31 Ekim 2022
Hicr Sûresi 1-15 (261. Sayfa)
Hicr Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 99 âyettir. Sûre, adını 80. âyette geçen “Hicr” kelimesinden almıştır. Hicr, Medine’nin kuzeyinde vaktiyle Semûd kavminin yaşadığı bir yerin adıdır. Sûre de başlıca Allah’ın birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hesap konuları; peygamberlerin, çeşitli zamanlarda azgınlara ve inkârcılara karşı verdikleri mücadeleler çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu sûre de ayrıca ilâhî kitapların kendisiyle kemale erdiği Kur’an’ın, her türlü tahriften korunacağı hükmü de yer almaktadır.
Mushaftaki sıralamada on beşinci, iniş sırasına göre elli dördüncü sûredir. Yûsuf sûresinden sonra, En‘âm sûresinden önce Mekke döneminde, müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müslümanlara yaptıkları baskıların şiddetlendiği yıllarda nâzil olmuştur (bk. âyet 94). İbn Âşûr’a göre (XIII, 6) bi‘setin (Hz. Peygamber’e vahyin gelmeye başlamasının) dördüncü yılının sonunda inmiştir. 87. âyetin Medine’de indiği yolundaki bilgi itimada şayan görülmemektedir.
Sûrenin ilk konusu Kur’an, vahiy ve peygamberliktir. Daha sonra insanın beden ve ruh varlığının yaratılış süreci ile İblîs’in Allah’tan gelen secde buyruğuna uymaması anlatılır. İyilerin uhrevî mükâfatları, Allah’ın rahmetinin genişliği; Hz. İbrâhim ve Lût ile Eyke halkı ve Hicr halkıyla ilgili kısa bilgiler, Hz. Peygamber’e ve müminlere verilen müjdeler, inkârcılara yapılan uyarılar sûrenin belli başlı konularıdır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Hicr Sûresi 1. Ayet

الٓـرٰ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْاٰنٍ مُب۪ينٍ  ...


Elif Lâm Râ. Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur’an’ın âyetleridir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bazı sûrelerinin başında yer alan bu harflere “hurûf-ı mukattaa” adı verilir (İslâm bilginlerinin bu harflerle ilgili görüş ve yorumları hakkında bilgi için bk. Bakara 2/1).
 Âyetteki “bu” işaret zamiri sûrenin âyetlerini ve onların içerdiği bilgileri gösterir. Taberî’ye göre “kitap” –bugün Kitâb-ı Mukaddes diye anılan– Tevrat ve İncil gibi önceki kitaplardır; “Kur’an” ise Kur’ân-ı Kerîm’in (o zaman henüz tamamlanmadığı için bütününü değil) inzal edilmiş olan kısmını ifade eder (XIV, 1). Zemahşerî hem “kitap” hem de “Kur’an” kelimesiyle konumuz olan sûrenin kastedildiğini belirtir (II, 309). Râzî’ye göre ise her iki kelimeden maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir; fakat ilki onun yazılı şeklini, ikincisi de okunuşunu ifade eder (XIX, 151). İbn Âşûr da bu görüşü tercih etmiştir (XIV, 8).
 Âyetin sonundaki mübîn kelimesi genellikle “açık seçik, anlaşılan” veya kısaca “apaçık” şeklinde çevrilir. Taberî’ye göre kelime burada, “O Kur’an âyetleri, üzerinde düşünüp taşınanlara doğruluk ve hidayet yolunu açıklar” anlamına gelecek bir konumda kullanılmıştır. Bu anlama göre sûrenin başında dinleyici ve okuyucu, sıradan bir sözle değil, insanlığa doğruluk ve hidayet yolunu gösteren, ebedî kurtuluş için gerekli olan inanç ve amel hayatıyla ilgili bilgiler ve dersler veren ilâhî kelâmla karşı karşıya bulunduğu hususunda uyarılmakta; âyetleri bu şuurla, onlardan istifade edecek tarzda dikkatli ve edepli bir şekilde dinlemek veya okumak gerektiğine işaret edilmektedir.
 Sonuç olarak sûrenin başında ilâhî vahyin önemine dikkat çekilmekte, onu dikkatle dinleyip aydınlatıcı içeriğinden yararlanarak doğru yolu bulmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. 

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 330

الٓـرٰ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْاٰنٍ مُب۪ينٍ

 

الٓـرٰ۠  hurûf-u mukattaa harfidir.

İsim cümlesidir.  تِلْكَ  işaret ismi, sükun üzere mebni olup mübteda olarak mahallen merfûdur.  ل  harfi buud yani uzaklık belirten harf,  ك  ise muhatap zamiridir. 

اٰيَاتُ  mübtedanın haberi olarak lafzen merfûdur.  الْكِتَابِ  muzâfun ileyh olarak kesre ile mecrurdur.

قُرْاٰنٍ  kelimesi atıf harfi  وَ ‘la  الْكِتَابِ ‘ye matuftur.  مُب۪ينٍ  kelimesi  قُرْاٰنٍ  kelimesinin sıfatı olup kesra ile mecrurdur.

مُب۪ينٍ  kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir. İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الٓـرٰ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْاٰنٍ مُب۪ينٍ

 

Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaa ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi)

Tefsir alimleri surelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur’an-ı Kerim’de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah’ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah’ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında bir şey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah’tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)

Aynı mukattaa harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.

Kur’an-ı Kerim’de mukattaa harfleriyle başlayan surelerin hepsinde bu harflerden sonra muhakkak kitapla ilgili bir açıklama gelir.

Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. 

Mübteda ve haberden müteşekkil ilk cümle  ۠تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِۜ , faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin uzak için kullanılan işaret ismiyle marife oluşu, işaret edilenin, yani ayetlerin mertebesinin yüceliğini gösterir. 

İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret ismi, mahsus şeyler için kullanılır. Ama burada olduğu gibi aklî şeyler için kullanıldığında istiare olur. Câmi’ her ikisinde de ‘‘vücûdun tahakkuku’’dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

Müsnedün ileyhin işaret ismiyle marife olması, işaret edilenin önemini vurgular ve ona tazim ifade eder.  ذَ ٰ⁠لِكَ  ve  تِلْكَ  ile muşârun ileyh en kâmil şekilde ayırt edilir. Dil alimleri sadece mühim bir haber vermek istedikleri zaman muşârun ileyhi bu işaret ismiyle kâmil olarak temyiz ederler. Çünkü bu şekilde işaret ederek verdikleri haber başka hiçbir kelamdan bu kadar açık bir şekilde ortaya konmaz. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan/57, S. 190)

تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِۜ  [Onlar, kitabın ayetleridir] cümlesinde, uzaklık ifade eden işaret ismi ile, yakın olan bir şey gösterilmiştir. Ayetlerin şanının yüceliğini ve makamının yüksekliğini göstermesi için ayetler uzak makamında tutulmuştur.

الْكِتَابِ  kelimesinin başındaki  الْ  takısı da büyüklüğünü ifade etmek için gelmiştir. Yani ‘’îcâzında ve açıklamasında mükemmel, fevkalade kitap’’ demektir. (Safvetü’t Tefâsîr)

اٰيَاتُ الْكِتَابِ  izafeti hem muzâf hem de muzâfun ileyhin şanı içindir.

اٰيَاتُ الْـكِتَابِ  mübtedanın haberidir. Müsnedin izafetle marife olması, az sözle çok anlam amacı taşımasının yanında işaret edilene tazim ifade eder. Sübut ve istimrar ifade eden bu isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Ayetin başlangıcında berâat-i istihlâl (konuyla ilgili bir şeyle başlamak) ve hüsn-i ibtida (duruma göre güzel lafızların seçilmesi) sanatları dikkat çekmektedir.

مُب۪ينٍ  kelimesi,  قُرْاٰنٍ  için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

قُرْاٰنٍ ’deki tenvin tazim ifade eder.

الٓـرٰ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْاٰنٍ مُب۪ينٍ [Bunlar kitabın ve apaçık bir Kur’an’ın ayetleridir.]  ile طٰسٓ۠ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ وَكِتَابٍ مُب۪ينٍۙ [Ta,Sin. Bunlar sana Kur’an’ın ve apaçık bir kitabın ayetleridir] (Neml/1) ayetleri karşılaştırıldığında ‘’Kur’an ve Kitap’’ kelimeleri arasında dizim değişikliği görülür. Zemahşeri bu durumu ikil (tesniye) kelimeler gibi değerlendirir. Zemahşerî’nin görüşü biraz daha açılırsa, Kitap ve Kur’an arasında belli bir mutabakatın olduğu sonucuna varılabilir. Bir başka ifadeyle denilebilir ki, gerçek kitap Kur’an’dır veya Kur’an gerçek kitaptır. (İsmail Bayer, Keşşâf Tefsirinde Belâgat Uygulamaları)

Burada Kitap’tan maksat, Kur’an'ın tamamından yahut o zamana kadar nazil olmuş bölümlerin tamamından ibarettir. Zira o zaman mutlak olarak zikredilen kitaptan ilk akla gelen bu manadır ve ayetleri herhangi bir vasıfla vasıflandırmak da bu manaya terettüp etmektedir; yoksa kitabı bu sureden ibaret saymak manasına gelmemektedir.

Zira surenin bu vasıfla tanınması, o mertebede meşhur olmadığından dolayı o kemâl vasfının, bütün ayetler için geçerli olduğunun sarahatle belirtilmesine ihtiyaç vardır.

Kur’an'ın apaçık olması demek, ihtiva ettiği hükümleri ve hikmetleri yahut rüşd ile dalalet yollarını apaçık göstermesi yahut hak ile batılı ve helal ile haramı birbirinden açıkça ayırması demektir. (Ebüssuûd)

Burada hem kitap, hem de Kur’an lafızlarının zikredilmesi, Kur’an'ın yüce şanını iki yönden tazim etmektedir: Birincisi, Kur’an-ı Kerim bütün ilâhî kitapların kemâl sıfatlarını taşıdığı için, sanki o kitapların tamamı sayılır. İkincisi, Kur’an'ın diğer semavî kitaplar arasında mümtaz bir yerinin bulunması, kendi tarzında harika olması ve her türlü beyanın da üstünde bulunmasıdır. 

Anlaşılmaktadır ki, Kur’an-ı Kerim’de kitap kelimesi dini kitaplar ve bilhassa Kur’an’ın kendisi için kullanılmaktadır. Çünkü Kur’an, vahiy eseri olan kitapların hepsinin özünü ihtiva, bozulmuş taraflarını da tashih etmekte ve dolayısıyla da en son, en üstün "Kitap" olarak takdim edilmektedir. (Ebüssuûd)

Ayetin metninde, ikinci vasıf, birinciden sonra zikredilmiş. Çünkü Kur’an'ın, diğer ilâhî kitapların üstün vasıflarını taşıdığına dikkat çekildikten sonra diğer kitaplardan imtiyazlı olduğuna işaret etmek övgüde daha etkili olur. Ancak böyle olunca onun imtiyazının diğer kitapların kemâl vasıflarına haiz olmadan, müstakil özel vasıflara sahip bulunmasından kaynaklandığının vehmedilmesi bertaraf edilmiş olur. (Ebüssuûd)

Buradaki  تِلْكَ  (bunlar) kelimesi bu surenin ihtiva ettiği ayetlere işaret etmektedir. Kitap ve Kur’an-ı Mübîn ile ise Allah Teâlâ’nın Hz Muhammed (sav)’e vadettiği (gönderdiği) kitap kastedilmiştir.  قُرْاٰنٍ  kelimesinin nekre (elif-lamsız) gelmesi, tefhim (onun şanının yüceliğini göstermek) içindir. Buna göre mana şöyle olur: “Bu ayetler, bir kitap olması ve beyan-ı ilâhîyi ifade eden bir Kur’an olması bakımından mükemmel olan şu kitabın ayetleridir.” (Fahreddin er-Râzî)

الْكِتَابِ - قُرْاٰنٍ - اٰيَاتُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Hicr Sûresi 2. Ayet

رُبَمَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِم۪ينَ  ...


İnkâr edenler, “Keşke müslüman olsaydık” diye çok arzu edeceklerdir.

İnkârcıların ileride, İslâm ve müslümanlar karşısındaki tutumlarının haksız ve yanlış olduğunun farkına vardıklarında ve bu tutumun kendilerini götürdüğü kötü âkıbetle karşılaştıklarında hissedecekleri pişmanlık dile getirilmekte, ama bunun boşuna bir hayıflanma olacağına işaret edilmektedir. Bu suretle dolaylı olarak, muhataplara, “Şimdi Allah’ın âyetlerini dikkatle dinleyip onların ışığıyla inanç ve amel hayatınızı aydınlatmazsanız sizin başınıza gelecek olan budur!” denilmektedir.
 Tefsirlerde inkârcıların bu pişmanlığı ne zaman ve hangi olay veya olaylar karşısında yaşayacakları konusuyla ilgili, “ölüm sırasında”, “kıyamet saatinde”, “âhirette müslümanların cehennem ateşinden kurtuldukları vakit” şeklinde üç değişik görüş ileri sürülmüştür. Ancak Râzî’nin Zeccâc’a isnat ettiği ve benimsediği “İnkârcı kişi, bir azap manzarasıyla karşılaştığında, müslümanın güzel bir durumunu gördüğünde hep kendisinin de müslüman olmadığına hayıflanacaktır” (XX, 154) şeklindeki yorum en isabetli olanıdır. Aslında, âyetin ilk muhatapları Hz. Peygamber’e karşı ilk direnişte bulunup inkâra sapan Mekke müşrikleri olduğuna göre onlar bu pişmanlık halini ilk defa daha Peygamber efendimiz Mekke’yi fethettiği, dolayısıyla müşriklerin müslümanlar karşısında bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yıkılıp gittiklerini gördükleri zaman yaşamışlardır; kuşkusuz âhirette müslümanların nâil olacağı nimetleri gördüklerinde onlara daha çok yerinecekler, ettiklerine daha çok pişman olacaklardır. Kur’ân-ı Kerîm’de inkârcıların âhirette hissedecekleri pişmanlığı anlatan ifadelerin birinde şöyle buyurulmaktadır: “İşte o gün gerçek egemenlik rahmânındır ve o gün inkârcılar için çok zor bir gün olacaktır. O gün, (dünyadayken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek: Keşke Peygamber’le birlikte aynı yolda olsaydım! Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim!” (Furkan 25/26-29).

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 330-331

رُبَمَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِم۪ينَ

 

رُبَمَا  kâffe ve mekfûfe’dir.  يَوَدُّ  merfû muzari fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَفَرُوا ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.

كَفَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

لَوْ  ve masdar-ı müevvel,  يَوَدُّ  fiilinin mef’ûlu olarak mahallen mansubdur.

لَوْ ‘in bir masdar harfi olabilmesi için daha çok  وَدَّ  ve  أحَبَّ  gibi temenni bildiren fiillerle birlikte kullanılması şarttır.

كَانُوا  isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.

كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir.

كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur.

مُسْلِم۪ينَ  kelimesi  كَانُوا ’nun haberi olup nasb alameti  ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler  ي  ile nasb olurlar.

مُسْلِم۪ينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir. İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

رُبَمَا يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِم۪ينَ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümle muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi bahsi geçen kişileri tahkir ifade eder. 

مَا , nice manasında cer harfi olan  رُبَ ‘yi amelden düşürmüştür.  رُبَ , böylelikle fiil cümlesine dahil olmuştur.

Fiilin faili konumundaki ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebata, temekkün ve istikrara işaret etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لَوْ  burada masdariye anlamındadır. Müteakip  كَانُوا مُسْلِم۪ينَ  cümlesi, masdar teviliyle  يَوَدُّ  fiilinin mef’ûlü yerindedir.

كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Sübut ve istimrar ifade eder.

كَان ’nin haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan Sûresi, s. 124)

Zuhaylî bu ayetin tefsirinde şöyle der: Kâfirler küfür üzere bir hayat yaşadıkları için kıyamet günü pişman olacaklar ve keşke dünyada iken Müslüman olsaydık, diye temenni edeceklerdir.  رُبَمَا  kelimesiُ her ne kadar azlık/taklîl ifade etmek için kullanılsa da tehdit hususunda gayet beliğ bir tabirdir. İbni Abbas, İbni Mes’ud ve diğer bazı sahabinin zikrettiğine göre Kureyş kâfirleri cehenneme arz edilecekleri zaman keşke dünyada iken Müslüman olsaydık, diye temenni edeceklerdir. Zeccâc da “kâfir, her ne zaman azap hallerinden birini görse ve Müslümanın güzel hallerinden birine şahit olsa “keşke Müslüman olsaydım” diye arzu/temenni edecektir” demektedir. 

İbn Âşûr da şu izahatı yapmaktadır: Ayette istikbal sıygasının manası gayet açıktır. Zira kâfirler hicretten önce İslam’ın kuvveti henüz ortaya çıkmamışken Müslüman olmayı arzu etmemişlerdi. Burada kelam haber cümlesi olup onların İslam’a tabi olmamaları hakkında tehdit ve korkutma manasında kullanılmıştır. Manası, “kâfirler muhakkak surette keşke Müslüman olsaydık diye arzu edeceklerdir” şeklindedir. Buradaki azlık ifadesi ise tehekküm ve korkutma amaçlı kullanılmıştır. Yani “Müslüman olmayı arzulamaktan sakının” anlamında olabilir. Ya da Arapların  لَعَلَّكَ سَتَنْدِمُ عَلَى فَعْلِكَ  /belki de yakında yaptığına pişman olacaksın” ifadesinde olduğu gibi nadiren tevbih anlamında da olabilir. Bu durumda da mana “onlar mutlaka keşke Müslüman olsaydık diye arzulayacaklar fakat iş işten geçtikten sonra” şeklinde olur. Onların bu arzuları, Müslümanların eliyle öldürülürken ve hesap gününde olacaktır. Ayrıca onlar daha dünya hayatında iken de birçok kez Müslümanların muzafferiyetine şahit olduklarında bunu istemişlerdir. İbn Mesud’dan nakledildiğine göre Kureyş kâfirleri Bedir günü Müslümanların muzafferiyetine şahit olduklarında bunu arzulamışlardı ve ahirette kâfirlikleri sebebiyle cehenneme sevk olunurken de bunu temennî edeceklerdir. (Sinan Yıldız, Vehbe Ez-Zuhaylî’nin Et-Tefsîru’l-Münîr Adlı Tefsirinde Belâgat İlmi Uygulamaları)

رُبَمَا ‘daki  مَا  harfi kâffedir ve onu cer etme fonksiyonundan çıkarır; o zaman fiile dahil olması caizdir. Hakkı da fiilin mazi olmasıdır. Ancak Allah Teâlâ’nın verdiği haberler mazi gibi tahakkuk ettiğinden   يَوَدُّ  muzari fiili onun yerine konulmuştur. (Beyzâvî)

رُبَ  kelimesi Sîbeveyhi’ye göre harf-i cer olup, ona şu iki durumda  مَا  harfi bitişir:

مَا  harfinin “şey” anlamında olmak üzere “nekre” olmasıdır.  مَا  edatının, ربّ ’den sonra olduğu zaman bazan isim olabileceğine delâlet eden şeylerden biri de rubbe kelimesinden sonra  من  edatının da gelebilmesidir.

Bir başka şekli ise,  ربّ  kelimesinin, bu ayette olduğu gibi, “mâ-i kâffe”nin başına gelmesidir. Nahiv alimleri bu  مَا ‘ya, kâffe adını verirlerken, bununla o harfin kelimeye dahil olması ile kendisinden önceki harfi amelinden alıkoyduğu manasını kasdederler. Bu  مَا  harfi, bu ayette de olduğu gibi, onun fiile dahil olmasını mümkün kılar. “Azlık” manası, tehdidi ifade etmede daha beliğ, daha etkilidir. Çünkü bunun manası “seni, bu fiilden alıkoyma hususunda azıcık bir pişmanlık bile sana yeter. Düşün, ya o pişmanlığın çoğu nasıl olur!” demektir. (Fahreddin er-Râzî, Kurtubî)

كَفَرُوا  ve  مُسْلِم۪ينَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
Hicr Sûresi 3. Ayet

ذَرْهُمْ يَأْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْاَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ  ...


Bırak onları yesinler (içsinler), yararlansınlar; emelleri onları oyalayadursun. İleride (gerçeği) bilecekler.

“Bırak onları…” buyruğu, Hz. Peygamber’in artık inkârcıları uyarmaktan vazgeçmesini, tebliğ görevini terketmesini öngören bir emir olarak anlaşılmamalıdır. Bu ifade, nefsanî tutkularının kölesi olmak yüzünden büsbütün dalâlette bulunan inkârcıların, bu durumlarıyla muhatap almaya değer sayılmayacak kadar kendilerini değersiz hale getirdiklerini ima etmekte, bu yönüyle onlara karşı ağır bir kınama ve uyarı maksadı taşımaktadır. 
“Boş ümit” diye çevirdiğimiz emel kelimesi, sözlükte “istemek, ummak” anlamına gelir. Özellikle ahlâk kitaplarında, gerçekleşmesi uzun zamana bağlı olan ve çok defa elde edilemeyen ümit ve arzular için kullanılır. Bazı dilciler uzun vadeli ümit ve beklentilere emel, orta vadeli olanlara recâ, kısa vadeli olanlara da tama‘ (tamah) denildiğini belirtirler (Feyyûmî, “eml” md.). Kehf sûresinin 46. âyetinde emel kelimesi mutlak anlamda “arzu edip ümit bağlama” mânasına gelecek şekilde geçmektedir. Ahlâk kitaplarında, emel kelimesinin hadislerdeki kullanımından yararlanılarak, insanın uzun vadeli dünyevî arzular taşımasına, zihnini yoğun bir şekilde bunlarla meşgul edip çabalarını bu yönde harcamasına tûl-i emel, istek ve arzularına sınır koyarak özellikle âhiret hayatı için yararlı olacak işlere önem vermesine de kasr-ı emel denilmiştir. “Yaşlı kişinin bütün güçleri zayıflasa da dünya sevgisi ve uzun emeller konusunda gönlü hep genç kalır” (Buhârî, “Rikak”, 5) anlamındaki hadis, bir yandan uzun emellere kapılmama yönünde bir uyarı anlamı taşırken, bir yandan da insanın içindeki emel eğiliminin bütünüyle yok edilemeyeceğini göstermektedir. Bu hadisi de dikkate alan bazı ahlâk âlimleri, hırs derecesindeki emeli yanlış ve zararlı bulmakla beraber, insana yaşama arzusu ve gelecek ümidi veren emel duygusunu yararlı, hatta dünya hayatının düzeni, birey ve toplumun refahı için gerekli görmüşlerdir (meselâ bk. İbn Hibbân el-Büstî, s. 129-132; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 146-147). Ancak konumuz olan âyette emel kelimesi bu olumlu anlamıyla değil “insanı oyalayan, âhireti unutturan dünyevî arzular”ı ifade etmek üzere kullanılmıştır.
 Bu âyetten anlaşıldığına göre inkârcıları müslüman olmaktan alıkoyan ve ileride pişmanlık duyup müslümanlara imrenecekleri bir duruma düşmelerine sebep olan şey, onların akıllarını kullandıktan, düşünüp taşındıktan sonra bu dinin hak olmadığı kanaatine varmaları değildir; aksine, onların sağlıklı düşünmelerini, hakikati görmelerini ve hidayete ermelerini engelleyen şey, bedensel hazlara, arzu ve ihtiraslara kendilerini kaptırmaları; geçici, boş ve değersiz amaç, emel ve kuruntularla oyalanmalarıdır. Âyet, insanların kendi tercihleri istikametinde yaşamakta serbest olduklarını ve sonuçta eylemlerinin kendileri için ne getirip ne götüreceğini ileride görüp anlayacaklarını bildirerek hem insanın özgürlüğüne işaret etmekte hem de özgürlüğün aynı zamanda bir sorumluluk getirdiği, dolayısıyla doğru kullanılması gerektiği hususunda uyarıda bulunmaktadır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 331-332
“ Boş ümitler” diye tercüme edilen “emel” konusunda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:” İnsan yaşlansa da, iki duygusu hep genç kalır: Biri çok kazanma hırsı , öteki çok yaşama arzusu”
(Buhâri, Rikâk5; Müslim, Zekât 113-115).

ذَرْهُمْ يَأْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْاَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

 

Fiil cümlesidir.  ذَرْهُمْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Fail ise müstetir olup takdiri,  أنت ‘ dir.

Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

فَ  karînesi olmadan gelen  يَأْكُلُوا  cümlesi mukadder şartın cevabıdır. Takdiri;  إن تتركهم يأكلوا (Eğer yemelerine izin versen.) şeklindedir.

