birden fazla cihetle benzetmenin yapıldığı düşüncesini doğurabilir. وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ [Ve eşleri onların anneleridir] cümlesi, Hz. Peygamberin hanımlarını müminlerin anneleri olarak niteler. Şüphesiz bu her cihetle olmayıp bazı hükümler itibarıyladır. Mesela, anneyle evlenmek haram olduğu gibi Hz. Peygamberin hanımlarıyla evlenmek de haramdır. Anneye hürmet göstermek gerektiği gibi onlara da hürmet göstermek vaciptir. Bundan dolayı ayet belîğ bir teşbîh olarak değerlendirilir. Zemahşerî, peygamber hanımlarının, müminlerin anneleri olduğu gibi Peygamberlerin de ümmetlerinin din alanında babaları olduklarını, bu anlamlar sebebiyle ayetin teşbîh içerdiğini belirtmektedir. Bu yaklaşım teşbîhin yönü belirtilmemişse birden fazla yönü olabileceği kanaatini hasıl ettirebilmektedir. (İsmail Bayer / Keşşâf Tefsirinde Belagat Uygulamaları)
وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُهَاجِر۪ينَ اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاًۜ
وَ , istînâfiyyedir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyh olan اُو۬لُوا الْاَرْحَامِ ’nin izafet şeklinde gelmesi, az sözle çok anlam ifade kastına matuftur. بَعْضُهُمْ ikinci mübteda, اَوْلٰى haberdir.
بِبَعْضٍ , ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ , مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ , الْمُهَاجِر۪ينَ car-mecrurları, haber olan اَوْلٰى ’ya mütealliktir.
اِلَّٓا istisna edatıdır. Masdar harfi اَنْ ve akabindeki تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاً cümlesi, masdar teviliyle istisna-i munkatı’ olarak mahallen mansubdur.
Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında gelerek, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Mef’ûl olan مَعْرُوفاًۜ ’deki tenvin, nev ifade eder.
اَوْلٰى بِبَعْضٍ [Birbirlerine daha yakındırlar] ifadesinde hazif yoluyla mecaz vardır. (Birbirlerinin mirasını almaya daha yakındırlar) demektir. (Sâbûnî, Safvetü't Tefâsîr)
اَوْلٰى , كِتَابِ ve بَعْضُ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları ve اُو۬لُوا - اَوْلٰى kelimeleri arasında cinas-ı nakıs, اَوْلٰى - اَوْلِيَٓائِكُمْ kelimeleri arasında iştikak cinası vardır.
اِلَّٓا اَنْ تَفْعَلُٓوا ifadesi ile istisna edilmesi, menfaat ve ihsan konusunda en umumi olmasındandır. Nitekim Araplar ألقَريبُ أولى مِن لاَجنبيِ إﻻّ في الوصيةِ [Yakın olan kimse, vasiyet hariç, yabancıdan daha önceliklidir.] derler yani akraba vasiyet dışında kalan miras, hibe, hediye, sadaka vb. bütün menfaat konularında yabancıdan daha öncedir. اَنْ تَفْعَلُٓوا اِلٰٓى اَوْلِيَٓائِكُمْ مَعْرُوفاًۜ “Ma‘rûf olanı işlemek”ten murat ise vasiyettir; çünkü vârise vasiyet söz konusu değildir. تَفْعَلُٓوا kelimesi إلى edatıyla müteaddi yapılmıştır; çünkü bu kelime burada vermek anlamındadır. “Dostlar”dan maksat ise, dindeki dostluktan ötürü müminler ve muhacirlerdir. (Keşşâf)
كَانَ ذٰلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُوراً
Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir.
كَانَ ’nin dahil olduğu sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
ذٰلِكَ , nakıs fiil كَانَ ’nin ismidir. Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, işaret edilenin, gözle görülür birşey menziline konularak önemsendiğini ve tazmini ifade eder.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. فِي الْكِتَابِ car-mecruru siyaktaki önemine binaen amili olan كَانَ ’nin haberi مَسْطُوراً ’e, takdim edilmiştir.
İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Olaylara işaret eden ذٰلِكَ ’de istiare vardır.
Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)
فِي الْكِتَابِ ibaresine dahil olan ف۪ي harfinde de istiare vardır. ف۪ي harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla الْكِتَابِ, içine girilebilen bir şeye benzetilmiştir. Burada ف۪ي harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü الْكِتَابِ, hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)
Kur’an-ı Kerim’i okurken, herkesin hayran kaldığı ayetleri vardır. Bir de şaşırdıkları. Onun şaşırdıklarından bir tanesi: evlatlıkla ilgili ayet oldu.
Şaşkınlığı ayetten dolayı değildi. Bu kadar açık bir ifadeye rağmen uygulanmayışınaydı. Şaşırmıştı çünkü Allah, kullarına bir çocuğun asıl ailesini yok sayarak, kendisindenmiş gibi yetiştirmesine izin vermiyordu. 1400 senedir bilinen bu emre rağmen, dindar aileler arasında bile yaygın olan evlatlık anlayışına şaşırdı.
