20 Ekim 2022
Ra'd Sûresi 43-43 / İbrahim Sûresi 1-5 (254. Sayfa)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

Ra'd Sûresi 43. Ayet

وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَسْتَ مُرْسَلاًۜ قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۙ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ  ...


İnkâr edenler, “Sen peygamber değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve bir de yanında kitap (Kur’an) bilgisi bulunanlar yeter.”

Peygamber için “onun gerçek bir Allah elçisi” olduğunu Allah’ın, kendisinin ve bu konuda bilgi sahibi olanların bilmesi yeterlidir. İnanmayanların ona “Sen peygamber değilsin” demeleri tabii ve etkisizdir. 
 “Kitap bilgisine sahip olanlar”dan maksadın kimler olduğu konusunda iki ihtimal vardır: 
a) Bundan maksat Tevrat ve İncil bilgisine sahip olan yahudi ve hıristiyan âlimleridir; çünkü yukarıda belirtildiği üzere (âyet 36) Kur’an amelî konularda bazı farklılıklar getirse de dinin esasları itibariyle önceki kitaplarla uyuşuyor ve onları tasdik ediyordu (Mâide 5/48); ayrıca onların kitaplarında Hz. Peygamber’in evsafı ile ilgili bilgiler ve geleceğine dair müjdeler vardı; dolayısıyla Ehl-i kitap‘tan kendi dinlerine samimiyetle bağlı olanlar Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an’dan da hoşlanıyor ve memnun oluyorlardı. Bu sebeple yüce Allah Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğuna dair onların şahit gösterilmesini elçisine emretmiştir.
 b) Bunlar Varaka b. Nevfel gibi Mekkeliler’den olup yahudi veya hıristiyan olmadıkları halde Tevrat ve İncil’i bilen kimselerdir. Nitekim Hz. Peygamber’e ilk vahiy geldiğinde eşi Hz. Hatice onu Varaka’nın yanına götürmüş, o da Hz. Muhammed’e vahiy getiren meleğin daha önce Hz. Mûsâ’ya vahiy getiren melek olduğunu söylemişti, Mekkeliler de bu olaydan haberdar olmuşlardı (Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3).
 c) Kitap bilgisine sahip olanları belli bir grupla sınırlandırmak yerine, “Allah’ın vahyi, gönderdiği kitaplar konusunda bilgisi olanlar, bunları okuyup anlayarak hakkı bâtıldan ayırma ölçütü kazanmış bulunanlar” şeklinde anlamak daha uygundur. Bu takdirde, yukarıda geçen iki grup dışında, meselâ Kur’an’ı okuyan, bu kitap hakkında yeterli bilgiye sahip olanlar da, “kitap hakkında bilgi sahibi” olanlara dahil sayılacaklardır. Çünkü Hz. Muhammed’in peygamberliğinin en açık ve kesin delili Kur’an’dır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 298-299

وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَسْتَ مُرْسَلاًۜ 

 

Fiil cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. Mahmud Safi istînâfiyye olduğu görüşündedir.

و : Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ve matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَقُولُ  merfû muzari fiildir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ, fail olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  كَفَرُوا ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.

كَفَرُوا  damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Mekulü’l-kavli, لَسْتَ مُرْسَلاً ’dir.  يَقُولُ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

لَسْتَ  nakıs camid fiildir.  كَانَ  gibi isim cümlesinin başına gelir, ismini ref haberini nasb eder.

تَ  muttasıl zamiri  لَيْسَ ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. مُرْسَلاً  kelimesi  لَيْسَ ’nin haberi olup lafzen mansubdur. 


 قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۙ 

 

Fiil cümlesidir.  قُلْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir.

Mekulü’l-kavli,  كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً ‘dir.  قُلْ  fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.

كَفٰى  elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هُو ’dir.

بِ  zaiddir.  للّٰهِ  lafza-i celâli lafzen mecrur,  كَفٰى  fiilinin faili olarak mahallen merfûdur. 

شَهٖيداً  temyiz olup lafzen mansubdur. 

Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

بَيْن۪ي  mekân zarfı,  شَه۪يداً ‘e müteallıktır. Mütekellim zamiri  ي  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

بَيْنَكُمْ  mekân zarfı atıf harfi  وَ ‘la makabline matuftur.


وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ

 

وَ  atıf harfidir.  مَنْ  müşterek ism-i mevsûl atıf harfi  وَ ‘la lafza-i celâle matuf olup lafzen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ ‘dir. İrabtan mahalli yoktur.

عِنْدَهُ  mekân zarfı, mahzuf mukaddem habere müteallıktır. Muttasıl zamir  هُ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

عِلْمُ  muahhar mübteda olup lafzen merfûdur.  الْكِتَابِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَسْتَ مُرْسَلاًۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir. Cümle müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Muzari fiil teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir.

Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması tahkir kastının yanında sonraki habere dikkat çekmek içindir. Müsnedün ileyhin ismi mevsûlle marife kılınması onların adını yahut sıfatlarını açıkça söylemekten imtina edilmesi sebebiyle olabilir.

Has ism-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılası olan  كَفَرُوا , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Mazi fiil sıygasında gelerek sebat, temekkün ve istikrar ifade etmiştir.

يَقُولُ  fiilinin mekulü’l-kavli ise, menfi nakıs fiil  ليس ’nin dahil olduğu isim cümlesi formunda gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Bu cümle, bu sözün onlar tarafından defalarca söylendiğine işaret etmek ve onların doğruluk delillerini gördükten sonra da yalanlarına devam etmelerindeki acayip hallerini canlandırmak için muzari fiil olarak gelmiştir. (Âşûr)

 

قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يداً بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۙ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ

 

Beyanî istînâf olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi şibh-i kemâli ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır. قُلْ  fiilinin mekulü’l-kavli müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Tekid ifade eden zaid  بِ  harfi nedeniyle mecrur olan lafza-i celâl, fiilin faili olarak merfû mahaldedir. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla  اللّٰهِ  isminde tecrîd sanatı vardır.

Sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelerek mübalağa ifade eden  شَه۪يداً  temyizdir. Temyiz, anlamı kuvvetlendiren ıtnâb sanatıdır. Kelimenin nekreliği tazim ifade eder.

َشَه۪يد  kelimesi  شَاهِدُ ’nun mübalağasıdır.  شَاهِدُ , bir hadise vukua gelirken orada olup hadisenin vukuunu gözüyle görendir. Hadise yerine uzak olanlar gözleriyle göremeyeceklerinden, başka vasıta ile olayı öğrenseler bile onlara şahit denmez. Şehit, insanların hazır bulunmadıkça bilemedikleri şeyleri bilen, gören ve haberi olandır.

بَيْنَ  kelimesinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.

Allah’ın şahit olarak kâfi olduğu sözünde tağlîb vardır. Allah sadece şahit olarak değil, basîr, semî, hafîz vs. olarak da yeter. 

مَنْ  müşterek ism-i mevsûlu atıf harfi  وَ ‘la lafza-i celâle matuftur.

İsm-i mevsûlun sılası olan  عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ  cümlesi, sübut ifade eden isim cümlesi formunda gelmiştir.

Cümlede takdim tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  عِنْدَهُ , mahzuf mukaddem habere müteallıktır.  عِلْمُ  muahhar mübtedadır. 

عِلْمُ الْكِتَابِ  şeklindeki izafet veciz ifade kastına matuftur.

Ayette latif bir kinaye vardır. ”İlmül kitap”, Peygamber Efendimize inanarak onun risaletinin doğruluğuna şahitlik eden yahudi hahambaşı Abdullah ibni Selam’ın sözünden kinayedir. (Sâbûnî, İbdâul Beyan)

“Bir de yanında kitap bilgisi olanın şahitliği yeter” ile kastedilen Kur’an ve onun mucize nazmı hakkında bilgisi olan, yahut Tevrat bilgisi olan ki o da İbn Selâm ve aynı gruptan olanlardır ya da Levh-i Mahfûz bilgisi olan ki o da Allah Teâlâ’dır. Yani ibadeti hak eden ve Levh-i Mahfûz’dakini yalnız kendisi bilenin şahitliği yeter ki içimizden yalancı olanı rezil eder. Bunu kesra ile  ومِنْ عِنْدِهِ  şeklinde okuyuş da destekler.  عِلْمُ الْكِتَابِ  birinciye göre zarf ile merfû’dur, çünkü mevsûle (مَنْ) itimat etmiştir. Mübteda olup zarfın da haberi olması da caizdir ki bu da sadece ikinci okuyuşta olur. Harf-i cer ve meçhul sıygası ile  و مِنْ عِنْدِهِ عُلِمَ الكتاب  olarak da okunmuştur. (Beyzâvî) 

Meşhur kıraate göre  مَنْ عِنْدَهُ  şeklinde okunması, “Nezdinde, kitap ilmi olan kimse” demek olur.  مِنْ عِنْدِهِ  şeklinde okunmasına göre kelamın başındaki  مِنْ , ibtidâ-i gaye, (yani, mesafenin başlangıcını) ifade etmektedir. Yani, “kitabın ilmi, Allah katından başlamaktadır” şeklinde olur. (Fahreddin er-Râzî)

Müsnedün ileyh olan küfredenlerin, tevcih manası ihtiva eden ism-i mevsûlle belirlenmesi tahkir ve kınama amaçlıdır.