يَأْكُلُوا  fiili talebin cevabı olduğu için  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı  fail olup mahallen merfûdur.

وَ  atıf harfidir.  يَتَمَتَّعُوا  fiili talebin cevabına matuf olduğu için  نَ ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

وَ  atıf harfidir.  يُلْهِهِمُ  illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Muttasıl zamir  هِمُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

الْاَمَلُ  fail olup lafzen merfûdur.

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri;  إن يشغلهم أمر الدنيا فسوف يعلمون (Eğer dünya meseleleri onları meşgul ediyorsa, bilecekler.) şeklindedir.

سَوْفَ  gelecek zamana işaret eder. Alimler bu edatı tesvif-erteleme diye isimlendirmişlerdir. Vaat veya tehdit bulunan yani istenen veya hoşlanılmayan bir fiile delalet eden bir muzari fiilin  başına geldiklerinde tekid-vurgu olurlar.

يَعْلَمُونَ  fiili  نْ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

يَتَمَتَّعُوا  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.  تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi  متع ’dir.

Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.

ذَرْهُمْ يَأْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْاَمَلُ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Ayetin ilk cümlesi  ذَرْهُمْ  şeklinde emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. Cümle emir üslubunda gelmiş olmasına rağmen, gerçek manada emir kastı taşımamaktadır. Aksine tehdit ve vaîd anlamı taşımaktadır. Vaz edildiği anlamın dışında mana kazanan terkip, mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

Ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır.

İkinci cümle  يَأْكُلُوا , takdiri …  إن تتركهم يأكلوا   [Eğer yemelerine izin versen.] olan, mahzuf şartın cevap cümlesidir.  ف  karinesi olmadan gelen cevap cümlesi, meczum muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mahzufla birlikte terkip, şart üslubunda haberî isnaddır.

Aynı üslupta gelen müteakip  وَيَتَمَتَّعُوا  cümlesi ile  وَيُلْهِهِمُ الْاَمَلُ  cümlesi, şartın cevabına matuftur. Cümleler arasında inşâî olmak bakımından mutabakat vardır.

Ayet-i Kerime, dünyadan lezzet alıp ondan yararlanmayı ve bunlara götürecek şeyleri tercih etmenin, tûl-i emel olduğuna ve müminlerin ahlâkından olmadığına delalet etmektedir. Mutezile, “Bu bir izin ve müsaade etmek değildir. Aksine, bir tehdit ve vaîd ifade etmektedir” demiştir. (Fahreddin er-Râzî)

الْاَمَلُ ’nun gerçek mahiyeti dünya tutkunluğu ve dünyaya dört elle sarılmak, dünyayı sevmek, ahiretten yüz çevirmektir. Resulullah (as) ’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Bu ümmetin ilkleri yakîn ve zühd ile kurtulmuştur. Sonrakileri ise cimrilik ve emel ile helak olacaktır.” (Kurtubi [Taberanî. Mu’cemu’l-Evsat, VII. 316: Beyhakî, Şuabu’l îman, VII. 345])


 فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

 

فَ  mukadder şartın cevabının başına gelmiş rabıta veya fasiha harfidir. Şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.

Tesvif harfi  سَوْفَ ’den murad tekiddir. Çünkü iki tesvif harfi de - قَدْ  harfinin mazi fiili tekidi gibi- müstakbel manayı tekid eder. Gelecekte muhakkak bileceklerini ifade eder. Şu an için bilene gelince, bunun gerçek olduğuna güveninden kinayedir. Onlar batıldadır. (Âşûr, Araf/123)

سَوْفَ , ahirette bileceklerine işarettir. İlimden maksat ise başlarına gelecek azabı tadacakları gerçeğidir.

فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ [Yakında bilecekler.] haber cümlesi muktezâ-i zâhirin hilafına olarak tehdit içeren manaya sahip olduğu için lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ [Yakında bilecekler] cümlesi, kâfirlerin akıbetini belirten bir haber cümlesidir. Fiilin mef’ûlu mahzuftur. Yani ‘yaptıklarının sonucunu anlayacaklar’ demektir.

يَأْكُلُوا - يَتَمَتَّعُوا - يُلْهِهِمُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Bu ayet, hüccetle ilzamdır ve ziyadesiyle uyarıdır. Zira vazgeçme emri, ancak uyarının tekerrüründen ve inatla inkârın gerçekleşmesinden sonra tahakkuk etmektedir. (Ebüssuûd)


Hicr Sûresi 4. Ayet

وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ  ...


Helâk ettiğimiz her memleketin mutlaka bilinen bir yazısı (belli vakti) vardır.

Özel olarak Hz. Peygamber dönemindeki Mekke müşrikleri, genel olarak benzer inançlar benimseyen, benzer tutum ve davranışlar sergileyen topluluklar için yeni bir uyarı anlamı taşıyan bu âyetlerde bireyler gibi bütün uygarlıkların, dinî, etnik vb. toplulukların da sonlu olduğu, her bir uygarlık ve topluluğun, Allah tarafından bilinen belirli bir ömrünün, bir sonunun bulunduğu, bunun ilâhî bir yasa olduğu hatırlatılarak toplumsal hayatı, bu gerçek ışığında tam bir dikkat ve sorumluluk bilinciyle düzenlemek ve sürdürmek gerektiği ima edilmektedir (bu konuda bilgi için bk. En‘âm 6/2).

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 332-333

وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَٓا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. 

اَهْلَكْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  قَرْيَةٍ  lafzen mecrur, mahallen mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

اِلَّا  hasr edatıdır. وَ  haliyyedir.  لَهَا  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

كِتَابٌ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  مَعْلُومٌ  kelimesi  كِتَابٌ ‘un sıfatı olup lafzen merfûdur.

مَعْلُومٌ  kelimesi sülâsî mücerred olan  علم  fiilinin ism-i mef’ûludur.

وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ اِلَّا وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ

 

وَ  istînâfiyyedir. Cümle menfi mazi fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. Kasr üslubuyla tekid edilmiştir. 

Ayette ”Levh-i Mahfuz’da kendileri için yazılmış belli bir vadeleri olmaksızın hiçbir ahaliyi helak etmedik” anlamı,  مَٓا  ve  اِلَّا  ile oluşmuş kasr üslubuyla kesin bir şekilde ifade edilmiştir. Kasr-ı mevsuf ale’s-sıfattır. 

وَمَٓا اَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ  (Biz hangi şehri helak ettiysek…) ayetinde mecaz-ı mürsel vardır. Şehirden maksat, oranın halkıdır. Bu mecaz, mahallin söylenmesi ve fakat o mahalde oturanın kastedilmesi kabilindendir. (Safvetü’t Tefâsîr)

مِنْ  harfinin istiğrak manasıyla birlikte  قَرْيَةٍ ’deki tenvin, kelimeye “hiçbir” anlamı katmıştır. Olumsuz siyakta nekre umum ifade eder.

وَ ‘la gelen  وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ  cümlesi,  مِنْ قَرْيَةٍ ’den haldir. Sıfat olduğu da söylenmiştir.

Sıfat ve hal cümleleri anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Cümlede îcaz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır.  لَهَا  mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  مَعْلُومٌ , muahhar müsnedün ileyh olan  كِتَابٌ ’un sıfatıdır.

Hicr Suresi’nde zikredilen  كِتَابٌ , ecel manasındadır ve herkesin malumudur ki ecel inkâr edilemez bir gerçektir. Ayette mevsufu olan cümleye adeta yapışık olan ikinci cümle, tekid için atıf harfiyle gelmiştir. Böylece ecelin inkâr edilme ihtimalini yok etmiştir. Ayrıca daha önce zikredildiği gibi; bu atıf harfi farklılığı da ifade etmiştir. Sanki önce bir kavim zikredilmiş, sonra bu sıfatla mevsuf başka bir kavim zikredilmiştir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Levh-i Mahfuz’da yazılmış belli bir eceli vardır. وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ  istisna cümlesi,  قَرْيَةٍ ‘ye sıfat olarak gelmiştir, aslı ona  وَ ’ın dahil olmamasıdır.  اِلَّا لَهَا مُنْذِرُونَۗۛ   (Şuarâ’/ 208) ayetinde olduğu gibi. Ancak şeklen hal’e benzediği için mevsufla ilişkisini belirtmek maksadıyla başına  وَ  getirilmiştir. (Beyzâvî)
Hicr Sûresi 5. Ayet

مَا تَسْبِقُ مِنْ اُمَّةٍ اَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ  ...


Hiçbir toplum ecelini geçemez ve ondan geri de kalamaz.

مَا تَسْبِقُ مِنْ اُمَّةٍ اَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ

 

مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  تَسْبِقُ  merfû muzari fiildir.  مِنْ  harf-i ceri zaiddir.

اُمَّةٍ  lafzen mecrur,  تَسْبِقُ  fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.   

اَجَلَهَا  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  هَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

وَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَسْتَأْخِرُونَ  fiili  نَ ‘nun sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

يَسْتَأْخِرُونَ  fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi  أخر ’dir.

Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.

مَا تَسْبِقُ مِنْ اُمَّةٍ اَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfi muzari fiil cümlesi, faide-i haber talebî kelamdır. 

مِنْ  tekid ifade eden zaid harftir.  اُمَّةٍ ’deki tenvin, nev ve kıllet ifade eder. Olumsuz siyakta nekre, umuma işarettir.

Yine menfi muzari sıygada gelen  وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ  cümlesi, tezat nedeniyle makabline atfedilmiştir.

مَا تَسْبِقُ مِنْ اُمَّةٍ اَجَلَهَا  cümlesiyle  وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

تَسْبِقُ - يَسْتَأْخِرُونَ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

مَا ‘nın tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

اُمَّةٍ  kelimesine raci zamirin müzekker olması mana itibariyledir. (Beyzâvî)

Hiç bir ümmet kendi ecelini aşarak ona bir şey ekleyemez ve ondan önce de vadesi dolmuş gibi yok olmaz. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın şu ayetleridir: “O ecelleri gelince ne bir an geri bırakabilirler, ne de ileri alabilirler.” (A’râf, 7/34) (Kurtubî)

Bundan önce helak edilen eski ümmetlerden her birinin helaki için belli bir vakit olduğu ve onların helakinin Levh-i Mahfuz'da yazıldığı gibi gerçekleştiği beyan edildikten sonra burada da, o ümmetlerden ve diğerlerinden her birinin bir yazgısı olduğu ve o yazgının öne alınmasının ya da geriye bırakılmasının mümkün olmadığı beyan edilmektedir.

Bu makam, onların azabının mutlaka gerçekleşeceğini kuvvetle beyan etmek makamı olduğu halde, ecellerin öne alınmayacağının önce zikredilmesi, tahakkukta bunun önce olması itibariyledir, yahut burada kastedilen, onlar azaba müstahak oldukları halde azaplarının tehir edilmesinin sırrını beyan etmektir. (Ebüssuûd)

Vahidî şöyle demektedir: “Ayetteki ümmet kelimesinin başında bulunan  مِنْ  tekid için getirilmiş, min-i zaide’dir. Bu senin tıpkı, “Bana, hiç kimse gelmedi” demen gibidir.” Başkaları ise, “Hayır, bu zaid değildir. Zira bu, ba’ziyyet ifade eder. Yani “bir hükmün, bir hakikatin kısımlarından bazısında tahakkuk etmesini ifade eder” demişlerdir. (Fahreddin er-Râzî)
Hicr Sûresi 6. Ayet

وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ اِنَّكَ لَمَجْنُونٌۜ  ...


Dediler ki: “Ey kendisine Zikir (Kur’an) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin!”