Çoğu kişinin bildiği ve duyduğu birileri olmuştur: Bir çocuk vardır. Neredeyse herkes onun evlatlık olduğunu bilir ama çocuğun kendisinin bilmediği düşünülür. Çocuk büyüdüğü zaman, aslında kalbinde hissettiği gerçeği öğrenir ama bu bilginin teyit edilmesiyle beraber -özellikle psikolojik- birçok sıkıntı yaşama olasılığı çok yüksektir.
Ciddi bir güven sarsılması yaşadığı için kendisine yapılan iyiliklerin çoğu değerini yitirir. Kendisini, kendisini yetiştirenleri ve sahip olduğu bütün anılarını sorgulamaya başlar. Halbuki, bu ve bunun gibi şiddetli sıkıntıları engellemek kolaydır. Evlatlık olduğunu bilerek büyüyen bir çocuğun başka zorlukları olsa da, en azından kendisine dürüst olan aile bildiklerine güvenmeye devam edecektir.
Yaşadığı toplumda, kimi dindar insanların, amellerini neden yaptıklarıyla ilgili doğru ve yeterli bilgiye sahip olmadığının farkındaydı. Ancak, bu kadar net bir ayetin konuşulmamasının şaşkınlığını üzerinden uzun bir süre atamadı. Kimsesiz ya da ihtiyaç sahibi çocuklara bakmanın kıymeti, Allah katında çok büyüktü. Keşke, bu Allah’ın sınırlarına uyularak ve O’nun bizi bizden daha iyi bildiğine iman ederek yapılsaydı ve bazı konular daha çok konuşulsaydı diye düşündü.
Ey yaptıklarımızdan haberdar olan Allahım! Bizi, emir ve yasaklarını ayırt etmeden yerine getirenlerden, Sana güvenenlerden ve itaatsizlikten sakınanlardan eyle. Yardımın ile dinimizi ve emrettiğin amelleri bilinçli bir şekilde özenle yerine getirenlerden eyle. Kendi nefsimize yenik düşerek, başka gönülleri kırmaktan muhafaza buyur. Yaptığımız hatalardan dolayı bizi affet. Doğrusunu öğrenerek düzeltmemizi kolaylaştır. Hayatımızın her döneminde ve kararında, yar ve yardımcımız ol.
Amin.
***
Her canlı güvende hissetmek ister. Bunu sağlamak ya da sürdürmek için yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak kendisini korumayı öğrenir. Bu özellikle de fizyolojik ve psikolojik semptomlarla hayata devam etmesi gereken ve çabalayan insan evladı için daha da çok önemlidir. Zira güvenliğinin tehdit edildiği duygusuyla yaşamanın sonuçları yıpratıcıdır.
İnsan beyni müthiş olduğu kadar tuhaftır. Zaman algısının olmamasının getirdiği zorluklar vardır. Geçmişe ya da geleceğe dair düşünceleri o an deneyimliyormuş gibi benliğini halden hale dönüştürebilir. Anahtar kelime düşünceler değil, onlara verilen tepkilerdir. Trafik polisi gibi akışı kontrol etmek ve kimi düşünceleri durdurmadan yollarına devam etmelerini sağlamak gerekir.
Dünya belirsizliklerle ve ani değişimlerle doldudur. Bu yüzden akla gelen her rahatsız edici düşünceye doğru tepki vermeye çalışmak can sıkıcı bir hal alabilir. Bunun yerine Allah’ın ayetlerine kulak vermelidir. Düşünceleri akıp giderken, kişinin odak noktası zikir ve Allah’ın kelamını okumak olur. Sarsıcı bir düşünceyle karşılaştığında ondan Allah’a sığınır ve yollar.
Güven duygusu Allah’ın sayısız nimetlerinden biridir. Her şeyde olduğu gibi onu da Allah’tan istemek gerekir. Güvende olduğu her an için şükür etmelidir. Yoksa korku veya üzüntü halinde, O’nu anmak ve çare için O’na koşmak kolaydır. Gördüğü ve görmediği her şeyin ve kendisinin de sahibi olan Allah’a sığınmalıdır. Şüphesiz ki güvende hissetmek için Allah yeter. Zira, her şey geçicidir, uğruna korkulan her düşünce geçicidir, baki olan yalnızca Allah’tır.
Ey Allahım! Benliklerimizin, içimizdekilerin ve dışımızdakilerin sahibi Sensin. Bizi dünyaya bağlanıp kalmanın doğurduğu düşüncelerin ve duyguların zararlarından muhafaza buyur. Her anımızda Seni ananlardan ve Sana dayananlardan eyle. Zikrin ve kelamın ile maddi ve manevi huzura kavuşanlardan eyle. Asıl ihtiyacımızı bilen ve istemeyi akıl ettiğimiz, edemediğimiz ihtiyaçlarımızı karşılayan Sensin. Her şeye iman ve muhabbet penceresinden bakanlardan eyle. Bizi hakiki manada Sana teslim olan ve iki cihanda da huzura kavuşan güven ve afiyet içindeki salih kullarından eyle.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji