بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَقَالَتِ | ve dediler |
|
2 | الْيَهُودُ | Yahudiler |
|
3 | وَالنَّصَارَىٰ | ve hıristiyanlar |
|
4 | نَحْنُ | biz |
|
5 | أَبْنَاءُ | oğullarıyız |
|
6 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
7 | وَأَحِبَّاؤُهُ | ve sevgilileriyiz |
|
8 | قُلْ | de ki |
|
9 | فَلِمَ | o halde niçin |
|
10 | يُعَذِّبُكُمْ | size azabediyor |
|
11 | بِذُنُوبِكُمْ | günahlarınızdan ötürü |
|
12 | بَلْ | hayır |
|
13 | أَنْتُمْ | siz de |
|
14 | بَشَرٌ | birer insansınız |
|
15 | مِمَّنْ |
|
|
16 | خَلَقَ | O’nun yaratıklarından |
|
17 | يَغْفِرُ | bağışlar |
|
18 | لِمَنْ | kimseyi |
|
19 | يَشَاءُ | dilediği |
|
20 | وَيُعَذِّبُ | ve azabeder |
|
21 | مَنْ | kimseye |
|
22 | يَشَاءُ | dilediği |
|
23 | وَلِلَّهِ | Allah’ındır |
|
24 | مُلْكُ | mülkü |
|
25 | السَّمَاوَاتِ | göklerin |
|
26 | وَالْأَرْضِ | ve yerin |
|
27 | وَمَا | bulunan herşeyin |
|
28 | بَيْنَهُمَا | ve ikisi arasında |
|
29 | وَإِلَيْهِ | O’nadır |
|
30 | الْمَصِيرُ | dönüş de |
|
Rivayete göre Hz. Peygamber, yanına gelerek kendisiyle (muhtemelen din konularında) konuşma yapan bir grup yahudiyi İslâm dinine davet etmiş; kabul etmedikleri takdirde Allah’ın azabına uğrayacaklarını söylemiş; yahudiler de “Bizi bununla nasıl korkutursun? Oysa biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” demişler, bunun üzerine bu âyet inmiştir (Taberî, VI, 164-165). O dönemde müslümanlarla yahudiler arasında barış antlaşması bulunduğundan Hz. Peygamber’in bu daveti tamamen barışçı bir davet olup onları uyardığı azap da âhiret azabı olmalıdır.
“Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız” sözüyle bazı yahudiler, Allah’ın oğlu dedikleri Hz. Üzeyir’e mensup olduklarını, hıristiyanlar da Allah’ın oğlu olduğuna inandıkları Hz. Îsâ’ya mensup olduklarını (bk. Tevbe 9/30), dolayısıyla ayrıcalığa sahip bulunduklarını ifade etmek istemişler veya doğrudan doğruya Allah’a bağlılıklarını kastederek Allah’ın kendilerine bir baba gibi şefkatli ve merhametli davranacağını, kendilerinin de O’nun oğullarıymış gibi Allah’a yakın ve O’nun katında değerli olduklarını iddia etmişlerdir.
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 240-241
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. قَالَتِ fetha üzere mebni mazi fiildir. تِ te’nis alametidir. الْيَهُودُ fail olup damme ile merfûdur.
نَصَارٰى atıf harfi وَ ’la الْيَهُودُ ’ye matuftur. Mekulü’l kavli, نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ ’dir. قَالَتِ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir نَحْنُ mübteda olarak mahallen merfûdur. اَبْنَٓاءُ haber olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
اَحِبَّٓاؤُ۬هُ atıf harfi وَ ’la lafza-i celâle matuftur. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
اَحِبَّٓاؤُ۬ kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri انت 'dir. Mekulü’l kavl şart ve cevab cümlesidir.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelen rabıta veya fasihadır. Takdiri; إن صح قولكم فلم يعذّبكم (Eğer sözünüz doğruysa niye size azab etsin?) şeklindedir.
لِمَ ; cer harfi لِ ile istifham harfi ما ‘nın bileşimi olan edatın anlamı, ‘’niçin, ne diye ‘’ şeklindedir. Cer harfinden sonra istifham harfi geldiğinde elif hazfedilir.(Arap Dilinde Edatlar, Hasan Akdağ)
ما istifham harfi لِ harf-i ceriyle يُعَذِّبُكُمْ fiiline mütealliktir.