Sure Kur’an’la ilgili ayetlerle başlamıştı. Son ayet de yine Kur’an’la ilgilidir. Surenin başıyla sonu arasındaki bu anlam ilişkisi teşâbüh-i etrâf ve reddü'l-acüz ale's-sadr sanatıdır. 

يَقُولُ - قُلْ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr,  بَيْن۪ي - بَيْنَكُمْۙ kelimeleri arasında reddü’l-acüz ale’s-sadr vardır.

Kur’an-ı Kerim’in her suresinde olduğu gibi bu surenin de sona erişi hüsn-i intehâ sanatının güzel bir örneğini teşkil etmektedir.

Surenin genelinde olduğu gibi son sayfadaki ayetlerin fasılaları da dikkate şayandır. Fasılalar surenin okunuşuna apayrı bir musiki katmaktadır. Bu özellik Kur’an’ı dinleyen kişide derin bir tesir bırakır. Ayet sonlarındaki bu mükemmel uyum, seci sanatının en güzel örneklerindendir.

كَفى  fiilinin faili olan lafza-i celâlin önüne gelen  بِ  harfi tekid içindir. Terkibin aslı كَفى اللَّهُ  şeklindedir. 

شَهِيدًا  kelimesi hal veya temyizdir. Yani  كَفى اللَّهُ مِن جِهَةِ الشّاهِدِ (Şahitlik bakımından Allah kâfidir.) demektir. 

الكِتابِ  kelimesindeki tarif; cins içindir, Tevrat ve İncil’i ifade eder. (Âşûr)
İbrahim Sûresi
Mekke döneminde inmiştir. 52 âyettir. İçinde Hz. İbrahim’den ve ailesinden söz edildiği için bu adı almıştır. Sûre de başlıca imanın temel konuları olan Allah’a iman, peygamberlere iman, öldükten sonra dirilme ve hesap ele alınmaktadır.
Mushaftaki sıralamada on dördüncü, iniş sırasına göre yetmiş ikinci sûredir. Nûh sûresinden sonra, Enbiyâ sûresinden önce nâzil olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğuna göre sûrenin tamamı Mekke döneminde inmiştir; 28 ve 29. âyetlerin Medine döneminde Bedir Savaşı’na katılan müşrikler hakkında indiğine dair rivayetler de vardır (Taberî, XIII, 219-223).
Sûre Allah’ın varlığı ve birliği, vahiy, peygamberler, öldükten sonra dirilme ve sorgulanma gibi temel inanç konularını ana hatlarıyla içermektedir. Bu çerçevede getirilen deliller, insanların aydınlatılması için indirilmiş olan vahiy, insanları Allah yolundan alıkoyanların kınanması, peygamberlerin görevleri, Hz. Mûsâ’nın peygamberliği ve kıssasından bazı kesitler, peygamberlere karşı olumsuz tavır takınanların başlarına gelen sıkıntılar, Allah’a güvenme ve itaat etmenin önemi, âhiret halleri, inkârcıların dünyadaki amellerinin değeri, âhirette şeytanın suçlulara karşı tavrı, orada müminlere verilen mükâfat, inkârcılara verilen ceza, Hz. İbrâhim’in duası, son olarak Kur’an’ın insanlığa gönderilmiş bir mesaj oluşu gibi konulara da temas edilmiştir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  ...

İbrahim Sûresi 1. Ayet

الٓـرٰ۠ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِـاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ  ...


1-2. Ayetler Meal  :   
Elif Lâm Râ. Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, mutlak güç sahibi ve övgüye lâyık, göklerdeki ve yerdeki her şey kendisine ait olan Allah’ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır. Şiddetli azaptan dolayı vay kâfirlerin hâline.

Bazı sûrelerin başında bulunan bu harflere “hurûf-i mukattaa” denir (bilgi için bk. Bakara 2/1). Bu harflerden sonra genellikle kitaptan, âyetlerden veya vahiyden söz edilir. Burada da aynı üslûp kullanılmıştır.
 Hz. Peygamber’e indirilen kitaptan maksat Kur’an’dır. Allah Teâlâ cehalet, inkâr, bâtıl inanç gibi durumları zulumât (karanlık); bilgi, iman, hidayet gibi hasletleri de nûr (aydınlık) olarak nitelemiştir.
“Rablerinin izniyle” ifadesi Hz. Peygamber’in bu görevi kendiliğin-den değil, Allah’ın emri ve iradesiyle yerine getirdiğine işaret eder. Bir anlayışa göre de bu ifade peygamberin görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu; hidayete erdirmenin ise Allah’ın izin ve iradesine bağlı bulun-duğunu gösterir. Göklerin ve yerin mülkiyet ve yönetimini elinde bulun-duran Allah, doğru yolu bulmak isteyenleri doğru yola iletir; böyle bir kudreti bırakıp da O’nun yarattığı varlıklara tanrı diye tapanları da kendi hallerine bırakır, sapkınlıkları içerisinde bocalar dururlar; bunlar irade ve tercihlerini yanlış yönde kullandıkları için yüce Allah bunları şiddetli bir azap ile tehdit etmektedir.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 302
 صرط Sarata : صِراطٌ doğru yoldur. Bu kavram سِراطٌ şeklinde de telaffuz edilmiştir ki kolay yol manasına gelir. Ya gideninin kendisini yuttuğu ya da kendisinin gidenlerini yuttuğu tasavvur edilerek yol için ‘lokma’ tabiri de kullanılmıştır. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de sadece isim türevleriyle 45 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli sırattır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

الٓـرٰ۠ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِـاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ

 

الٓـرٰ۠  hurufu mukatta harfidir. İrabdan mahalli yoktur.

İsim cümlesidir.  كِتَابٌ  mahzuf mübtedanın haberidir. Takdiri, هذا  (bu) şeklindedir.

اَنْزَلْنَاهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

اِلَيْكَ  car mecruru  اَنْزَلْنَاهُ  fiiline müteallıktır.

لِ  harfi,  تُخْرِجَ  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir.

أَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harf-i ceriyle birlikte  اَنْزَلْنَاهُ  fiiline müteallıktır.

تُخْرِجَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir.

النَّاسَ  mef’ûlün bih olup fetha ile mansubdur. 

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan  حَتّٰٓى ’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (  وَ  )’den sonra, 6) Sebep fe (  فَ  )’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

مِنَ الظُّلُمَاتِ  car mecruru  تُخْرِجَ  fiiline müteallıktır. اِلَى النُّورِ  car mecruru  تُخْرِجَ  fiiline müteallıktır.

بِـاِذْنِ  car  mecruru  تُخْرِجَ ‘deki faili mahzuf haline müteallıktır. Takdiri;  ملتبسا بإذن ربّهم (Rablerinin izniyle beraber olarak) şeklindedir.  

رَبِّهِمْ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir  هِمْ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اِلٰى صِرَاطِ  car mecruru اِلَى النُّورِ ‘den bedeldir. الْعَز۪يزِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

الْحَم۪يدِ  kelimesi الْعَز۪يزِ ‘den bedel veya sıfattır.

الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِ  kelimeleri sıfat-ı müşebbehe kalıbıdır.

Sıfat-ı müşebbehe; benzeyen sıfat demektir. İsm-i faile benzediği için bu adı almıştır. İsm-i failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde sıfat-ı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsm-i fail değişen ve yenilenen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

الٓـرٰ۠ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِـاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ

 

Kelama en güzel giriş şekillerinden biri de kelamın konusuyla alakalı bir şeyle başlamaktır. Böylece kelamın maksadına işaret edilmiş olur. Surenin bu ilk ayeti berâat-i istihlâl sanatının güzel bir örneğidir. Hurûf-u mukattaa ile başlayan bütün sureler buna örnektir. Çünkü muhatabın dikkatini celbeder ve dinlemeye teşvik eder. (Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi).

Tefsir alimleri surelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur’an-ı Kerim’de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah’ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, Yüce Allah’ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı müteşabih ayetler arasında yer alırlar. Bunlar hakkında bir şey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah’tan geldikleri gibi okuruz. (Kurtubî)

Aynı mukattaa harfleriyle başlayan surelerin aralarında mana veya konu açısından bir yakınlık vardır.

Surenin ilk ayeti ibtidaiyyedir. 

İsim cümlesi formunda, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır.  كِتَابٌ ’un, takdiri  هذا  (bu) olan haberi mahzuftur. 

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

اَنْزَلْنَاهُ  cümlesi,  كِتَابٌ  için sıfat konumundadır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

اَنْزَلْنَاهُ  fiilindeki  نَا  zamiri Allah’a ait azamet zamiridir.

Allah Teâlâ, Kur'an'da ne zaman kendisinden azamet zamiriyle bahsetse hemen öncesinde veya sonrasında vahdaniyetinin bilinmesi için kendisine ait tekil bir zamir gelir. (Fâdıl Sâlih es-Sâmerrâî, Ala Tarîqi't Tefsîri'l Beyânî, C. 2, S. 467)

Sebep bildiren harf-i cer  لِ nin gizli  أنْ le masdar yaptığı  لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ  cümlesi, mecrur mahalde olup başındaki harf-i cerle birlikte  اَنْزَلْنَاهُ  fiiline müteallıktır. 

Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ  (İnsanları, karanlıklardan aydınlığa çıkarman için) cümlesinde istiare vardır. Şöyle ki  الظُّلُمَاتِ  [karanlıklar] inkâr ve sapıklık,  النُّورِ [aydınlık] ise hidayet ve iman için müstear olarak kullanılmıştır.

Beyzâvî ayetin  مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ  ifadesini, aydınlığa karanlıklardan yani:  اىْ مِنْ اَنْوَاعِ اَلضَّلاَلِ اِلَى اَلْهُدَى  insanları çeşitli sapıklıklardan hidayete çıkarman için” şeklinde açıklamıştır. Müfessirimiz bu ifadesiyle  الظُّلُمَاتِ  (karanlık) lafzının dalal (sapkınlık) için, النُّورِ (aydınlık) lafzının ise hidayet için müstear olarak kullanıldığına işaret etmiştir. ‘Çeşitli sapkınlıklar’ tabiriyle de şunu anlatmak istemiştir:  الظُّلُمَاتِ  lafzı cemi olarak gelmiştir. Zira dalaletin; cehalet, hevaya uyma, vesveseleri ve küfre götüren şüpheleri kabul etme gibi türleri vardır. İmana götüren tek şey ise hidayettir. Bundan dolayı  الظُّلُمَاتِ  lafzı cemi olarak dalalet lafzı yerine istiare edilmişken, النُّورِ  lafzı tekil olarak hidayet yerine istiare edilmiştir. (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı, Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi, Âşûr) 

Cenab-ı Hak, küfrü ancak zulümata (karanlıklara) benzetmiştir. Çünkü küfür, insanın hidayet yolundan şaştığı halin en ileri noktasıdır. Hak Teâlâ imanı da nura (ışığa) benzetmiştir. Çünkü bu, hidayet yolunun sayesinde aydınlanacağı en ileri şeydir. (Fahreddin er-Râzî)

الظُّلُمَاتِ'ın  çoğul, النُّورِ 'un tekil ifade edilmesi, küfür ve bid’at yollarının pekçok; hayır yolunun ise tek olduğunu göstermektedir. (Fahreddin er-Razi)

Burada istiarenin gerçekleştiği  الظُّلُمَاتِ  ve النُّورِ  kelimeleri isim olduğu için bu istiare, istiare-i asliyye olarak anılmaktadır.  (Süleyman Gür, Kâzî Beyzâvî Tefsîrinde Belâgat İlmi Ve Uygulanışı, Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi) 

اَنْزَلْنَاهُ  ile  رَبِّهِمْ  kelimeleri arasında mütekellimden gaibe geçişe güzel bir iltifat sanatı vardır. (Müşerref Ulusu (Ülger), Arap Dili Ve Belâgatı İltifat Sanatı)

الظُّلُمَاتِ  ile النُّورِ kelimeleri arasında müfred ve cemi arasında güzel bir iltifat sanatı vardır.(Müşerref Ulusu (Ülger), Arap Dili Ve Belâgatı İltifat Sanatı)

بِـاِذْنِ رَبِّهِمْ  [Rabblerinin izniyle]  ibaresindeki  بِـ  harfi;  لِتُخْرِجَ  fiiline taalluk etmektedir. Burada fiilin Peygambere (sav) izafe edilmesinin sebebi, davet edenin, uyarıp hidayete çağıranın kendisi oluşu dolayısıyladır.

بِـاِذْنِ رَبِّهِمْ  [Rablerinin izniyle] yani O’nun kolaylaştırması, müyesser kılması ile. Bu ifade, perdenin kaldırılarak işin kolaylaştırılması anlamındaki izin ifadesinin istiare olarak kullanımıdır. Allah’ın onlara kolaylaştırması ise kendilerine ihsan ettiği lütuf ve muvaffakiyet sayesinde olur. (Keşşâf)

Veciz anlatım kastıyla gelen  رَبِّهِمْ  izafetinde Rab ismine muzâfun ileyh olan  هِمْ  zamirinin ait olduğu kişiler, şan ve şeref kazanmıştır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde Rabb, Azîz ve Hamîd isimlerinin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. 

 اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ  [Azîz, Hamîd olanın yoluna] ibaresinin de -araya  و  harfi getirmeksizin- gelmesi; “Akıllı, faziletli Zeyd’in yanına gittim” demeye benzer. و harfinin getirilmeyiş sebebi ise her iki sıfatın da aynı kişiye ait oluşudur.

“Aziz”in hiçbir kimsenin mağlup edemediği kimse anlamında olduğu söylendiği gibi, mülk ve saltanatında kendisine erişilemeyen, O’na zarar verilemeyen anlamında olduğu da söylenmiştir. (Kurtubî)

اِلٰى صِرَاطِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ  ifadesi amilin tekrarı ile  اِلَى النُّورِ ‘den bedeldir.

Bedel, kapalı bir ifadeyi açmak, açık olanı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

صِرَاطِ  kelimesi ‘yol’ demektir. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir. Müşebbeh (müstearun leh) hazf edilmiş müstearun minh kalmıştır. Tasrihî istiaredir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

صِرَاطِ ‘ın Allah’a izafesi ya maksat o olmasından ya da yolu gösterenin kendisi olmasındandır. Azîz ve hamid sıfatlarının özellikle seçilmesi şunu göstermek içindir ki o yolundan gideni hor etmez ve onu izleyeni eli boş döndürmez. (Beyzâvî)

Allah Teâlâ, Azîz vasfını Hamîd vasfından önce zikretmiştir. Çünkü doğru olan şudur: Allah Teâlâ’yı bilmenin başlangıcı, O’nun Kādir, sonra Âlim ve sonra herşeyden müstağni olduğunu bilmektir. Azîz, kādir demektir; hamîd ise, âlim ve müstağni olması demektir. Binaenaleyh Allah’ın kādir olduğunu bilmek, O’nun herşeyi bilen ve herşeyden müstağni olan olduğunu bilmekten önce geldiği için Aziz ismini Hamîd isminden önce zikretmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Kuran’ı Kerim’deki bütün surelerde olduğu gibi bu surenin de başlangıç ayeti, sureye uygun ve yerinde bir başlangıç olup, anlamı açık, kapalılıktan uzaktır.

Alimler, Kur’an-ı Kerim surelerinin başlangıçlarındaki ibdâ’ /örneksiz olarak yaratmaya dikkat çekmişlerdir. (Allân, el-Bedî‘ fi’l-Kur’ân, s. 321)

Eğer muhatabın kulağına ilk çarpan şeyin düzeni güzel ve anlamı doğru olursa, muhatap söze yönelir ve tamamına dikkat kesilir. Aksi takdirde sözün geri kalan kısmı son derece güzel olsa da muhatap ondan yüz çevirir. (Sa‘îdî, Buğyetu’l-Îzâh, s. 148; Şîrâzî, el-Belîğ, s. 317)

الظُّلُمَاتِ - النُّورِ ckelimeleri arasında tıbâk-ı îcab,  الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ  ve  النُّورِ - كِتَابٌ kelimeleri arasında ise mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

الْعَز۪يزِ - الْحَم۪يدِۙ  kelimeleri arasında muvazene ve mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Azîz ve Hamîd olanın yolu ifadesinden sonra Allah lafzı ve sıfatlarının söylenmesi Allah (cc)‘nun azamet ve yüceliğini vurgulamak ve zihinlerde yerleştirmek için yapılan ıtnâbtır.

ـاِذْنِ , huzura girmek isteyenlere kapıyı açmaktır,  ـاِذْنِ ‘in  bu manasıyla bütün insanlar için geçerli olduğu açıktır. (Ebüssuûd)

Burada Allah’ın yüce sıfatları arasından العَزِيزِ الحَمِيدِ  isimlerinin tercih edilmesi makama münasip olması dolayısıyladır. Çünkü Azîz; yenilmeyen, daima galip olan demektir. Kitap'ın indirilmesi, Allah'ın insanlardan istediklerinin sahih olduğunun bir delilidir, böylece onunla ihtilafa galip gelecek ve insanların aleyhine delil oluşturacaktır. (Âşûr)


İbrahim Sûresi 2. Ayet

اَللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍۙ  ...