“Vahiy”diye çevirdiğimiz zikir kelimesi sözlükte “ezberleme, hatırlama, anma, övme”gibi anlamlara gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise –bu sözlük anlamları yanında– özellikle “Allah’ın kullarına gönderdiği uyarı, öğüt, vahiy” vb. mânalarda geçtiği gibi daha önceki bazı kutsal kitaplar (Nahil 16/43; Enbiyâ 21/7, 105) ve –buradaki 6 ve 9. âyetlerde olduğu gibi– özellikle Kur’an için de kullanılmıştır. Nitekim hadislerde Kur’an’ın bir isminin de “zikir” olduğu bildirilir (meselâ bk. Tirmizî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 14). 
 Müşrikler Hz. Peygamber’e, “Ey kendisine vahiy gelen adam!” diye hitap ederken ona vahiy geldiğine inandıkları için böyle konuşmuyor, aksine onunla alay ediyorlardı.
 Müfessirlerin görüşüne göre müşrikler Hz. Peygamber’i mecnun diye itham ederken bunu ya alay maksadıyla mecaz anlamında veya hakikat anlamında söylüyorlardı. Râzî’ye göre (XIX, 158) bu suçlamanın iki sebebi olabilir: a) Vahyin gelişi sırasında Hz. Peygamber’de genellikle kendinden geçmişçesine olağan üstü bir hal görülürdü. Müşriklerin bu hali bir cin çarpması alâmeti saydıkları ve bu yüzden onu delilikle suçladıkları düşünülebilir. b) Peygamber efendimizin Allah tarafından görevlendirilmiş gerçek bir elçi olmasını aklî yönden imkânsız buldukları için peygamberlik iddiasını deli saçması gibi görmüş ve bu yüzden onu delilikle suçlamış olabilirler. 
 Eskiden Arap putperestleri şairlerin cinlerle ilişkisi bulunduğuna, şiirin de böyle bir bağlantının sonucu olarak şairlerin cinlerden aldıkları ilhamın ürünü olduğuna inanırlardı. Bu yüzden, Hz. Muhammed’in çağdaşı olan müşrikler de bir tür şiir kabul ettikleri Kur’an’ı Allah’tan değil, cinlerden aldığını düşünüyorlardı (bk. Enbiyâ 21/5; Sâffât 37/36). Buna göre âyette müşrikler, Hz. Peygamber’i kastederek telaffuz ettikleri “mecnun” kelimesini sözlük anlamında değil, onun cinlerle ilişkisinin bulunduğu anlamında kullanmış olabilirler (Ateş, V, 54).

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 333-334

وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ اِنَّكَ لَمَجْنُونٌۜ

 

Fiil cümlesidir.  وَ  istînâfiyyedir.  قَالُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  وَ ‘ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli,  يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ي ‘dur.  قَالُوا  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

يَٓا  nida harfidir.  اَيُّ  münada, nekre-i maksude olup damme üzere mebnidir. Nasb mahallindedir.  هَا  tenbih harfidir. 

الَّذ۪ي  ism-i mevsûl münadadan bedel veya atfı beyan olarak mahallen mansubdur.

Münadanın başında harf-i tarif varsa önüne müzekker isimlerde  اَيُّهَا , müennes isimlerde  اَيَّتُهَا  getirilir. Bunlardan sonra gelen müştak ise sıfat, camid ise bedel olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

İsm-i mevsûlun sılası نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.

نُزِّلَ  fetha üzere mebni meçhul mazi fiildir.  عَلَيْهِ  car mecruru  نُزِّلَ  fiiline müteallıktır.

الذِّكْرُ  naib-i fail olup lafzen merfûdur.      

Nidanın cevabı  اِنَّكَ لَمَجْنُونٌ ‘dir. اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

كَ  muttasıl zamiri,  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.  

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır.

مَجْنُونٌ  kelimesi  اِنَّ ‘nin  haberidir.

مَجْنُونٌ  kelimesi sülâsî mücerred olan  جنن  fiilinin ism-i mef’ûludur.

نُزِّلَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  نزل ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.

وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ اِنَّكَ لَمَجْنُونٌۜ

 

Cümle, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَالُوا  fiilinin mekulü’l-kavli olan …يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ي  cümlesi, nida üslubunda talebî inşaî isnaddır.

Mütekellimin münadayı ism-i mevsûlle ifade etmesi, muhatabının dikkatini çekme isteğine ve ona tahkir kastına işaret eder. 

Müfred has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي ’nin sılası olan  نُزِّلَ , müspet mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Nidanın cevabı olan  اِنَّكَ لَمَجْنُونٌ  cümlesi,  اِنَّ  ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiştir. Faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir.

İnkarcılar Hz. Peygamberi mecnun olmakla itham ederken sözlerini isim cümlesi, اِنَّ  ve  لَ  olmak üzere üç tekidle kuvvetlendirmişlerdir.

İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اِنَّ ’nin haberinin ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir.

İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Kâfirler Hz.Peygamberin kendisine zikir indirilen kişi oluşu ile kendilerince mecnun oluşu özelliklerini söyleyip meleğin getirmesi şeklindeki isteklerini ve sadık olup olmama özelliğini belirtmişlerdir.

Onların Resulullah'a (sav) bu şekilde hitap etmeleri, (ey kendisine Kur’an indirilen demeleri); bunu teslim edip inandıkları için değil, fakat Peygamberimizle (sav) alay etmek ve "hiç şüphesiz sen mecnunsun" şeklindeki batıl hükümlerinin gerekçesini bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

Bu ayette de kâfirlerin Hz. Muhammed’i (sav) alaya aldıklarını zannederek Kur’an ile ilgili kullandıkları  الذِّكْرُ  kelimesi adeta onların içini boşaltarak kullandıkları kelime olmaktan çıkmış 9. ayetteki  اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ  ifadesiyle karşılık bulmuştur. Cevabın gecikmesinin sebebi ise araya onların istekleriyle alakalı iki cümlenin girmesidir.

Bu ayette kâfirlerin Muhammed’i (as) biri Kur’an, biri de meleklerle ilgili iki inkârı dile getirilmiş, Allah (cc) da onların önce meleklerle sonra da Kur’an ile ilgili düşüncelerine yanıt vermiştir. (İbn ‘Âşûr, VI, s. 20)

 
Hicr Sûresi 7. Ayet

لَوْ مَا تَأْت۪ينَا بِالْمَلٰٓئِكَةِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ  ...


“Eğer doğru söyleyenlerden isen bize melekleri getirsene!”

Müşrikler güya vahyin geliş şeklini inandırıcı bulmadıkları için Peygamber’den zaman zaman olağan üstülükler göstermesini isterlerdi. Burada da onun peygamberlik davasında doğru olduğunu kanıtlamak için kendilerine melekleri getirmesi gerektiğini, peygamberliğinin doğru olup olmadığını bu meleklerden öğrenmek istediklerini söyleyerek benzer bir istekte bulundukları görülmektedir. Ancak onların asıl maksatları iman edebilmeleri için ikna edici deliller görmek değil, Peygamber’i zor durumda bırakmaktı. Nitekim bir önceki âyette belirtildiği üzere, Peygamber’i mecnun diye itham etmekle bu kötü niyetlerini ortaya koymuşlardı.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 334

لَوْ مَا تَأْت۪ينَا بِالْمَلٰٓئِكَةِ اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ

 

لَوْ مَا  tahdid harfidir.  تَأْت۪ينَا  fiili  ي  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir.

Mütekellim zamiri  نَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.  بِالْمَلٰٓئِكَةِ  car mecruru   تَأْت۪ينَا  fiiline müteallıktır.

اِنْ  şart harfi iki muzari fiili cezm eder.  كَانَ ’nin dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.

كُنْتَ  sükun üzere mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. 

تَ  muttasıl zamiri  كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur.

مِنَ الصَّادِق۪ينَ  car mecruru  كُنْتَ ’nin mahzuf haberine müteallıktır. Cer alameti  ي ’dir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الصَّادِق۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  صدق  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail, eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Şartın cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Takdiri;  إن كنت من الصادقين في ما تدّعيه فأتنا بالملائكة  (Eğer iddianda sadıksan Bize melekleri getir.) şeklindedir.

لَوْ مَا تَأْت۪ينَا بِالْمَلٰٓئِكَةِ 

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen ayetin ilk cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

لَوْ مَا  ; Tahdid ilişkisi kurar. Muzariden önce teşvik, maziden önce kınama ifade eder. Mâlekî, Rasfu’l-Mebânî adlı eserinde  لَوْ مَا ’dan bahsederken onun,  لولا  gibi tevbih ve tendîm ifade edemeyeceğini, Arapların bu edatı yalnız tahdid (teşvik) için kullandıklarını söylemiştir. (Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi) Abdullah Hacıbekiroğlu)

أْت۪ي  [geldi] fiili  بِ  harf-i ceriyle kullanıldığında “getirdi” anlamına gelir. Buna tazmin sanatı denir.


اِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِق۪ينَ

 

Cümle istînâfiye olarak fasılla gelmiştir.

Şart üslubunda talebî inşâî isnaddır. Şart cümlesi  كاِن ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcaz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur  مِنَ الصَّادِق۪ينَ , nakıs fiil  كان ’nin mahzuf haberine müteallıktır.

Şartın cevabı mahzuftur. Cümlenin öncesinin delaletiyle yapılan bu hazif, îcâz-ı hazif sanatıdır. Cevap cümlesinin takdiri;  إن كنت من الصادقين في ما تدّعيه فأتنا بالملائكة   [Eğer iddianda sadıksan Bize melekleri getir.] şeklindedir.

اِنْ  harfi, vuku bulma ihtimali zayıf olan durumlarda kullanılır. Burada da peygamberin doğru söyleme ihtimali azmış gibi düşündüklerini ifade etmişlerdir.

اِنْ  edatı başlıca şu yerlerde kullanılır: 

1) Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında  اِنْ  gelir.

2) Bilmezden gelinen durumlarda da  اِنْ  kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm” demesi gibi.

3) Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek  اِنْ  kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir.  إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ  “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme.” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta  اِنْ  edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)

Eğer sen nübüvvet iddianda doğru isen, Allah'ın hikmetine göre senin doğruluğunu ve sıdkını açıkça söyleyen melekler indirilmesi gerekir. Sen bunu yapmadığına göre, sende peygamberlikten hiçbir şey olmadığını anlıyoruz." İşte, bu şüphenin izahı budur. Bunun bir benzeri de, En'âm Suresi’ndeki, "Ona, bir melek gönderilmeli değil miydi? dediler. Eğer biz bir melek gönderseydik, elbette iş bitirilmiş olurdu" (En'âm, 8) ifadesidir.

Burada, başka bir ihtimal daha var: Hz Peygamber (sav), eğer buna inanmazlarsa, onları, başlarına azabın gelmesiyle korkutuyordu. Onlar da, azabın inmesini istiyor ve ona, "Senin ve bizim başımıza vadolunan o azabı indirecek olan melekler getirsen ya bize!" diyorlardı. İşte Cenab-ı Hakk'ın, "Senden azabı çarçabuk (getirmeni) isterler. Eğer tayin edilmiş bir vakit olmasaydı o, elbette onlara gelip çatmıştı" (Ankebût, 53) buyurmakla kastetmiş olduğu mana budur. (Fahreddin er-Râzî)

 
Hicr Sûresi 8. Ayet

مَا نُنَزِّلُ الْمَلٰٓئِكَةَ اِلَّا بِالْحَقِّ وَمَا كَانُٓوا اِذاً مُنْظَر۪ينَ  ...


Biz, melekleri ancak hak ve hikmete uygun olarak indiririz. O zaman da onlara mühlet verilmez.

“Ceza hükmü” diye çevirdiğimiz âyetteki hak kelimesi İbn Âşûr’a göre burada tam olarak “kesinleşmiş mahkûmiyet, ceza, azap” anlamına gelmektedir (XIV, 19). Nitekim, âyetin “O zaman da onlara artık süre tanınmaz” anlamındaki son bölümü de bunu göstermektedir. Çünkü hayat insanların hak ve hidayeti bulmaları için tanınmış bir mühlet, bir fırsattır. Âyetten anlaşıldığına göre meleklerin gelişiyle azap hükmü de gelmiş olacağından bu mühlet ortadan kalkmış, iptal edilmiş olacaktır. Oysa yüce Allah merhametinin gereği olarak kullarına, ön yargılı ve tepkisel davranışlardan sıyrılarak mâkul düşünüp karar vermelerini mümkün kılan bir ortama kavuşmalarını sağlayacak ölçüde mühlet ve fırsat tanımayı irade buyurmuştur. İşte bunun için de müşriklerin –burada görüldüğü gibi– zaman zaman kendilerini azaba uğratacak talepleri olmuşsa da bu talepler kabul edilmemiştir (bu hususta daha fazla bilgi ve farklı açıklamalar için bk. En‘âm 6/8; Ankebût 29/53-54). 
 İkinci bir yoruma göre âyetteki hak kelimesi Allah’ın melekler gönderme yönündeki hükmünü, kararını, iradesini ifade eder. Buna göre Allah, putperestlerin olur olmaz isteklerine göre melek göndermez; ancak kendi iradesi, hikmeti ve kararı uyarınca gönderir (Şevkânî, III, 139).
 Diğer bir yoruma göre ise buradaki hak kelimesinden maksat, “hikmet ve maslahat”tır. Buna göre âyette, “Biz melekleri ancak hikmet ve iyilik için indiririz; bu sayede melekler size Peygamber’in doğruluğunu kanıtlayan açık seçik kanıtlar gösterip sizi inanmaya mecbur bırakırlar; fakat böyle bir mecburiyet sonucu iman etmenizin bir anlamı kalmaz ve artık bir imtihandan ibaret olan hayatta kalmanız da gereksiz hale gelir. Onun için istediğiniz kabul edilmeyecek, size melekler gelmeyecek” buyurulmaktadır (Zemahşerî, II, 310).