يُعَذِّبُكُمْ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
بِذُنُوبِكُمْ car mecruru يُعَذِّبُكُمْ fiiline mütealliktir. بِ harf-i ceri sebebiyyedir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لِمَ kelimesinin aslı لِمَا şeklindedir. Soru ifade eden مَا harfinin başına lam-ı ta‘lil (sebep ifade eden lam harfi) gelmiştir. Böylece مَا harfine bitişen elif, sık kullanıldığı için, telaffuz kolaylığı sağlamak maksadıyla hazfedilmiştir. Aynı durum بِمَ (-ile), عَمَّ (-den) ve فِمَ (-de) kelimelerinde de geçerlidir. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr) Böylece ismi mevsûl olan مَا ‘ dan ayrılır. İsmi mevsûl olan مَا bu harflere bitiştiği zaman elif hazf olmaz.
يُعَذِّبُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi عذب ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ
İsim cümlesidir. بَلْ idrab ve atıf harfidir. Munfasıl zamir اَنْتُمْ mübteda olarak mahallen merfûdur. بَشَرٌ haber olup damme ile merfûdur. مَا müşterek ism-i mevsûl مِنْ harf-i ceriyle بَشَرٌ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası خَلَقَ ’dır. Îrabtan mahalli yoktur.
خَلَقَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir.
بَلْ idrab ve atıf harfidir.Önce söylenen birşeyden vazgeçmeyi belirtir. Buna idrab denir. "Öyle değil, böyle, fakat, bilakis, belki" anlamlarını ifade eder.
Kendisinden sonra gelen cümle ile iki anlam ifade eder:
1. Kendisinden önceki cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olmadığını, doğrusunun sonraki olduğunu ifade etmeye yarar. Bu durumda edata karşılık olarak “oysa, oysaki, halbuki, bilakis, aksine” manaları verilir.
2. Bir maksattan başka bir maksada veya bir konudan diğer bir konuya geçiş için kullanılır. Burada yukarıda olduğu gibi, bir iddiayı çürütmek ve doğrusunu belirtmek için değil de bir konudan başka bir konuya geçiş içindir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ
Fiil cümlesidir. يَغْفِرُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. مَنْ müşterek ism-i mevsûl لِ harfi ceriyle يَغْفِرُ fiiline mütealliktir. İsmi mevsûlun sılası يَشَٓاءُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُعَذِّبُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Müşterek ism-i mevsûl مَنْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsmi mevsûlun sılası شَٓاءُ ’dur. Îrabtan mahalli yoktur.
شَٓاءُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
يُعَذِّبُ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil tef’il babındandır. Sülâsîsi عذب‘dir.
Bu bab fiile çokluk (fiilin, failin veya mef‘ûlun çokluğu), bir tarafa yönelme, mef‘ûlu herhangi bir vasfa nisbet etmek, gidermek, bir terkibi kısaltmak, eylemin belli bir zaman diliminde meydana gelmesi, özneyi fiilin türediği şeye benzetmek, sayruret, isimden fiil türetmek, hazır olmak, birşeyin aralıklarla tekrarlanması manalarını katar.
وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
İsim cümlesidir. وَ atıf harfidir. لِلّٰهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مُلْكُ muahhar mübteda olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzâftır. السَّمٰوَاتِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
الْاَرْضِ atıf harfi وَ ’la makabline matuftur. Müşterek ism-i mevsûl مَا atıf harfi وَ ’la السَّمٰوَاتِ ’ye matuf olup, mahallen mecrurdur. Mekân zarfı بَيْنَ , mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir هُمَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَ atıf harfidir. اِلَيْهِ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْمَص۪يرُ muahhar mübteda olup damme ile merfûdur.
لِ harf-i ceri mecruruna tahsis, sahiplik, istihkak, sebep gibi manalar kazandırabilir. Burada sahiplik manasındadır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارٰى نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُۜ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Ayetin ilk cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
قَالَتِ fiilinin mekulü’l-kavli olan نَحْنُ اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ وَاَحِبَّٓاؤُ۬هُ cümlesi, mübteda ve haberden müteşekkil sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır.
İsim cümlesi sübut ifade eder. İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsnedin izafetle gelmesi veciz ifade amacına matuftur.
اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ izafetinde اللّٰهِ ismine muzâf olan اَبْنَٓاءُ ibaresi, اَحِبَّٓاؤُ۬هُ izafetinde ise Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan اَحِبَّٓاؤُ۬ şan ve şeref kazanmıştır.
[Yahudi ve Hristiyanlar dedi ki] cümlesinde cem’ ma’at-taksim sanatı vardır.