 ويل Veyele : وَيْلٌ çirkinlik, kötülük ve belânın ortaya çıkması halinde söylenen hüzün, helak ve zorluk manası taşıyan bir yanma yakılma ifadesidir. Olup bitene çokça üzülmek/kederlenmek için de kullanılır. Cehennemde bir vadidir diyenler sözlük anlamının bu olduğunu kastederek bunu söylememişlerdir. Bilakis Yüce Allah’ın bu kelimeyi kendisine hitaben söylediği kimsenin Cehennem’de ateşten bir yeri hakettiğini ifade etmekte olduğunu anlatmak istemişlerdir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de iki isim türeviyle birlikte 40 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekli veyl olsundur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)

اَللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ 

 

اَللّٰهِ  lafza-i celâli,  الْحَم۪يدِ ‘den veya  الْعَز۪يزِ ‘den bedeldir.  الَّذ۪ي  müfred müzekker has ism-i mevsûl,  اَللّٰهِ  lafza-i celâlinin sıfatı olarak mahallen mecrurdur. İsm-i mevsûlun sılası  لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ ‘dir. Îrabtan mahalli yoktur.

لَهُ  car mecruru mahzuf mukaddem habere müteallıktır.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا  muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.  فِي السَّمٰوَاتِ  car mecruru mahzuf sılaya müteallıktır.

مَا فِي الْاَرْضِ  ifadesi atıf harfi  وَ ’la  makabline matuftur.

Allah lafzının sıfatı olarak ism-i mevsûlun gelmesi tarif için değil daha çok yüceltme içindir. Çünkü diğer mevcudatın sahibi olmak büyük bir sıfattır ve Allah Teâlâ muhatap tarafından bilinmektedir. Bu kullanımda Allah’tan başka diğer ilâhların yolunun, sahibinin noksanlığı dolayısıyla maksuda ulaştırmadığına tariz vardır. Sılada semavat ve arzın sahibi olmayan putlara tapan müşriklere tariz manası idmâc edilmiştir. (Âşûr) 


 وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍۙ

 

İsim cümlesidir. وَ  atıf harfidir.  وَيْلٌ  mübteda olup lafzen merfûdur.  لِلْكَافِر۪ينَ  car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.  الْكَافِر۪ينَ ‘nin cer alameti  ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar. 

مِنْ عَذَابٍ  car mecruru  وَيْلٌ ‘un mahzuf sıfatına müteallıktır.  شَد۪يدٍ  kelimesi  عَذَابٍ sıfatıdır.

كَافِر۪ينَ  kelimesi sülâsî mücerred olan  كفر  fiilinin ism-i failidir.

İsm-i fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَللّٰهِ الَّذ۪ي لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ 

 

Lafza-i celâl, önceki ayetteki Hamîd veya Azîz isimlerinden bedeldir. Müstenefe olan ayetin fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir.

Bedel, kapalı bir ifadeyi açmak, açık olanı kuvvetlendirmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

Allah lafzı için sıfat konumundaki has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي ‘nin sılası olan  لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ , isim cümlesi formunda faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır.  لَهُ , mahzuf mukaddem habere müteallıktır. 

Car mecrurun takdimi kasr ifade etmiştir. Yani göklerde ve yerde bulunan şeyler sadece onundur. Başkasının değildir.

Müşterek ism-i mevsûl  مَا , muahhar mübteda konumundadır.  فِي السَّمٰوَاتِ , ism-i mevsûl  مَا ’nın mahzuf sılasına müteallıktır. Aynı üslupta gelen ikinci ism-i mevsûl birinciye matuftur. Atıf sebebi tezâyüftür. 

السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

مَا - فِي  kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

الَّذ۪ي - مَا  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

Aziz varlığın kim olduğu hususunda bir şüphe hasıl olmuş, bundan dolayı da, Cenab-ı Hak, “Allah ki göklerde ve yerde olan her şey O’nundur” ifadesini ona atfetmiştir. Böylece de, o şüpheyi izale etmiştir. (Fahreddin er-Râzî)

Allah lafza-i celâli müştak değildir. Müştak isim, kendisi için bir müştakın 

 minh (türediği kelime) bulunması gereken şeydir. Mesela, esved (siyah) kelimesi ‘kendisinde siyahlık bulunan şey’; nâtık (konuşan) kelimesi de, ‘kendisinde konuşmanın meydana geldiği şey’ demektir. Binaenaleyh eğer, Allah kelimesi, herhangi bir manadan iştikak etmiş (türemiş) bir isim olsaydı, o zaman onun, bir müştakun minhinin olduğu anlaşılırdı ki o takdirde bu mefhum, bizatihi (mefhum olarak) müşterekliğe mani olan bir durum ihtiva etmeyen külli bir mefhum olurdu. 

Binaenaleyh eğer, “Allah” lafza-i celâli müştak bir  lafız olsaydı, o zaman, müşterek olmayı mümkün kılan bir mefhum olurdu. Eğer durum gerçekte böyle olsaydı, bizim “Lâ ilahe illallah” (Allah'tan başka ilah yoktur) şeklindeki sözümüz, tam bir tevhidi ifade etmiş olmazdı. Çünkü bu sözde müstesna olan Allah lafzı olup, kendisinde ortaklığın bulunmasına mani bir lafız olmamış olurdu. Ümmet, “Allah’tan başka ilah yoktur” sözümüzün, sırf tevhidi ifade ettiğinde ittifak ettiğine göre, biz Allah lafzının bir alem (özel) isim olduğunu anlamış oluruz. 

Biz, Allah Teâlâ’nın diğer sıfat ve isimlerini söylemek istediğimizde, önce “Allah” lafzını söyler, sonra bunu o sıfatlarla tavsif ederiz. Mesela, هُوَ اللهُ الَّذِى لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ  deriz. Bizim, bunu ters çevirip de,  اَلرَّحْمٰنُ الرَّحِيمُ الله  dememiz mümkün değildir. Allah lafzının, Hak Teâlâ'nın zatının alem ismi, diğer kelimelerin ise O'nun sıfatlarına delalet eden lafızlar olduğunu anlarız. (Fahreddin er-Râzî)


 وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍۙ

 

Önceki ayetteki  كِتَابٌ ‘e matuf olan cümle, mübteda ve haberden oluşmuş faide-i haber ibtidaî kelamdır. Zamandan bağımsız, sübut ifade eder.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur  لِلْكَافِر۪ينَ , mahzuf habere müteallıktır.

Cümlede müsnedin ileyh olan  وَيْلٌ  kelimesinin nekre gelmesi tahkir ifade eder.

Cümle haber formunda geldiği halde muktezâ-i zâhirin hilafına olarak beddua manası taşıdığı için mecaz-ı mürsel mürekkebtir.

وَيْلٌ  cehennemde bir vadi olarak bilinen bir kelimedir. Beddua manasında olduğu için nekre gelmesine cevaz verilir.  وَيْلٌ : azap, küçük düşürme, sıkıntı, felaket, yazık eyvah manasına gelir. Helake sebep bir işin içine düşen kişi veyl diye feryat eder. 

وَيْلٌ , helak olsun demektir. (Elmalılı) 

وَيْلٌ  kelimesi fiil olmayan bir mastardır. Mef’ûlu mutlak şeklinde mansub olarak gelir. Sebat ifadesi için merfû olur. (Âşûr)

شَد۪يدٍ  kelimesi,  عَذَابٍ  için sıfattır. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır.

عَذَابٍ  kelimesindeki tenvin, azabın tasavvur edilemeyecek evsafta olduğuna işaret eder.

Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için kullanılan bir açıklama biçimidir. Sıfatın kullanılmasının, matbusunun daha iyi tanınması, övülmesi, yerilmesi, pekiştirilmesi, acındırılması, kapalılığının giderilmesi, tahsis edilmesi gibi maksatları vardır. Itnâb, bazen de sıfatlar vasıtasıyla yapılmaktadır. (Ar. Gör. Ömer Kara, Belâgat İlminde İki İfade Biçimi: Itnâb-Îcâz (I) Kur’an Metninin Anlaşılmasındaki Rolü Üzerine Bir Deneme)

وَوَيْلٌ لِلْكَافِر۪ينَ مِنْ عَذَابٍ شَد۪يدٍ  [Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlere]  ibaresi kitabı inkâr eden ve o sebeple karanlıklardan aydınlığa çıkamayan için tehdittir.  وَيْلٌ  kelimesi kurtuluş manasındaki  وأل  kelimesinin zıddıdır. Aslı masdar olduğu için nasbtır, ancak çekimli olmadığından sebat ifade etmesi için merfû olmuştur. (Beyzâvî)

Cenab-ı Hak, en büyük azabı ifade eden  وَيْلٌ  ile tehdit etmiş olduğu o kâfirlerin sıfatını beyan etmiştir. Onların sıfatlarından üç çeşidi zikretmiştir.

1- اَلَّذٖينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ [Onlar dünya hayatını, ahiretten üstün tutup severler] 

2- وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبٖيلِ اللّٰهِ [Allah’ın yolundan alıkoyarlar].

3- وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا [Onu eğriliğe çevirmek isterler] (Fahreddin er-Râzî)


İbrahim Sûresi 3. Ayet

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاًۜ اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ بَع۪يدٍ  ...