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 335

مَا نُنَزِّلُ الْمَلٰٓئِكَةَ اِلَّا بِالْحَقِّ

 

Fiil cümlesidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  نُنَزِّلُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ‘dur.

الْمَلٰٓئِكَةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

اِلَّا  hasr edatıdır.  بِالْحَقِّ  car mecruru  الْمَلٰٓئِكَةَ ‘nin mahzuf haline müteallıktır.

نُنَزِّلُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  نزل ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.


  وَمَا كَانُٓوا اِذاً مُنْظَر۪ينَ

 

وَ  atıf harfidir.  مَا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  كَانُوا  isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.

كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir.  كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamir olarak mahallen merfûdur

اِذاً  cevap harfidir.

مُنْظَر۪ينَ  kelimesi  كَانُٓوا ‘nun haberi olup nasb alameti  ي  harfidir. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanırlar.

مُنْظَر۪ينَ  sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i mef’ûludur.

مَا نُنَزِّلُ الْمَلٰٓئِكَةَ اِلَّا بِالْحَقِّ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Menfi muzari fiil cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Kasr üslubuyla tekid edilmiştir.  مَا  ve  اِلَّٓا  ile oluşan kasr, fiille müteallıkı arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s sıfattır.

اِلَّا بِالْحَقِّ  [Ancak hak ile] sözü; ancak Kur’an ile anlamındadır, Mücahid’in, risalet ile diye de açıkladığı rivayet edilmiştir. Hasen de; iman etmeyecek olurlarsa, ancak azap ile indiririz, diye açıklamıştır. (Beyzâvî)

Fiilin cemi mütekkellim zamirine isnadı meleklere tazim ifade eder.

نُنَزِّلُ  fiili azamet zamirine isnad edilmiştir. Allah Teâlâ Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Samerrâî, Beyanî Tefsir Yolu, C.2 S.467).


 وَمَا كَانُٓوا اِذاً مُنْظَر۪ينَ

 

Ayetteki ilk cümleye matuftur.

Menfi  كَان ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

مَا كَانُ ’li olumsuz sıygalar, gerçekleşmesi aklen caiz olmayan umumi olumsuzluk için kullanılır. (Sâbûnî, Safvetü't Tefasir, 3/79)

Cevap harfi  اِذاً, burada amel etmemiştir. 

كَانُ ’nin haberi olan  مُنْظَر۪ينَ , ism-i fail kalıbında gelerek kesinliğini vurgulamıştır.

الْحَقِّ ‘nın vahiy yahut azap olduğu da söylenmiştir.  اِذاً  onlara cevaptır ve mukadder şartın cezasıdır yani ‘’Melekler indirseydik onlara süre tanınmazdı’’ demektir. (Beyzâvî)

مُنْظَر۪ينَ  (kendilerine mühlet verilenler) ile 10. ayetin sonundaki  الْاَوَّل۪ينَ  (Evvelkiler) ile 12. ayetin sonundaki الْمُجْرِم۪ينَ  (Suçlular) gibi kelimelerde, kulağı etkileyen seci vardır. (Safvetü’t Tefâsîr)

Cenab-ı Hakk’ın, [kendilerine mühlet verilmez] ifadesinin manası, “Eğer melekler indirilirse, onlara zaman yani mühlet tanınmaz. Çünkü, meleklerin inmesi ile, mükellefiyet sona erer”. (Fahreddin er-Râzî)

 
Hicr Sûresi 9. Ayet

اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ  ...


Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.

Zikir kelimesi, sûrenin ilk âyetinde geçen ve ikisi de özellikle Hz. Peygamber’in muhatap olduğu ilâhî vahiy için kullanılan Kur’an ve kitabı ifade etmektedir. Bu sebeple burada zikir kelimesini vahiy diye çevirmeyi uygun bulduk.
 Yukarıda 6. âyette müşrikler alaylı bir ifadeyle, Hz. Muhammed’e vahiy diye bir şey gelmediğini ima etmişler ve onun bir mecnun olduğunu, dolayısıyla vahiy dediği sözlerin Allah’tan değil cinlerden geldiğini veya söylediklerinin hakikatle ilgisi bulunmayan deli saçması olduğunu ileri sürmüşlerdi. İşte burada “Kesin olarak bilesiniz ki bu vahyi kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz” buyurularak onların bu iddiası açıkça reddedilmektedir. Şu halde burada “zikir”den maksat vahiy, korumadan maksat da vahiy sürecinde âyetlerin ilâhî olma özelliğini bozacak şekildeki herhangi bir dış etkiden vahyin korunmasıdır. Böylece –bağlamı da dikkate alındığında– âyette esas itibariyle müşriklerin vahye yönelik itirazları reddedilmekte, vahyin Allah’tan geldiği ve ona asla herhangi bir ilâvenin söz konusu olmadığı ve olamayacağı bildirilmektedir.
 Bununla birlikte Taberî, âyeti “Biz muhakkak ki Kur’an’ı koruyup içine onun aslında bulunmayan bir ifadenin, bir yanlışın karışmasını veya hükümlerinde, hadlerinde, farzlarında bir eksiklik meydana getirilmesini engelleyeceğiz” şeklinde açıklamış (XIV, 7); âyetteki korumayı münhasıran gelecekte vuku bulması muhtemel bir müdahaleye karşı koruma şeklinde anlayan bu yorum, müfessirlerin ve diğer âlimlerin büyük çoğunluğunca da benimsenmiştir. Buna göre daha önceki kutsal kitapların mâruz kaldığı ve genellikle tahrif terimiyle ifade edilen eksilme, değişme, bozulma, kaybolma gibi haller Kur’an’ın başına gelmeyecek; Kur’an, Peygamber’e geldiği şekliyle kıyamete kadar varlığını ve orijinalitesini koruyacaktır. Çünkü Kur’an’ı resulüne indiren Allah, onu koruyacağını da vaad etmiştir ve O’nun vaadi haktır, kesindir. Nitekim, yazılı kültürün yaygın bulunmadığı bir ortamda gelmiş olmasına rağmen, Allah’tan geldiği ve yazıya geçirildiği şekliyle korunabilmiş tek kutsal metin Kur’an’dır. Peygamber’in ağzından söz olarak dışa yansıdığı günden bugüne kadar bütün müslümanlar Kur’an’ı korumayı en kutsal görev bilmişler; başlangıçta daha çok ezberleyerek, sonraları da hem ezberleyip hem de yazıya geçirerek aslî şekliyle bugüne aktarılmasını sağlamışlardır. Her türlü yazım imkânlarının geliştiği, özellikle bilgisayar ortamının doğduğu günümüzde ve bundan sonraki dönemlerde ise kuşkusuz Kur’an metninin korunması daha kolay olacaktır.
 Bu âyetin, sûrelerin başındaki “besmele”lerin ilgili sûrenin bir parçası ve dolayısıyla ilk âyeti olduğuna güçlü bir delil teşkil ettiğini düşünenler olmuştur. Aksi halde bunların o sûrelerin başına sonradan eklendiğini kabul etmek gerekir ki böyle bir ekleme de konumuz olan âyetin hükmüne aykırıdır (Râzî, XIX, 166). Ancak bunun Kur’an’ın korunmuşluğu üzerine aşırı hassasiyetten kaynaklanan isabetsiz bir yorum olduğu kanaatindeyiz.
 Âyetin “…ve onu mutlaka koruyacak olan da yine biziz” kısmında, korunacağı bildirilenin Hz. Peygamber olduğuna dair görüşler de vardır. Nitekim yüce Allah, son derece elverişsiz şartlar içinde ortaya çıkıp İslâm’ı yaymaya çalışan resulünü pek çok zorluğa, amansız düşmanların baskı ve zulümlerine karşı korumuş ve sonuçta hiçbir peygamberin ulaşamadığı genişlikte başarılar gerçekleştirmesini sağlamıştır. Kuşkusuz Peygamber’in korunması, dolaylı olarak vahyin de korunması anlamını içerdiğinden her iki yorumu birleştirmek mümkündür.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 335-337

اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.

نَا  mütekellim zamiri  اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur.

نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ  cümlesi,  اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.

Munfasıl zamiri  نَحْنُ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  نَزَّلْنَا   mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.

نَزَّلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا   fail olarak mahallen merfûdur.

الذِّكْرَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.

نَزَّلْنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  نزل ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.


 وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

 

İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir. 

اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.

ناَ  muttasıl zamiri,  اِنَّ ‘nin ismi olarak mahallen mansubdur. 

لَهُ  car mecruru  حَافِظُونَ ‘ye müteallıktır.

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzahlakadır. 

حَافِظُونَ  kelimesi  اِنَّ ‘nin haberi olup ref alameti  و ‘dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanırlar. 

حَافِظُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  حفظ  fiilinin ism-i failidir. 

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata), hem de onun sıfatına delalet eden kelimedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir.  اِنَّ  ve fasıl zamiri ile tekid edilmiş isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. İsim cümlesi sübut ifade etmiştir.

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

نَحْنُ , fasıl zamiridir.  اِنَّ ’nin haberi müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedin mazi fiil sıygasında gelişi hükmü takviye, hudûs, temekkün ve istikrara işaret etmiştir.

Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden bu ve benzeri cümleler,  اِنَّ , isim cümlesi, fasıl zamiri ve isnadın tekrar etmesi sebebiyle üç katlı bir tekid ve yerine göre de tahsis ifade eden çok muhkem/sağlam cümlelerdir. (Elmalılı, Kadr/1)

Bu ayet-i kerimenin öncesinde yer alan  وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّ كْرُ اِنَّكَ لَمَجْنُونٌۜ [Dediler ki: ‘Ey kendisine Zikir (Kur’an) indirilen kimse! Sen mutlaka delisin!’] (Hicr 15/6) ayetinden anlaşıldığına göre bazı kâfirler Hz.Muhammed’e Zikrin (Kur’an’ın) Allah’tan indiğini inkâr ettiler ve onunla alay ettiler. Onun peygamber olmadığını iddia ederek sanki şöyle dediler. Ey müfteri! Allah sana Zikri indirmedi. Senin Allah’tan olduğunu iddia ettiğin Kur’an ondan değil bilakis cinlerin sana telkinidir. Sen mecnunsun. 

“İşte  اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ  ayeti, onların inkâr ve alaylarına karşılık bir cevaptır. Bunun içindir ki birçok yönden tekid edilmiştir.”

Şöyle ki, ibare devamlılık (istimrar) ifade eden isim cümlesi şeklinde gelmiş, tahkik anlamı içeren  اِنَّ  edatı ile başlamış,  اِنَّ ‘nin ismi ile haberi arasına fasl zamiri  نَحْنُ girmiş, tazim için müfred yerine cemi zamirleri getirilmiştir.

Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyle Kur’anı bizzat kendisinin indirdiğini ve onu himayesine aldığını ifade ederek ona dil uzatılmasının yolunu kapatmış, onu insan sözüne benzemeyen mucizevi bir kelam olarak indirmekle her türlü tahrif, ziyade ve noksanlıktan koruduğunu ve koruyacağını çeşitli tekid vasıtaları kullanarak beyan buyurmuştur. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi ve Uygulanışı)

Cenab-ı Hakk’ın “Kur’an’ı biz indirdik, biz” ifadesine gelince, bunun sıygası her ne kadar cemi ise de, bu tazim ve ululuğu izhar etme esnasında, hükümdarların söylemiş olduğu söz kabilindendir. Çünkü, onlardan birisi bir iş yapsa veya bir söz söylese, “Biz şöyle yaptık; biz şöyle söyledik” derler. Burada da böyledir.