Dünya hayatını ahirete tercih edenler, (insanları) Allah yolundan çevirip onu eğri ve çelişkili göstermek isteyenler var ya, işte onlar derin bir sapıklık içindedirler.

“Tercih edenler” diye tercüme ettiğimiz yestehibbûne fiili, “sevmek” mânasındaki muhabbet kelimesinin türevlerinden olup inkârcıların dünya hayatını âhireti unutturacak derecede sevdiklerini, ona bağlandıklarını, bu sebeple onu âhiret hayatına tercih ettiklerini belirtmektedir. Âyette dünya hayatını ölçülü olarak sevenler değil, onu âhiret hayatına tercih edenler kınanmıştır (Râzî, XIX, 78). Zira Kur’an insanın, hayatı ve yaşamak için gerekli olan dünya nimetlerini sevmesini yasaklamamış, aksine dünya nimetlerinin insan için yaratıldığını bildirmiş, onlardan en güzel şekilde faydalanmasını teşvik etmiştir (krş. Bakara 2/201; A‘râf, 7/31-32; Kasas 28/77).
 İnkârcılar aynı zamanda İslâm’a, onun kutsal değerlerine ve bağlılarına karşı kin ve düşmanlık besleyerek yalan, iftira, hile ve tehdit gibi çeşitli yöntemlerle Allah’ın dinini kötü gösterip maddî ve mânevî imkânları kullanarak başkalarının İslâm’a girmesini engellemeye kalkışmalarından dolayı da kınanmışlardır.

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 302

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاًۜ 

 

Cemi müzekker has ism-i mevsûl  اَلَّذِينَ , mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَسْتَحِبُّونَ ‘dir Îrabtan mahalli yoktur.

يَسْتَحِبُّونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

 الْحَيٰوةَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  الدُّنْيَا  kelimesi  الْحَيٰوةَ ’nin sıfatı olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur.

عَلَى الْاٰخِرَةِ  car mecruru  يَسْتَحِبُّونَ  fiiline müteallıktır.    

وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ  cümlesi atıf harfi  وَ ‘la sılaya matuftur.

يَصُدُّونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir.  Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

عَنْ سَب۪يلِ  car mecruru  يَصُدُّونَ  fiiline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

يَبْغُونَهَا عِوَجاً  cümlesi atıf harfi  وَ ’la sıla cümlesine matuftur.

يَبْغُونَهَا  fiili  نَ ‘un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul  و ’ı fail olup mahallen merfûdur.

Muttasıl zamir  هَا  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

عِوَجاً  hal olup fetha ile mansubdur.

Hal, cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zül-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubdur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir.

Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 

2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 

3. Şibh-i cümle olan hal (Harf-i cerli veya zarflı isim).

Burada hal isim cümlesi olarak gelmiştir. Hal, (olumlu) isim cümlesi olarak geldiğinde umumiyetle başına “و  ve zamir” veya yalnız “و ” gelir. Bazen “و ” gelmediği de olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يَسْتَحِبُّونَ  fiili, sülâsî mücerrede üç harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İstif’âl babındadır. Sülâsîsi  حبب ’dir.

Bu bab fiile talep, tehavvül, vicdan, mutavaat, ittihaz ve itikat gibi anlamlar katar.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


 اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ بَع۪يدٍ

 

Cümle  اَلَّذ۪ينَ ‘nin haberi olarak mahallen merfûdur.  İsim cümlesidir.  اُو۬لٰٓئِكَ  ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.

ف۪ي ضَلَالٍ  car mecruru mübtedanın mahzuf haberine müteallıktır.  بَع۪يدٍ  kelimesi  ضَلَالٍ ‘in sıfatıdır.

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاًۜ 

 

Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır. İsim cümlesi formunda geldiği için sübut ve devamlılık ifade eder.

Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle gelmesi habere dikkat çekmek ve bahsi geçenleri tahkir içindir.

İsm-i mevsûlün sılası   يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ  müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

İsim cümleleri sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa, asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

الدُّنْيَا  kelimesi  الْحَيٰوةَ ’nin sıfatıdır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.

İsm-i mevsûl  الَّذ۪ينَ ’nin sılasına hükümde ortaklık sebebiyle atfedilen  يَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

سَب۪يلِ اللّٰهِ  izafeti, lafza-i celâle muzâf olan  سَب۪يلِ  için şan ve şeref ifade eder.

سَب۪يلِ اللّٰهِ  ibaresinde istiare vardır.  سَب۪يلِ  kelimesi yol demektir. Allah’ın dini anlamında müsteardır. Hedefe ulaştırması bakımından benzer oldukları için din, yola benzetilmiştir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.

Aynı üslupta gelen  وَيَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ  cümlesi sılaya  وَ ’la atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır.

وَيَبْغُونَهَا عِوَجاًۚ  sözünde de istiare vardır. Çünkü Allah’ın yolu, onun dini demektir. Buna göre dinde sapma noktaları ararlar sözü “Açık ve boş noktalar bulmaya çalışırlar”, “O doğru değil eğri büğrü bir yoldur” diye şüpheler vehmettirirler demektir. (Şerîf er-Radî, Kur’ân Mecazları, Hud /19)

‘’Allah yolu” ndan murad, Allah’ın dini ve Resulüne ittibadır. Onların Allah yolunda eğrilik aramaları birtakım şüpheler ileri sürerek Allah yolunu eğri göstermek istemeleri veya insanlara Allah yolunu eğri bir yol olarak sunmaya çalışmalarıdır. (Beyzâvî, Hud /19)

يَصُدُّونَ عَنْ  ibaresinde istiare vardır. İnkâr etmek, uzaklaşmaya benzetilmiştir.

الْاٰخِرَةِ - الدُّنْيَا  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.

Sen eğer dilersen,  اَلَّذ۪ينَ  kelimesini önceki ayette geçen kâfirine kelimesinin sıfatı yaparsın, istersen onu mübteda yapıp,  اُو۬لٰٓئِكَ  kelimesini de haberi kabul edersin, istersen de, kınama manası taşıyan mahzuf bir (……) fiilinin mef’ûlü olmak üzere); mansub kabul edersin.

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا   [Onlar dünya hayatını… severler ] ifadesi, onların, dünya hayatına karşı duyulan muhabbetin zirvesinde bulunduklarına delalet eder. (Fahreddin er-Râzî)

Ayeti kerimede sadece severler fiiliyle yetinilmeyip  حِبُّ  fiili istif’al babında  يَسْتَحِبُّونَ  şeklinde gelerek adeta dünya hayatını sevmeyi sevdikleri, istedikleri ifade edilmiştir.

يَسْتَحِبُّونَ - يَبْغُونَهَا  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Kâfirlerin özelliklerinin sayılması taksim sanatı üslubudur.

الإستحباب , bir şeyi sevmenin peşine düşmektir. Derim ki: insan bazen bir şeyi sever de fakat o şeyi sevmesi hoşuna gitmez. Mesela, fısk-u fücura meyleden adamın hali gibi.. Bu kimse, fısk-u fücuru seviyor olmaktan hoşlanmaz. Bir şeyi sevip de, onu seviyor olmayı arzulayarak, işte bu muhabbeti sevmiş olmaya gelince, evet bu, muhabbet ve sevginin zirvesi ve nihai noktasıdır. Binaenaleyh, “Onlar dünya hayatını... severler” ifadesi, onların, dünya hayatına karşı duyulan muhabbetin zirvesinde bulunduklarına delalet eder. (Fahreddin er-Râzî)

Cenab-ı Hak, “Onlar, dünya hayatını, ahiretten üstün tutup severler” buyurmuştur. Burada bir hazif bulunmakta  olup, bunun  takdiri  şöyledir: “Onlar, dünya hayatını severler ve onu ahiret hayatına tercih ederler.” (Fahreddin er-Râzî)

وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا : Bu ifadede aslolan  وَيَبْغُونَ لَهَا عِوَجًا  (Onun için eğrilik isterler) şeklinde olmasıdır. Ancak ne var ki, harf-i cer hazf edilmiş ve fiil mef’ulü harf-i cersiz almıştır” demiştir. (Fahreddin er-Râzî)

 

اُو۬لٰٓئِكَ ف۪ي ضَلَالٍ بَع۪يدٍ

 

Cümle  اَلَّذ۪ينَ ‘nin haberi olup, mübteda ve haberden oluşmuş faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Car mecrur  ف۪ي ضَلَالٍ , mahzuf habere müteallıktır.

ف۪ي ضَلَالٍ  ifadesindeki  ف۪ي  harfinde istiare-i tebeiyye vardır.  ف۪ي  harfindeki zarfiyet manası dolayısıyla dalalet, içine girilebilen maddi bir şeye benzetilmiştir. Burada  ف۪ي  harfi kendi manasında kullanılmamıştır. Çünkü dalalet hakiki manada zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Sapkınlıktaki yüksek dereceyi ifade etmek üzere bu harf kullanılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

ضَلَالٍ ’deki tenvin tahkir ve kesret ifade eder.

بَع۪يدٍ  sıfat olarak gelmiştir. Dolayısıyla cümlede ıtnâb sanatı vardır. Sıfat, anlamı zenginleştirmek için yapılan ıtnâbtır.

Cenab-ı Hak şu sebeplerden dolayı, sapkınlığı uzak olmak ile vasfetmiştir:

1-Bu mertebe, haktan son derece uzak olan bir mertebedir. Çünkü, mesela siyah ve beyaz gibi, zıt olan iki şeyin şartı, onların birbirlerinden son derece uzak olmalarıdır. Binaenaleyh burada da, bu tarz üzere tahakkuk eden sapkınlık, haktan son derece uzak olan bir sapkınlık olmuş olur. Zira, bu sapkınlıktan daha şiddetli ve daha ileri derecede bir sapkınlık düşünülemez.

2-Bununla, onların sapkınlık yolundan hidayet yoluna döndürülmelerinin uzak oluşu kastedilmiştir. Zira o sapkınlık, onların içine yerleşmiş, orada temerküz etmiştir (toplanmıştır).

3- Bu ayetteki  ضَلَالٍ  ile onların helak olmaları murad edilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, “Onlar, sona ermeyen ve uzun süren bir helak içindedirler” şeklindedir. Cenab-ı Hak, ayetteki  بَع۪يدٍ  (uzak) sözü ile o sapkınlığın süresinin uzamasını ve sona ermemesini kastetmiştir.

Önceki cümlede özellikleri sayılan kâfirler, uzak/derin bir dalalet içinde olmakta cem’ edilmişlerdir.  

شَد۪يدٍ  (şiddetli) ile  بَع۪يدٍ  (uzak) kelimelerinde seci vardır. (Safvetü't Tefasir)

الضَّلالِ  kelimesinin البَعِيدِ  ile vasıflanması aklî mecaz olabilir. Uzak olanlar dalalette olanlardır. Yani  ضَلالًا بَعُدُوا بِهِ عَنِ الحَقِّ (Dalaletle haktan uzaklaşılır). Dolayısıyla uzaklık sebebe isnad edilmiştir. (Âşûr)

 
İbrahim Sûresi 4. Ayet

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه۪ لِيُبَيِّنَ لَهُمْۜ فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ  ...


Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Müşrikler Kur’an’dan önceki kutsal kitapların genellikle İbrânîce veya Süryânîce indirilmiş olduğunu duyuyor ve biliyorlardı. Bu sebeple bu dillerin ilâhî vahyin özel dili olduğunu sanan bazı kimseler Kur’an’ın da Hz. Muhammed’e bu dillerden biriyle indirilmesi gerektiğine inanıyor, Arapça olarak indirilmiş olmasını yadırgıyorlardı (İbn Âşûr, XIII, 185). Bu yanlış anlayışı düzeltmek maksadıyla yüce Allah, peygamber hangi kavimden ise onlara iyice açıklasın diye mesajı o kavmin diliyle göndermiştir. Kur’an’ı tebliğ etmekle görevli Hz. Peygamber ve kavmi Arap olduğu için Kur’an Arapça olarak gönderilmiştir. Fakat bu durum, onun sadece Araplar’a indirilmiş olduğunu göstermez. Nitekim onun ilgi alanının evrensel ve bütün insanlığa hitap ettiğini gösteren birçok âyet mevcuttur (Bakara 2/185; Âl-i İmrân 3/138; Sebe’ 34/28).
 Allah Teâlâ âyetlerini gönderdikten sonra tercihini ısrarla inkâr yönünde kullananları zorla doğru yola iletmez. Bilâkis onları kendi irade ve tercihleriyle baş başa bırakır; inkârcılık ruhlarına yerleştikten sonra artık iman etmezler. Gerçeği araştırıp tercihini o yönde kullanmaya çalışanlara da Allah yardım ederek onları doğru yola iletir. İşte “Allah’ın dilediğini saptırması, dilediğini doğru yola iletmesi”nden maksat budur (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/7, 26).

Kaynak :Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 303

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه۪ لِيُبَيِّنَ لَهُمْۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir.  مَٓا  nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır.  اَرْسَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur.

مِنْ  harf-i ceri zaiddir.  رَسُولٍ  lafzen mecrur, mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

اِلَّا  hasr edatıdır. بِلِسَانِ  car mecruru  رَسُولٍ  mahzuf haline müteallıktır. Takdiri; ناطقا أو ملتبسا  şeklindedir.

قَوْمِه۪  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

لِ  harfi, يُبَيِّنَ  fiilini gizli  اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çeviren cer harfidir. 

اَنْ  ve masdar-ı müevvel,  لِ  harf-i ceriyle birlikte  اَرْسَلْنَا  fiiline müteallıktır.

يُبَيِّنَ  mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو'dir.  لَهُمْ  car mecruru  يُبَيِّنَ  fiiline müteallıktır. 

اَنْ  harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: 1) Harf-i cer olan  حَتّٰٓى ’dan sonra, 2) Atıf olan اَوْ ’den sonra, 3) Lam-ı cuhûddan sonra, 4) Lam-ı ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, 5) Vav-ı maiyye (  وَ  )’den sonra, 6) Sebep fe (  فَ  )’sinden sonra. Burada harf-i cerden sonra geldiği için gizlenmiştir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

يُبَيِّنَ  fiili, sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi  بين ’dir.

Bu bab, fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef'ûlü herhangi bir vasfa nispet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, bir şeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)


  فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ 

 

Fiil cümlesidir.  فَ  istînâfiyyedir.  يُضِلُّ  merfû muzari fiildir.  اللّٰهُ  lafza-i celâli, fail olup lafzen merfûdur.

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَشَٓاءُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.

وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ  cümlesi atıf harfi  وَ’la makabline matuftur.

يَهْد۪ي  fiili  ى  üzere mukadder damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  هو ‘dir.

Müşterek ism-i mevsûl  مَنْ , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası  يَشَٓاءُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.


وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ

 

İsim cümlesidir.  وَ  atıf harfidir. Mahmud Safi istînâfiyye olduğu görüşündedir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. الْعَز۪يزُ  haber olup lafzen merfûdur.  الْحَك۪يمُ  kelimesi mübtedanın ikinci haberidir.


الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه۪ لِيُبَيِّنَ لَهُمْۜ 

 

وَ  istînâfiyyedir. Menfi fiil cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Kasr fiille müteallıkı arasındadır. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.

مَٓا  olumsuzluk harfi ve  اِلَّا  istisna edatı ile oluşmuş kasır “hiçbir peygamber yoktur ki kavminin lisanıyla gönderilmiş olmasın” anlamındaki cümleyi tekid eder. 

Sebep bildiren harf-i cer  لِ nin gizli  أنْ le masdar yaptığı  يُبَيِّنَ لَهُمْ  cümlesi, mecrur mahalde  اَرْسَلْنَا  fiiline müteallıktır.

Masdar-ı müevvel cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

اَرْسَلْنَا  ve  رَسُولٍ  kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr  sanatları vardır.

Ayette  لِسَانِ  (dil uzvu) kelimesiyle lügat kastedilmiştir. Âliyyet alakasıyla mecaz-ı mürsel mürekkebtir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

“Dil” her ne kadar çoğul olan “kavim” kelimesine izafe edilmiş ise de tekil olarak gelmesi, maksadın konuşulan dil olması sebebiyledir. O halde bu kelime (lügat) cins isim olup azlık için de kullanılır, çokluk için de kullanılır. (Kurtubî)

Kasr üslubu zahiri manasında kullanılmıştır. Fiil, müteallıkına kasredilmiştir. Muhatapların itikadının aksini ifade eden izafi kalp kasrıdır. Kasrın gerçekleştiği istisnada idmâc vardır veya fiilin müteallıkı öncesini açıklamak için gelmiştir. Takdir şöyledir:  ما أرْسَلْناكَ إلّا لِتُبَيِّنَ لَهم بِلِسانِهِمْ، وما أرْسَلْنا مِن رَسُولٍ إلّا لِيُبَيِّنَ لِقَوْمِهِ بِلِسانِهِمْ (Seni sadece onların diliyle açıklaman için gönderdik veya kendi dillerinden kavmini uyarmak maksadından başka bir şekilde hiçbir resul göndermedik). Bu Kur'an kendi dillerinde iken, kavmin neden hidayete ermiyor? (Âşûr)


فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ 

 


فَ  istînâfiyyedir. Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle  marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.

Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde  اللّٰهِ  isminin zikredilmesi  tecrîd sanatıdır.

Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl  مَنْ ‘in sılası muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil cümlede teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.

Genel olarak  شَٓاءُ  fiilinin mef'ûlü bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Cümlede sebebe isnad şeklinde bir mecaz-ı mürsel vardır. Sapma veya hidayet fiillerini kullar tercih etmiş, Allah da sonucu yaratmıştır.

مَنْ  ismi mevsûlunun ve  يَشَٓاءُ  fiilinin tekrarında reddül reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

يُضِلُّ - يَهْد۪ي  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. 

فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ  cümlesiyle,  وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ  cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.

اَلْعَز۪يزُ , öyle aziz, her şeyden üstün, iradesi bütün sebeplere ve etkenlere hakimdir. Bundan ötürü iradesi ile çekişmek mümkün değildir. Onun için O’nun saptırdığını yola getirecek, hidayet ettiğini şaşırtabilecek hiçbir kudret, hiçbir irade bulunamaz. Ve Peygamberin açıklaması ne kadar kuvvetli ve açık olursa olsun Allah’ın izni olmayınca hidayet için yeterli olmaz, hem de  اَلْحَك۪يمُ  öyle hakimdir. Hiçbir sebebe muhtaç olmamakla beraber yaptığını hikmet ile düzenli yapar, iradesi yalnız hikmet olur. Onun için de açıklama yapmadan önce kimseyi sapıklığa mahkum etmez. Saptırması da, hidayeti de hikmeti ile gerçekleşir. Ululuğundan dolayı, Peygamberini dilediği kavimden seçer ve hikmetinden dolayı açıklamasını o kavmin diliyle yaptırır. (Elmalılı Hamdi Yazır) 

Ayetin metninde hidayetten önce saptırmanın zikredilmiş olması, saptırma, olan bir şeyi eski halinde bırakmak, hidayet ise, olmayan bir şeyi ihdas etmek olduğu içindir, yahut peygamberler tarafından yapılan açıklama ve öğütün sapkınlar için etkili olmayacağını, bunda ana sebebin Allah'ın eklemesi olduğunu kuvvetle ifade etmek içindir.

Zira bu şekilde, dalaletin buna terettüp etmesinin, hidayetin terettüp etmesinden daha süratli olduğu imajı verilmiş olur. Zaten bu gerçektir; zira daha önce zikredildiği gibi karanlıklardan aydınlığa çıkarılmaları, Allah'ın iznine bağlanmıştır. (Ebüssuûd)


 وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ

 

 

وَ  istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.

Müsnedin, الْ  takısıyla marife olması kasr ifade eder.

Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Yani bu vasıflar ondan başkasında bu derecede  bulunmaz.

Vakıaya da uygun olduğu için hakiki ve tahkiki kasrdır. Yani mevsufa hasredilen sıfat, başkasında hakiki manada bulunmaz ve vakıa da böyledir.

Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûfun manası; sıfatın bu mevsuftan başkasında bulunmadığının ifade edildiği şekildir. Ama aynı zamanda mevsufta başka sıfatların bulunduğunu da ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

Ayette iltifat vardır. Mütekellim zamiri ile başlamış sonra Allah lafzı ve gaib zamir ile devam etmiştir. 

Allah Teâlâ’ya ait iki vasıf olan الْعَز۪يزُ  ve  الْحَك۪يمُ ’nun marife gelmesi, müsnedün ileyhin bu vasıfla kemâl derecede muttasıf olduğuna işaret eder. Haber olan iki vasfın aralarında  وَ  olmadan gelmesi her ikisinin birden müsnedün ileyhte mevcut olduğuna işaret eder.

الْعَز۪يزُ - الْحَك۪يمُ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve muvazene sanatları vardır. Her ikisi de mübalağa kalıbıyla gelmiştir. Bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumu teşâbüh-i etrâf  sanatıdır.

 
İbrahim Sûresi 5. Ayet

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اَنْ اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ  ...


Andolsun, Mûsâ’yı da, “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın (geçmiş milletleri cezalandırdığı) günlerini hatırlat” diye âyetlerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

Bir peygamberin kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkarmasının ne anlama geldiği birinci âyetin tefsirinde açıklanmıştır (Hz. Mûsâ’ya verilen mûcizeler hakkında bilgi için bk. A‘râf 7/133; İsrâ 17/101). “Allah’ın günleri” tamlamasındaki “günler” kelimesinin Arapça karşılığı olan eyyâm, Câhiliye döneminde ve İslâm’ın ilk zamanlarında önemli tarihî olayları ifade eden bir deyim olarak kullanılmıştır. Buna göre “Allah’ın günleri”, tarihte İsrâiloğulları’nın veya isyankâr kavimlerin başına gelen felâketleri ifade ettiği gibi, Allah’ın İsrâiloğulları’nı Firavun’un zulmünden kurtarması, denizi yarıp onları Sînâ yarımadasına çıkarması, çölde üzerlerine bulut göndermesi gibi nimetleri de ifade eder (Taberî, XIII, 183-184). Bu ifadenin âhirette Allah’ın insanları yargılaması (yargıladığı gün) anlamına geldiğini kabul edenler de vardır (Esed, II, 500). Âyetin akışı bu deyimin “Allah’ın nimetleri” anlamına geldiği görüşünü destekler mahiyette olmakla birlikte, burada bu anlamların tamamının kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü bunların hepsinde gerek sıkıntı gerekse bolluk anında nefsin arzuları karşısında sabreden, Allah’ın verdiği nimetlere şükredip âhirette bunların hesabının verileceğine inanan kimselerin mutlaka alacağı dersler vardır (6. âyetin tefsiri için bk. Bakara 2/49).
Riyazus Salihin, 28 Nolu Hadis: Mü’minin her durumu kendisi için hayırdır.
Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’ den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”
(Müslim, Zühd 64)

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اَنْ اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِۜ

 

وَ  istînâfiyyedir.  لَ  mukadder kasemin cevabına gelen muvattie harfidir.  قَدْ  tahkik harfidir. Tekid ifade eder.

اَرْسَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir  نَٓا  fail olarak mahallen merfûdur.

مُوسٰى  mef’ûlün bih olup elif üzere mukadder fetha ile mansubdur.

بِاٰيَاتِنَا  car mecruru  اَرْسَلْنَا  fiiline müteallıktır. 

Muttasıl zamir  نا  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَنْ  tefsiriyyedir.  اَخْرِجْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir.

قَوْمَكَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Muttasıl zamir  كَ  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

مِنَ الظُّلُمَاتِ  car mecruru   اَخْرِجْ  fiiline müteallıktır. اِلَى النُّورِ  car mecruru  aynı şekilde  اَخْرِجْ  fiiline müteallıktır.

ذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِ  cümlesi atıf harfi وَ ‘la  اَخْرِجْ fiiline matuftur.

ذَكِّرْ  sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri  أنت ‘dir. Muttasıl zamir  هُمْ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.

بِاَيَّامِ  car mecruru ذَكِّرْ  fiiline müteallıktır.  اللّٰهِ  lafza-i celâli, muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. 


 اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ

 

İsim cümlesidir.  اِنَّ  tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.

فِی ذَ ٰ⁠لِكَ  car mecruru  إِنَّ ’nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.

ذا  işaret ismi sükun üzere mebni mahallen mecrur, ismi mecrurdur.  ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir. 

لَ  harfi  اِنَّ ’nin haberinin başına gelen lam-ı muzhalakadır.  اٰيَاتٍ  kelimesi  إِنَّ ’nin muahhar ismidir. Cemi müennes salim olduğu için nasb alameti kesradır.

لِكُلِّ  car mecruru  اٰيَاتٍ  kelimesinin mahzuf sıfatına müteallıktır.

صَبَّارٍ - شَكُورٍ  kelimeleri, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın, mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اَنْ اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِۜ 

 

وَ  istînâfiyye,  لَ  mahzuf kasemin cevabının başına gelen harftir. Kasem fiilinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır. Mahzuf kasem ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, gayrı talebî inşâî isnaddır.

قَدْ  tahkik harfiyle tekid edilmiş  اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا  cümlesi kasemin cevabıdır. Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber inkârî kelamdır.

بِاٰيَاتِنَا  izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan  اٰيَاتِ , şan ve şeref kazanmıştır.

Masdar harfi  اَنْ ’i takip eden  اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ  cümlesi, masdar teviliyle  takdir edilen  بِ  harfiyle birlikte  اَرْسَلْنَا  fiiline müteallıktır. Masdar-ı müevvel cümlesi emir üslubunda talebî inşâi isnaddır.

اَنْ ’in tefsiriyye olması da caizdir. 

الظُّلُمَاتِ  ile النُّورِ  kelimeleri arasında müfred ve cemi arasında güzel bir iltifat sanatı vardır. (Müşerref Ulusu (Ülger)/Arap Dili Ve Belâgatı İltifat Sanatı)

Ayette  الظُّلُمَاتِ  dalâl ve küfür,  النُّورِ  ise hidayet ve iman manasındadır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Bedî’ İlmi) 

الظُّلُمَاتِ  ve النُّورِ  kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır. Ayette mütekellim Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla lafza-i celâlde tecrîd sanatı vardır.

وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا [Mûsa’ya, ayetlerimizle gönderdik.]  yani beyaz el, asa ve sair mucizeleriyle “Onlara Allah’ın günlerini hatırlat” geçmiş milletlerin olaylarını demektir. Arapların günleri de savaşlarıdır. Allah’ın nimet ve belalarını hatırlat da, denilmiştir. (Beyzâvî)

“Yemin olsun ki Biz Mûsa’yı… ayetlerimizle gönderdik.” Biz onu kesin belgelerimizle, burhanlarımızla yani onun doğruluğuna delil olan mucizelerle gönderdik. Mücahid der ki: Burada kastedilenler Hazret-i Mûsa’ya verilen dokuz mucizedir. (Kurtubî)

Mana, “Andolsun ki biz Musa’yı kavmini dalaletten nura çıkarması için gönderdik” şeklindedir. Fakat bundaki  ب  harf-i ceri hazf edilmiş ve  أنْ  edatı doğrudan emir sıygasına bitiştirilmiştir. Bunun bir benzeri de “Ona kalk diye yazdım, kalk diye emrettim” şeklindeki sözündür.” (Fahreddin er-Râzî)

“Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar” ayetinin bir benzeri de Yüce Allah’ın surenin baş tarafında peygamberimize hitaben söylediği sözdür. (Fahreddin er-Râzî)

İbrahim/1.ayette اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ  ifadesi geçmişti. İki ayet arasında tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır. Maksat bu manayı yerleştirmek ve arada zikredilenler üzerinde düşündürmektir.

Aynı üslupta gelen  وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِۜ  cümlesi … اَخْرِجْ  cümlesine matuftur. İki cümle arasında inşâî olmak bakımından mutabakat vardır.

Az sözle çok anlam ifadesi için gelen  بِاَيَّامِ اللّٰهِۜ  izafeti,  بِاَيَّامِ  için tazim ifade eder.

اَيَّامِ اللّٰهِۜ  ifadesi istiaredir. Allahu a’lem, bu ayetten maksat, Allah’ın kendi düşmanlarından ve ‘Âd, Semud ve benzerleri gibi O’nun cezasına müstehak olmuş kavimlerden oluşan geçmiş toplumların başlarına getirdiği felaket günlerinin hatırlatılmasıdır. Bu tabir, ‘’eyyâmu’l -’Arab’’ (Arapların günleri) sözümüz gibidir. Biz bu terkiple sadece Arapların, aralarında meydana gelmiş meşhur olayları ve büyük savaşları kastederiz. Ayrıca buradaki ‘’eyyâm’’ın ,- belirttiğimiz üzere- onların ceza ve felaket günleri anlamına geldiği gibi ’’nimet ve ihsan günleri’’ olması da mümkündür. Buna göre ayetin anlamı şöyle olur: ‘’Allah’ın kendilerine ve geçmiş atalarına, düşmanlarını püskürtmek, geçim sıkıntılarını gidermek, bol nimet ve ihsanlarda bulunmak suretiyle lütfettiği günleri onlara hatırlat.’’ Bilirsin ki ’’Arapların gaza ve savaşları’’ demek olan ‘’eyyamu’l Arab’’ da, bazı Araplara üstünlük ve galibiyet nasip edilmiş olup, bu ise onlara ihsan edilen nimetler kabilindendir. Bazıları için de afet ve felaket gerçekleşmiş olup, bu da onlar için ceza günleri demektir. Sonuç olarak buradaki ’’eyyam’’, İlâhi ihsan ve cezanın hatırlatılmasını kastetmiş olanlar için ‘’hatırlatma’’ (التذكرة) demektir. (Şerîf er-Radî, Kur’ân Mecazları)


اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ

 

Cümle ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.  اِنَّ  ile tekid edilmiş isim cümlesidir. Sübut ifade eden bu cümle faide-i haber inkârî kelamdır. Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır.  ف۪ي ذٰلِكَ  car-mecruru  اِنَّ ‘nin mahzuf mukaddem haberine müteallıktır.  اِنَّ ’nin muahhar ismi olan  لَاٰيَاتٍ ’e dahil olan  لَ , tekid ifade eden lam-ı muzahlakadır.

İşaret isminde istiare vardır. Bilindiği gibi işaret isimleri mahsus şeyler için kullanılır. Burada olduğu gibi aklî bir şeye işaret edildiğinde istiare oluşur. Câmi’; her ikisinde de “vücudun tahakkuku”dur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyân İlmi)

İşaret ismine dahil olan  ف۪ي  harfinde de istiare vardır.  

شَكُورٍ  kelimesi,  صَبَّارٍ  için sıfattır. Sıfatlar ıtnâb babındandır. 

لَاٰيَاتٍ  kelimesindeki tenvin tazim ifade eder.

صَبَّارٍ شَكُورٍ  (Çok sabreden, çok şükreden) kelimeleri mübalağa kipleridir. (Safvetü't Tefasir)

اٰيَاتٍ  kelimesinin tekrarı ayetlerin (mucizelerin) önemine binaendir. Bu tekrarda reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.

Katade der ki: “Çok şükreden” kişi öyle bir kuldur ki kendisine nimet verildiğinde şükreder, belalarla karşı karşıya kaldığında sabreder. Peygamber (sav) den de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “İman iki yarımdır. Yarısı sabırdır, yarısı şükürdür. Bu kadarıyla: Beyhakî, Şuabu’l-Îman, VII, 123. Daha sonra da şu; “Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için ayetler vardır” ayetini okudu.”(Kurtubî)

صَبَّارٍ شَكُورٍ  ifadesinin çok sabreden ve çok şükreden mümin demekten kinaye olduğu söylenmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır) 

Bütün müminler için bu ibretler vardır. Buna göre müminlerin, "çok sabreden, çok şükreden" vasıflarıyla zikredilmeleri, sabır ve şükrün, müminin vasıfları olduğunu zımnen bildirmek içindir. (Ebüssuûd)

Ayetin metninde çok sabredenlerin, çok şükredenlerden önce zikredilmesi, sabır konusu olan belanın, şükür konusu olan nimetlerden önce olmasından dolayıdır. Bir de şükür, sabrın akıbeti olduğu içindir. (Ebüssuûd)

 
Günün Mesajı

5. ayette geçen "eyyamullah" Allah'ın günleri demektir.

Bu ifade ile milletlerin yükselişi düşüşü ve helakı gibi çok önemli ve ibret verici tarihi olaylar dönemler Allah'ın nimetlerini yağdırdığı veya musibetlerle sarstığı zamanlar tarihin hayatı dönüm noktaları ve kıyamet öncesi çok mühim olaylar vs kastedilmiştir.

Sayfadan Gönüle Düşenler

Dünyanın uzak bir köşesinde, küçücük bir kasaba varmış. Burada, karanlıkta kalmayı seçenler yaşarmış. Kendilerine her anlamda karanlık bir düzen kurmuşlar. Gündüzleri dışarı kesinlikle çıkmaz, evlerinde ise ışık gelebilecek her yeri kapatırlarmış. Geceleri ise hiçbir aydınlatma kullanılmazmış. Zaman zaman gelen aydınlığa daveti duymazdan gelir, kulaklarını tıkarlarmış. Davete icabet edenler ise ardlarına bakmadan kasabayı terk edermiş.

Evlerden birinde, gençlerden biri, odasının köşesinde oturmuş, düşünüyormuş. Gece bir nebze olsun gördüğü manzaranın, gündüz halini merak ediyormuş. Sahip olduğu gözlerinin ve yaşamayı reddettikleri aydınlığın bir sebebi olduğuna inanıyormuş. Bu karanlık düzenin sebebini soruyor ama hiçbir cevap alamıyormuş. Ninesinin gizlice anlattığı; bebekliğinde gelen davet üzerine kasabadan ayrılanların hikayesini kafasında çeviriyor ve neyi beklediğini bilmeden bekliyormuş.

Dönüp mahzun kalbine baktı. Sanki bir kafeste hapisteymiş de, en ücra noktasına çekilmiş gibiydi. Düşünce ve duygularına değer verilmediği için elini ayağını çekmişti. Yüreğinin bu haline üzülüyordu. Hayallere daldığı anlardan birinde, kalbinin kıpırdandığını hissetti. Dışarıdan bir ses geliyordu. Kalbi daha kendisi anlamadan icabet etmişti bile. Karanlıklardan aydınlığa olan daveti dinledikçe beklediğinin bu olduğunu anlıyordu. Durmasını söyleyenlere aldırmadan dışarı fırladı ve Allah’ın kelamına sarıldı. Şüphesiz, o kendisini hayırlara ulaştıracaktı.

Ey Rabbim! Bizi; karanlıklardan aydınlığa çıkaran dinin, kelamın ve elçin Rasulullah (sav) için elhamdulillah. Karanlıklarda kalmayı seçenlere benzemekten ve onları sevmekten, Sana sığınırız. Kalbimizi, zihnimizi, bedenimizi ve ruhumuzu nurunla aydınlat. Öyle ki hayırlarla (faydalı düşüncelerle, duygularla ve işlerle) meşgul olalım. Rabbim! Bize; Senin yolunda hayırlı bir ömür yaşamak için gereken azmi, sabrı, iradeyi, istikrarı, tevekkülü, ilmi ve nice faziletleri nasip et.

Amin.