(Fahreddin er-Râzî)


 وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

 

Cümle  وَ ‘la istînafa matuf olup,  اِنَّ  ve lam-ı muzahlaka ile tekid edilmiştir. Faide-i haber inkârî kelam olan isim cümlesidir. Sübut ve istimrar ifade etmiştir. Cümlede takdim-tehir sanatı vardır.  لَهُ  car-mecruru, konudaki önemine binaen amili olan  لَحَافِظُونَ ’ye takdim edilmiştir.

وَ , itiraziyyedir.  لَهُ ’daki zamir الذِّكْرَ ‘ye  racidir. Müteallakı olan  لَحَافِظُونَ ’deki  لَ , zayıf olan amilin amelini takviye içindir. (Âşûr)

İsim cümleleri sübut ifade eder. Asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Cümlenin haberinin ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir. İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

لَهُ  car mecrurundaki zamir, yukarıda geçen “zikr”e veya  Hz. Muhammed’e râcidir. (Fahreddin er-Râzî)

 
Hicr Sûresi 10. Ayet

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ ف۪ي شِيَعِ الْاَوَّل۪ينَ  ...


Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik.

“Topluluklar” diye çevirdiğimiz şiya‘ kelimesi, kök anlamı “çoğalma, güçlenme, yayılma” şeklinde olan şîanın çoğuludur. Şîa terim olarak, “üyelerinin birbirlerinden güç ve moral aldıkları, belirli bir birlik ve bütünlük oluşturan topluluk, ümmet” veya “bir görüş ve anlayış üzerinde birleşenlerin oluşturduğu grup, fırka” anlamına gelir (Râgıb el-İsfahânîel-Müfredât, “şya” md.; Zemahşerî, II, 311).
 Âyette, putperestlerin inat ve inkârları yanında, onların “Ey kendisine vahiy gelen adam! Sen kesinlikle bir mecnunsun!” gibi küstahça söz ve davranışlarına muhatap olan ve bundan dolayı üzülen Hz. Peygamber’i teselli etmek üzere, bu tür davranışların yeni bir şey olmadığı, eski peygamberlerin de böyle davranışlarla karşılaştıkları, alay ve hakarete mâruz kaldıkları bildirilmektedir.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 338

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ ف۪ي شِيَعِ الْاَوَّل۪ينَ

 

وَ  istînâfiyyedir.  لَ  mukadder kasemin cevabına gelen muvattie harfidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.

اَرْسَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَٓا  fail olarak mahallen merfûdur.

مِنْ قَبْلِكَ  car mecruru  اَرْسَلْنَا  fiiline müteallıktır. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

ف۪ي شِيَعِ  car mecruru mukadder mahzuf sıfatına müteallıktır. Takdiri;  أرسلنا رسلا في شيع (Topluluklar arasında resullerimizi gönderdik.) şeklindedir.

الْاَوَّل۪ينَ  kelimesi muzâfun ileyh olup cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.    

اَرْسَلْنَا  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir.

İf’al babındandır. Sülâsîsi  رسل ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ ف۪ي شِيَعِ الْاَوَّل۪ينَ

 

وَ  istînâfiyyedir.  لَ  ise mukadder kasemin cevabına gelen muvattie harfidir.

Mukadder kasem sebebiyle ayette îcâz-ı hazif sanatı vardır.

Mahzufla birlikte cümle kasem üslubunda gayrı talebî inşâî isnaddır.

Kasemin cevabı olan  وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ  cümlesi  لَ  ve  قَدْ  ile tekid edilmiş müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır. 

قَبْلِكَ - الْاَوَّل۪ينَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Ayette hazif vardır, takdiri şöyledir: “Biz senden önce nice peygamberler gönderdik.” ارْسَال  fiili “Peygamberler” tabirine delalet ettiği için, hazf edilmiştir 

Ferrâ şöyle der:  شِيَعِ  kelimesi, taraftarlar demek olup, müfredi, شيعة  lafzıdır.  شِيَعِ الْاَوَّل۪ينَ  tabiri, tıpkı ”hakka’l-yakin” ve “cânibi’l-garbi” ve “dinü’l-kayyime” ifadelerinde olduğu gibi, sıfatın mevsûfuna izafeti kabilindendir. (Fahreddin er-Râzî)
Hicr Sûresi 11. Ayet

وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  ...


Onlar kendilerine gelen her peygamberle alay ediyorlardı.

وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ

 

وَ  atıf harfidir. مَا  nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يَأْت۪يهِمْ   fiili  ي üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir.

Muttasıl zamir  هِمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur. 

مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  رَسُولٍ  lafzen mecrur,  يَأْت۪يهِمْ  fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.

اِلَّا  hasr edatıdır.

كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  cümlesi  يَأْت۪يهِمْ ‘deki mef’ûlun hali olarak mahallen mansubdur.

كَانُوا  isim cümlesinin önüne geldiğinde ismini ref haberini nasb eder.  كَانُوا  damme üzere mebni nakıs fiildir.

كَانُوا ’nun ismi, cemi müzekker olan  و  muttasıl zamiri olarak mahallen merfûdur.

بِه۪  car mecruru  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiiline müteallıktır.

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili  كَانُوا ’nun haberi olarak mahallen mansubtur.

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili,  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek südâsi mezid yapılan fiillerdendir. Fiil istif’âl babındandır. Sülâsî fiili  هزأ ’dir.

Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.

وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ

 

Ayet  وَ ‘la önceki ayetteki  اَرْسَلْنَا  cümlesine atfedilmiştir. Menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber, inkârî kelamdır.

مَٓا  nefy harfi ve  اِلَّا  istisna harfiyle oluşmuş kasr üslubuyla, peygamberimize, kendisinden önceki peygamberlerin de benzer şeyleri yaşadıkları, tereddüte yer bırakmayacak şekilde bildirilmiştir.

Kasr, mef’ûl ile hali arasındadır. Kasr-ı mevsuf ale’s sıfattır. 

كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ  cümlesi  يَأْت۪يهِمْ ‘deki mef’ûlun halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.

كَانُوا ’nin dahil olduğu isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.

Car mecrur  بِه۪ , mübalağa kastıyla  يَسْتَهْزِؤُ۫نَ ’ye takdim edilmiştir. Bu takdim, kasr ifade eder. Alay etmekten başka hiçbir işleri yokmuş gibi, resulleriyle alay ediyorlardı. Öyleki bu durum onların huyu haline gelmişti. Onların alaylarındaki mübalağayı ifade etmek için cümle takdim kasrıyla tekid edilmiştir. (Âşûr)

Cümlenin müsnedinin muzari fiil formunda gelmesi hükmü takviye, hudûs, istimrar ve teceddüt ifade eder. Ayrıca muzari fiil tecessüm özelliğiyle muhatabın dikkatini uyararak konuyu anlamasında yardımcı olur.

كَانَ ’nin haberinin muzari fiille gelmesi, geçmişte belirli bir süre devam edip biten eylemler ve geçmişte mûtat olarak yapılan, âdet haline gelmiş davranışlar  olmak üzere iki manaya delalet eder.  (Vecih Uzunoğlu, Arap Dilinde كَانَ ‘nin Fiili ve Kur’an’da Kullanımı, DEÜ İlahiyat Fak. Dergisi Sayı 41)

Bu ayet, Peygamberimize bir tesellidir. Yani, ‘’Bu müşriklerin sana yaptıklarının bir benzeri, senden önce gelen peygamberlere de yapılmıştır’’ demektir. (Kurtubî)

Hicr Sûresi 12. Ayet

كَذٰلِكَ نَسْلُكُهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۙ  ...


Aynı şekilde (onların tutumlarına uygun olarak) biz onu suçluların kalbine sokarız.

Suçluların yani inkârcıların kalplerine yerleştirilen şeyin ne olduğu sorusuna bağlı olarak 12. âyete tefsirlerde iki değişik mâna verilmiştir: a) “İşte o ‘zikr’i yani ilâhî mesajı, Kur’an’ı suçluların kalplerine böyle yerleştiririz.” b) “İşte inkârcılık, putperestlik ve peygamberlerle alay etme sapkınlığını suçluların kalplerine böyle yerleştiririz.”
Ancak sûrenin ilk âyetlerinin asıl konusu Kur’an olduğundan bu âyetlerdeki zamirlerden de Kur’an’ın anlaşılması daha isabetlidir. Nitekim müfessirler 13. âyete “…hâlâ Kur’an’a inanmamaktadırlar” şeklinde anlam vermişlerdir. Şu halde ilk şıktaki yorum daha isabetlidir. Bu yüzden biz de meâlinde bu görüşü tercih ettik.
 Sonuç olarak yukarıdaki tercihlere göre bu iki âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmuş olmaktadır: “Peygamber ve ilâhî mesaj karşısındaki inkârcı ve alaycı tavırlarıyla kendilerini suçlu duruma düşüren Arap müşriklerinin kalplerine Kur’an’ı işte böyle yerleştiririz; yani onu işitmelerini, bildikleri dilden konuştuğu için onu anlamalarını, özelliklerini kavramalarını sağlarız; ama yine de tasdike yanaşmazlar, iman etmezler. Halbuki öncekilerin sünneti yani eski kavimleri cezalandıran ilâhî yasa da uygulanmıştır; onlar, eski milletlerin inkârcılıkları, peygamberleriyle alay etmeleri yüzünden başlarına neler geldiğini de bilmektedirler. Ama bundan ibret ve ders almaları gerekirken yine de inkârlarında ısrar ederler.” Allah’ın, Kur’an’ı onu dinleyen putperestlerin kalplerine yerleştirmesi yani onu işitip bilgilenmelerini sağlaması, âhirette artık onların, “Biz Kur’an’ı duymadık, bilgi sahibi olmadık” gibi bir mazeret ileri sürmelerini de imkânsız hale getirmiştir (İbn Âşûr, XIV, 24-25).

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 338-339
سلك Seleke : سُلُوكٌ yola koyulup yolda gitmektir. Bu köke ait fiil (سَلَكَ) İki manada kullanılır: Birincisi yol tutmak; ikincisi ise yola sokmaktır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 12 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri meslek, sülûk, sâlik ve silktir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

كَذٰلِكَ نَسْلُكُهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۙ

 

Fiil cümlesidir.  كَ  harf-i cerdir. مثل “gibi” demektir. Bu ibare, amili  نَسْلُكُهُ  olan mahzuf mef’ûlu mutlaka müteallıktır.

ذٰ  işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur.  ل  harfi buud yani uzaklık belirten harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

نَسْلُكُهُ  merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ‘dur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

ف۪ي قُلُوبِ  car mecruru   نَسْلُكُهُ  fiiline müteallıktır.  الْمُجْرِم۪ينَ  muzâfun ileyh olup cer alameti ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

الْمُجْرِم۪ينَ  kelimesi; sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

كَذٰلِكَ نَسْلُكُهُ ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۙ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Cümlede îcâz-ı hazif vardır. كَذٰلِكَ , amili  نَسْلُكُهُ  olan mahzuf mef’ûlü mutlaka müteallıktır. 

Cümle müspet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

كَذٰلِكَ  kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem  كَ  hem de  ذٰ  işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunamadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s. 101)

ف۪ي قُلُوبِ الْمُجْرِم۪ينَۙ  ifadesindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla kalp içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü kalp hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Mücrimlerin duygularına nüfuz etmekteki derecenin ifadesi için bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

نَسْلُكُهُ ف۪ي قُلُوبِ  ifadesi istiaredir. Çünkü  سلك ‘in asıl anlamı, ‘’bir şeyi, diğer bir şeyin içine zorla sokmak’’ veya ‘’iki şeyden birini dar olan diğerine sokmak’’tır. Allah Teala’nın  مَا سَلَـكَكُمْ ف۪ي سَقَرَ   [Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?] Müddesir  42.ayet birinci manaya göredir ki, ‘’Oraya girmeyi hoş görmemenize rağmen sizi oraya zorla sokan nedir?‘’ demektir.

Yine bu manadan olarak inci dizilen ipe de  سلك  adı verilmiştir. Çünkü çoğunlukla incilerin delikleri ona dar gelip sıkışırlar. Bu durum sabit olduğuna göre, (söz konusu) ayetle kastedilen mana şöyle oluyor: ‘’Mücrimlerin kalpleri istemese de, göğüsleri ondan dolayı daralsa da, sözü onlara duyurmak, onları buna yönlendirmek suretiyle kalplerine ulaştırırız.’’ Burada gerçekten bir şeyin diğer bir şeyin içine girmesi diye bir durum söz konusu değildir. Sadece bununla kastedilen, kendilerinin istememesine rağmen kulaklarının o sözü duyup kalplerine ulaştırması, sokmasıdır. Bu durumda sanki bu söz, istekleri ve seçimleri olmaksızın kalplerine zorla sokulmuş bir şey gibi olmuştur. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)

En doğru tevil  نَسْلُكُهُ  ifadesindeki  ه۪  zamirinin, “Kur’an” manasında olan “zikr”e raci olmasıdır. Çünkü, Allah Teâlâ, bu ayetten önce, “Kur’an’ı biz indirdik, biz” (Hicr. 9); bundan sonra da, “Biz böylece onu… sokarız” buyurmuştur. Yani, “işte böylece biz, o Kur’an’ı mücrimlerin kalbine sokarız” demektir ki, bu da, “Allah Teâlâ’nın bu Kur’an’ı onlara duyurması, onların kalplerinde Kur’an’ın ezberlenmesi ve manalarını bilip anlamayı yaratması” anlamındadır. Cenab-ı Hak bu hallere rağmen, onların cahil olmaları ve ısrarları sebebiyle, o Kur’an’a, o zikre inatları ve cehaletleri yüzünden inanmadıklarını beyan buyurmuştur ki, işte onların alabildiğince zemmedilmelerini gerektiren bu olmuştur.

Ayetteki  كَذٰلِكَ  tabirinin manası, “Biz şunu şunu yaptığımız gibi, bu sokma işini de yapıyoruz” demektir. (Fahreddin er-Râzî)
Hicr Sûresi 13. Ayet

لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ  ...


Önceki milletlerin (helâkine dair Allah’ın) kanunu geçmiş iken onlar buna (Kur’an’a) inanmazlar.

لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ

 

Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  يُؤْمِنُونَ  fiili  نَ ‘nun sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

بِه  car mecruru  يُؤْمِنُونَ  fiiline müteallıktır.

وَ  istînâfiyyedir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.  خَلَتْ  mahzuf elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir.  تۡ  te’nis alametidir.

سُنَّةُ  fail olup lafzen merfûdur.  الْاَوَّل۪ينَ  muzâfun ileyh olup cer alameti  ى  harfidir. Çünkü cemi müzekker salimler harfle îrablanırlar.

يُؤْمِنُونَ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi  أمن ’dir.

İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.

لَا يُؤْمِنُونَ بِه۪ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir.

Veya cümle, …نَسْلُكُهُ  cümlesi için tefsiriyyedir. Menfi muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Makabline  وَ ’la atfedilen  وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ  cümlesi, tahkik harfi  قَدْ ’la tekid edilmiştir. İstinaf cümlesidir. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber talebî kelamdır. Mazi fiile dahil olan  قَدْ , olayın vukuunun kesinliğine delalet eder.

Müsnedün ileyhin izafetle marife olması veciz ifade kastına matuftur.

سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ  ifadesinde, sıfatın mevsufuna izafeti söz konusudur.

سُنَّةُ الْاَوَّل۪ينَ  [öncekilere uygulanan ilâhi kanun], yani onlar Allah’ın peygamberlerini ve kendilerine inzal edilen zikri yalanladıkları vakit Allah’ın onları helak etme konusunda izlediği yol. Bu ifade Mekke halkına, yalanlamalarına karşılık bir tehdittir. (Keşşâf)

Cenab-ı Hakk’ın ”Nitekim bu ilâhi kanun daha önceki inkârcılar hakkında da böyle câri olmuştur” ifadesine gelince, bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu, Mekke kâfirleri için bir tehdittir. Buna göre “Allah’ın sünneti ve yasası, geçmiş ümmetler içinde peygamberleri yalanlayanları helak etmesi suretinde tecelli etmiştir” denilmek istenmiştir.

b) Bu Zeccâc’ın görüşü olup, buna göre ayetin manası, “Allah’ın öncekiler hakkındaki kanun ve muamelesi o mücrimlerin kalplerine küfür ve dalaleti sokmak biçiminde tezahür etmiştir” şeklindedir. Bu, lafzın zahirine daha uygundur. (Fahreddin er-Râzî)

Öncekilerin sünneti de geçmiş bulunduğu halde, onlar buna yine de inanmazlar.

“Öncekilerin sünneti de geçmiş bulunduğu halde” yani, kâfirlerin helak edilmesi şeklindeki ilahi sünnet geçtiğine göre, bunların da helak oluşları ne kadar yakındır,

“Öncekilerin sünneti de geçmiş bulunduğu halde” ayetinin bunların yalanlamaları, küfür ve inkâr etmeleri gibi, öncekiler de küfür ve inkâra saptıklarından dolayı, bunlar da işte öncekilere uymaktadırlar, diye de açıklanmıştır. (Kurtubî)

قَدْ : Mazi fiile bitiştiğinde tekid ilişkisi kurar. Yüklemin geçmiş zamanda kesin bir şekilde meydana geldiğini belirtir. Bu nedenle bu edata tahkik edatı da denilmektedir. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler Doktora Tezi)
Hicr Sûresi 14. Ayet

وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَاباً مِنَ السَّمَٓاءِ فَظَلُّوا ف۪يهِ يَعْرُجُونَۙ  ...


14-15. Ayetler Meal  :   
Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıkmaya koyulsalar, yine “Gözlerimiz döndürüldü, biz herhâlde büyülenmiş bir toplumuz” derlerdi.

Başka bazı âyetlerde ifade buyurulduğu gibi müşrikler, güya Hz. Muhammed’in peygamberliğini tasdik etmek için onun ilâhî kelâmı kendilerine okuyup duyurmasını yeterli bulmamışlar, ayrıca gökten kendilerine okuyacakları bir kitap (İsrâ 17/93) veya “açılmış sayfalar” (Müddessir 74/52) indirilmesi gibi isteklerde bulunmuşlardır. İşte burada “Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar yine de ‘Herhalde gözlerimiz perdelendi, hatta bize büyü yapılmıştır’ derler” buyurularak müşriklerin asıl amaçlarının gerçeği öğrenip ona inanmak olmadığına, aksine onların, bu istekleriyle güya Hz. Peygamber’i zor durumda bırakmayı amaçladıklarına işaret edilmektedir. Kezâ, En‘âm sûresinde (6/7-8), “Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de o inkârcılar, ‘Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değil’ derlerdi. ‘Ona bir melek indirilseydi ya!’ dediler. Eğer biz bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine mühlet verilmezdi” buyurularak aynı hakikate dikkat çekilmektedir. Nitekim Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve diğer samimi insanlar Resûlullah’ın dürüstlüğünü, Kur’an âyetlerinin ihtiva ettiği açık seçik gerçekleri dikkate alarak iman ederken; nefislerinin gururuna kapılan, Kur’an’ın getirdiği yüce ilkelerin, kendilerinin veya kabilelerinin çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen ve Câhiliye taassubunda direnen inatçı kimseler çeşitli bahaneler ileri sürerek, sonunda hiçbir mantıkî gerekçe bulamadıkları için Kur’an’ın “büyü” (En‘âm 6/7), Hz. Peygamber’in de “kâhin veya mecnun” (Tûr 52/29) olduğu yönünde tutarsız, keyfî ve hakikatten uzak ithamlarda bulunmuşlardır.
 Müşriklerin vahiy karşısındaki ön yargılı tutumlarının tanıtıldığı âyetler, inkâr psikolojisinin bir özelliğini ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir. Normal ve ön yargısız bir insan genellikle karşılaştığı yeni bir görüş, inanç veya iddiayı ölçüp tartar; üzerinde düşünüp taşınır; söz konusu iddiayı mahiyetine göre akıl ve iz‘an ölçülerine vurarak sonunda kabul veya reddeder; ya da kesin bir sonuca varamamışsa ihtimal noktasında bırakır. Halbuki, ilâhî mesaj karşısında zihinleri peşin hükümlere kilitlenip kalmış olanlar, bu suretle bağımsız ve tarafsız düşünme imkânından da kendilerini mahrum bırakmış oldukları için, aklî ve mantıkî deliller şöyle dursun, mûcizevî delillerle karşılaşacak olsalar, meselâ âyette buyurulduğu gibi gökten (yani metafizik âlemden) bir kapı açılıp oraya yükseltilseler de vahyin bildirdiklerini yahut vahyi getiren meleği açık seçik gözleriyle görseler, bunu bile hemen göz boyama, büyü gibi temelsiz iddialarla reddederler. Gerçekte ise asıl Arap müşriklerinin kendileri –başta putperestlikleri olmak üzere– yığınla hurafelere inandıkları halde İslâmiyet’in ortaya koyduğu ve insan oğlunun akıl, mantık ve tecrübeleriyle, kalp ve vicdanının talepleriyle uyuşan, kısaca insanın aslî fıtrat ve tabiatına tam bir uygunluk teşkil eden hükümlerini bir çırpıda inkâr etmeleri, hemen her devirde görülebilen bir zihin, muhâkeme ve hatta ahlâk bozukluğudur. Çünkü haklı gerekçelere dayanmayan red ve inkâr tavrı zihnî bir kusur olmanın yanında bir erdemsizliktir. Erdemli insan, peşin hükümlerle karar vermekten, duygusal ve tepkisel davranmaktan kurtulabilmiş, daima adaleti ve gerçekliği ilke edinebilmiş olan kimsedir.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 339-340
عرج Arace : عُرُوجٌ yukarıya doğru yükselmektir. Mi’rac gecesine bu ismin verilmesi, (مِعْراجٌ) o gecede duaların yukarı doğru yükselmesinden dolayıdır. Kuran-ı Kerim’de geçen ve aynı zamanda bir sure ismi de olan مَعارِجٌ dereceler/merdivenler manasındadır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 9 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli Mirac’dır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَاباً مِنَ السَّمَٓاءِ فَظَلُّوا ف۪يهِ يَعْرُجُونَۙ

 

وَ  istînâfiyyedir. لَوْ  gayr-ı cazim şart harfidir. Cümleye muzâf olur.

فَتَحْنَا  şart fiili olup sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamir  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

عَلَيْهِمْ  car mecruru  فَتَحْنَا  fiiline müteallıktır.  بَاباً  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. 

مِنَ السَّمَٓاءِ  car mecruru   بَاباً ‘in mahzuf sıfatına müteallıktır.

فَ  atıf  harfidir.  ظَلُّوا  istimrar ifade eden, nakıs fiildir. İsmini ref haberini nasb yapar.  ظَلُّوا  damme üzere mebni nakıs mazi fiildir. ظَلُّوا ’nun ismi, cemi müzekker olan و  muttasıl zamiri olarak mahallen merfûdur.

ف۪يهِ  car mecruru  يَعْرُجُونَ  fiiline müteallıktır.

يَعْرُجُونَ  fiili,  ظَلُّوا ’nun haberi olarak mahallen mansubdur.  

يَعْرُجُونَ  fiili  نَ ‘nun sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur.

وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَاباً مِنَ السَّمَٓاءِ فَظَلُّوا ف۪يهِ يَعْرُجُونَۙ

 

وَ  istînâfiyyedir. Müspet mazi fiil sıygasında gelen  لَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَاباً مِنَ السَّمَٓاءِ  cümlesi, şart cümlesidir.

Ayet-i kerime  لَوْ  şart edatının şart kısmından oluşmuştur. Şartın cevabı sonraki ayettir.

Nahivciler  لَوْ  edatını, ‘şart gerçekleşmediği için cevabının da gerçekleşmemesini gerektiren bir edattır’, diye tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle “şart bulunmadığından cevabın da bulunmadığını” ifade eder. (Abdullah Hacibekiroğlu, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler Doktora Tezi)

Nakıs fiil  ظَلّ ’nin dahil olduğu  فَظَلُّوا ف۪يهِ يَعْرُجُونَ  cümlesi, makabline matuftur. 

Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.

ظَلُّ ’nin haberi olan  يَعْرُجُونَۙ , muzari fiil olarak gelmiş ve hükmü takviye, hudûs ve teceddüt ifade etmiştir. Ayrıca muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Car mecrur  ف۪يهِ , önemine binaen amili olan يَعْرُجُونَۙ ’ye takdim edilmiştir.

بَاباً  ’deki tenvin, nev ve tazim ifadesi içindir.

يَعْرُجُونَ  ve  السَّمَٓاءِ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Arapça’da  عروجُ , yükselmek demektir. Kişinin üzerine basarak yukarıya çıkmış olduğu merdivene  مَٓعْرج  denilmesi bundandır. (Fahreddin er-Râzî)


Hicr Sûresi 15. Ayet

لَقَالُٓوا اِنَّمَا سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَسْحُورُونَ۟  ...


لَقَالُٓوا اِنَّمَا سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَسْحُورُونَ۟

 

لَ  harfi لَوْ ’in cevabının başına gelen rabıtadır. قَالُٓوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli  اِنَّمَا سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا  ’dur.  قَالُٓوا  fiilinin mef‘ûlun bihi olarak mahallen mansubdur. 

اِنَّمَا , kaffe ve mekfûfe’dir. Kâffe; men eden, alıkoyan anlamında olup, buradaki  مَا harfidir,  اِنَّ  harfinden sonra gelmiş ve onun amel etmesine mani olmuştur.  اِنَّ ‘nin ameli ise engellenmiştir, yani mekfûfedir.

سُكِّرَتْ  fetha üzere mebni meçhul mazi fiildir.  تْ  te’nis alametidir.

اَبْصَارُنَا  naib-i fail olup lafzen merfûdur. Mütekellim  zamiri  نَا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

بَلْ , idrâb ve atıf harfidir. Önce söylenen bir şeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna “idrâb/  اِضْرَابْ  denir. “Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki” anlamlarını ifade eder.

Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:

1. Kendinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.

2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada, yukarıda olduğu gibi bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Munfasıl zamir  نَحْنُ  mübteda olarak mahallen merfûdur.  قَوْمٌ  haber olup lafzen merfûdur.

مَسْحُورُونَ۟  kelimesi  قَوْمٌ  sıfatı olup ref alameti  وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır. 

سُكِّرَتْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Tef’il babındandır. Sülâsîsi  سكر ’dir.

Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. 

مَسْحُورُونَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  سحر  fiilinin ism-i mef’ûludur.

لَقَالُٓوا اِنَّمَا سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا 

 

Rabıta harfi  لَ  ile gelenلَقَالُٓوا اِنَّمَا سُكِّرَتْ  cümlesi, şartın cevabıdır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Önceki ayetle birlikte terkip, şart üslubunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

قَالُٓوا  fiilinin mekulü’l-kavli,  اِنَّمَا  kasr edatıyla tekid edilmiş isim cümlesi formunda, faide-i haber inkârî kelamdır.

اِنَّمَا  ile kasır üslubu, kâfirlerin sözlerinde çok kararlı olduklarına işaret eder.  سُكِّرَتْ  sıfat/maksûr, اَبْصَارُنَا  mevsuf/maksûrun aleyh olarak, kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur.

اِنَّمَا  edatı; siyakında açıkça veya zımnen bir sorunun olduğu ayetlerde cevap olarak gelir. Muhatap  konunun cahili değildir ve doğruluğuna itiraz etmiyordur ya da bu konuma konulmuştur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi) 

سُكِّرَتْ  ve  مَسْحُورُونَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

İbn Kesir, şeddesiz olarak,  سُكِرَتْ  şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, كِّ ‘nin şeddesiyle  سُكِّرَتْ  şeklinde okumuşlardır. Vahidî şöyle der:  سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا  cümlesinin anlamı, ”Büyü ile gözlerimiz perdelendi ve engellendi, kapandı” şeklindedir. Bu, dilcilerin görüşüdür. Onlar şöyle demişlerdir: Bunun aslı, su fışkırmasın diye yarığı ve çatlağı tıkamak manasına gelen  الْسُكِّرَ  kelimesinden gelmektedir. Böylece sanki o gözler, tıpkı seddin suyun akışına mani olması gibi bakıştan men edilmiş olurlar. Bu fiili şeddeli okumak ise aynı mananın daha fazlasını iktizâ etmektedir.” (Fahreddin er- Râzî)

Hasr ( اِنَّمَا ) ve idrâb (بَلْ ) kelimelerinin birleşmesi şunu kesin olarak göstermektedir ki, gördükleri şey gerçek dışıdır, hatta batıldır, bir çeşit sihir ile hayal görmüşlerdir. (Beyzâvî)

سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا  ifadesinde سكر ’in aslı, Arapların  سَكَرَتْ اَلشَّيئُ  sözlerinden alınmıştır ki, ‘’Onun süregelen akış yolunu kestim’’ demektir. Onların  سَكَرَتْ اَلْمَاءُ  sözleri de bu anlamla ilgilidir; ‘’Suyun akış yolunu çevirdim’’ demektir. Yine rüzgârın esmesi kesilip dindiğinde de   سَكَرَتْ اَلرِّيحُ  derler. Şu halde buradaki şeddeli şeddesiz olarak  سَكَرَتْ اَبْصَارُنَا  ifadesinin anlamı şöyle oluyor: ‘’Görüş alanımızda bir engel ortaya çıktı ve bu engel, gözlerimizin eşyayı gerçek varlığıyla algılamasına, onların asli şekil ve görüntüleriyle görmesine mani oldu.’’ Onlar bu sözleriyle suların akış ve gidiş yollarına set çekilip akışlarının kesilip engellendiği gibi gözlerinin de bağlanıp, eşyayı hakikati üzere görmesinin engellendiğine işaret ediyorlar. Ebu Ubeyde  سُكِّرَتْ اَبْصَارُنَا ifadesinin anlamının ‘’gözlerimiz perdelendi’’ demek olduğunu söylemiştir ki mana aynıdır. Çünkü perdeler gözlerinin eşyaya nüfuz etmesine, bakışlarının serbestçe hedefe yönelmesine engel teşkil eder. (Şerîf er-Radî, Kur’an Mecazları)


 بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَسْحُورُونَ۟

 

بَلْ , idrâb harfidir. İntikal için gelmiştir. Cümle mekulü’l-kavle dahildir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karînelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

مَسْحُورُونَ۟ , haber olan  قَوْمٌ  için sıfattır.

Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır

بَلْ  atıf edatlarından bir tanesidir. Ancak diğer atıf edatları gibi hüküm bakımından atıf görevi görmez. Bu edat, sadece matufu îrab yani hareke bakımından matufun aleyhe atfeder. Anlamsal açıdan ise tersinelik ilişkisi kurar. (Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler (Doktora Tezi) Abdullah Hacıbekiroğlu)
Günün Mesajı
Kur'ân metni, bizzat Hz. Peygamber aleyhissalâtü vesselâm zamanında dört farklı yolla korunuyordu: -Hz. Peygamber, inen her bir âyeti vahiy kâtiplerine yazdırıyor ve Kur'ân'ın neresine konacaksa, oraya koyduruyordu. -Sahabe içinde pek çokları Kur'ân'ı ezberliyordu. -Kur'ân'dan okumak namazda farz olduğu için, bütün Sahabiler Kur'in'dan mutlaka bazı yerleri ezberliyorlardı. Özellikle Peygamber Efendimiz ve Sahabe-i kiram sünnet ve nafile namazlarda kıraati uzun tutmaya dikkat ederlerdi. -Okuma-yazma bilen pek çok Sahabe, meselâ Hz. Ali, İbn Mesud, Ubeyy ibn Kab, İbn Abbas, Ebü Musa el-Eş'ari, Enes ibn Mâlik, Hz. Ayşe, Ümm-ü Seleme, Zeyd ibn Sabit, Abdullah ibn Zübeyr, Salim ve Abdullah ibn Amr, kendilerine Kurân nüshaları yazmış veya yazdırmışlardı.
Sayfadan Gönüle Düşenler

[[Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kur’an Yolu Meal ve Tefsir’inden alıntı: Hicr Suresi 2. ayeti (Zaman olacak, inkar edenler, “Keşke müslüman olsaydık!” diye hayıflanacaklar.) için şöyle bir bölüm geçmektedir:

“Râzî’nin Zeccâc’a isnat ettiği ve benimsediği “İnkârcı kişi, bir azap manzarasıyla karşılaştığında, müslümanın güzel bir durumunu gördüğünde hep kendisinin de müslüman olmadığına hayıflanacaktır.” şeklindeki yorum en isabetli olanıdır. Aslında, âyetin ilk muhatapları Hz. Peygamber’e karşı ilk direnişte bulunup inkâra sapan Mekke müşrikleri olduğuna göre onlar bu pişmanlık halini ilk defa daha Peygamber efendimiz Mekke’yi fethettiği, dolayısıyla müşriklerin müslümanlar karşısında bir daha ayağa kalkamayacak şekilde yıkılıp gittiklerini gördükleri zaman yaşamışlardır; kuşkusuz âhirette müslümanların nâil olacağı nimetleri gördüklerinde onlara daha çok yerinecekler, ettiklerine daha çok pişman olacaklardır.”]]

Allah’a teslim oldum diyerek Allah için yaşamaya çalışmak: dünyadan ahirete bir çok meseleyi insan için kolaylaştırmaktadır. Yükünü hafifletmekte, kalbini sakinleştirmekte ve zihnini berraklaştırmaktadır. Çünkü Allah’ın kulu olduğunu tasdik eden için boşa giden/boşa yaşanan hiçbir şey yoktur. Elinden geleni yapar ve gerisini her halinden haberdar olan Allah’a bırakır. Dünyada ya da ahirette ya da her ikisinde de kazanacağını bilerek bekler: Allah’a dayanarak ve O’ndan isteyerek.

Ey Rabbim! Beni; Sana hakiki ve samimi manada teslim olan ve teslimiyeti kabul olunan kullarından eyle. Beni boş pişmanlıklardan, boş sözlerden ve boş işlerden koru. Dünyalık meseleler karşısında heyecanlanan nefsimi dizginlememde, iki cihanımı da kazanmak umuduyla çabalamamda, karşılaştığım her zorlukta ve kolaylıkta hemen Sana teslim olmamda, dünya ve ahiret işlerinde elimden gelenin en iyisini yapmamda: merhametinle yardım et ve bana yol göster. Benliğimi; Sana teslim olmakta gizlenmiş nice hayırlarla süsle ve güzelleştir.

Rabbim! Elhamdulillah: bana müslümanım demeyi nasip ettiğin için. Beni müslüman olarak yaşat ve canımı müslüman olarak al.

Amin.

***

İnsan özgür bir varlıktır. Kendisine İslam ile beraber özgürlüğünü ne şekilde kullanması gerektiği öğretilmiştir. İnanan kişi, inkarcıların özgürlük anlayışına ve sahip oldukları nimetlere yanlış değer biçip imrenmemesi için uyarılmıştır.

Kalbini doğru kaynaklarla beslememenin üstüne dünya sevgisini taşımaya çalışanın nefsi de semirmiş güçlenmiştir. Elinde olmayan dünyalıklara karşı bir çeşit heves geliştirmiştir. Buna inkarcıların özgürlük anlayışları da dahildir.

Kendi özgürlüğünü keşfetmeyi denemeden reklamı yapılanın peşinden gitmiştir. ‘Müslümanım ama..’ ile başlayan cümleleri kurmayı maharet sanmıştır. ‘Ben de her istediğimi yaparım’ ifadesine kapılıp her yerde boy göstermeye çalışmıştır.

Boş ya da faydasız olduğu bildirilen eğlencelerin içine atılmış ve uyarılara karşı kulaklarını tıkamıştır. Batı dünyasının bakış açısını üstün ve doğru kabul ettiği için bildiği kelimeleri de onların hayatlarından örnekle anlamlandırmıştır. 

Halbuki dünyaya, eğlenceye ve bilime İslam’ın penceresinden bakarak anlamlandırabileceğini sanki kimse ona söylememiştir. İslam’ın gölgesinde, dünya zincirlerinden kurtulanın özgürlüğünün sınırsız oluşunu gözden kaçırmıştır.

Allahım! Bizim özgürlük anlayışımızı Senin rızana uygun hale getir. Her şeyde olması gerektiği gibi özgürlüğünü de doğru yönde değerlendirenlerden eyle. Dünyalık heveslere kapılarak yanlış işlerle meşgul olmaktan muhafaza buyur. Kendimizi yaratılmışlara kabul ettirme çabasına girmekten Sana sığınır ve yalnız Senin için yaşayanlardan olmak için yardımını isteriz. Bize, bizi Sana yaklaştıracak ve bizi iyi müslümanlardan kılacak amelleri sevdir; Senin yolundan saptıracak her türlü amelden ise uzaklaştır. 

Allah’ın emirlerinin üstünlüğüne iman edenlerden, her şeye İslam’ın penceresinden bakanlardan ve doğru yaşayıp doğru ölüp doğru dirilenlerden olmak duasıyla.

Amin.