النَّصَارٰى - الْيَهُودُ isimleri arasında mürâât-ı nazîr vardır.
Yahudi ve hristiyanlar sözlerini, isim cümlesinde müsnedi lafza-ı celale izafe edip müsnedün ileyhi tazim ederek ve ikinci müsnedi sıfatı müşebbehe vezninde getirerek abartılı şekilde ifade etmişlerdir.
اَحِبَّٓاؤُ۬هُ , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Cenab-ı Hakk’ın azametine yakışmayan sözleri söyleyerek inançsızlıklarındaki ahmaklığa işaret eden ve diğer sözlerine zıt olan söz, Yahudilerle aralarındaki müşterek başka bir sözdür. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
اَحِبَّٓاؤُ۬هُ izafeti اَبْنَٓاءُ اللّٰهِ ’ye atfedilmiştir. ‘’Sevilen oğullar’’ oldukları ifade edilmiştir. Çünkü öfkelenilen oğullar da olabilir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli olan فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْ cümlesi فَ karinesiyle gelmiş, mahzuf şartın cevap cümlesidir. Takdiri …إن صح قولكم (Eğer sözünüz doğruysa) olan şart cümlesinin hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf şart ve mezkûr cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cevap cümlesi olan لِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْ , istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Mecrur mahaldeki ism-i istifham يُعَذِّبُكُمْ fiiline mütealliktir. Istifham isimlerinin sadaret hakkı nedeniyle amiline takdim edilmiştir.
Cümle zahiren istifham üslubunda inşa cümlesi olmasına rağmen mana itibariyle taaccüb ve kınama kastı taşımaktadır. Vaz edildiği anlamın dışında mana kazandığı için terkip, mecaz-ı mürsel mürekkeptir.
Ayrıca istifhamda tecâhül-i ârif sanatı vardır.
لِمَ kelimesinin aslı لِمَا şeklindedir. Soru ifade eden مَا harfinin başına lam-ı ta‘lil (sebep ifade eden lam harfi) gelmiştir. Böylece مَا harfine bitişen elif, sık kullanıldığı için, nefy harfinden ayırt etmek için telaffuz kolaylığı sağlamak maksadıyla hazfedilmiştir. Aynı durum بِمَ (-ile), عَمَّ (-den) ve فِمَ (-de) kelimelerinde de geçerlidir. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)
يُعَذِّبُكُمْ - ذُنُوبِكُمْ kelimeleri arasında cinâs-ı nakıs, reddü’l-acüz ale’s-sadr ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
بَلْ اَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَۜ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. بَلْ idrâb harfi, bu ayette önceki cümlenin hükmünü iptal ve yeni bir manaya intikal için gelmiştir.
Mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müşterek ism-i mevsûl مَّنْ , başındaki harf-i cerle بَشَرٌ ‘un mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır. Sılası olan خَلَقَ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mekulü’l kavle dahil istînâfiyye olarak fasılla gelen يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ cümlesi müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsûl مَنْ , cer harfi لِ ile يَغْفِرُ fiiline mütealliktir. Sılası olan يَشَٓاءُ cümlesi, müspet muzari fiil olarak gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Genel olarak شَٓاءُ fiilinin mef'ûlu bu cümlede olduğu gibi hazf edilir. Çünkü ibham; ilgi uyandırır, muhatabı dinlemeye teşvik eder. Ancak mef'ûl alışılmadık, garip birşey olursa bu kuralın dışına çıkılarak zikredilir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Aynı üslupta gelen وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُ cümlesi, فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi tezattır.
يُعَذِّبُ fiilinin mef’ûlü müşterek ism-i mevsûl مَنْ ’in sılası olan يَشَٓاءُ cümlesi, müspet muzari fiil olarak gelmiştir. Faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiiller hudûs, istimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
فَيَغْفِرُ- يُعَذِّبُ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafî vardır.
يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ [dilediğini affeder] cümlesiyle وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَٓاءُ [dilediğine azap eder] cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ cümlesi atıf harfi وَ ‘la يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَٓاءُ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Fiil cümlesinden isim cümlesine iltifat sanatı vardır.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatı vardır. لِلّٰهِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مُلْكُ السَّمٰوَاتِ , muahhar mübtedadır. Cümlede müsnedün ileyh izafetle marife olmuştur. Bu izafet faydayı çoğaltmak ve az sözle çok anlam ifade etmek amacına matuftur.
وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۘ [Göklerin yerin ve ikisi arasındakiler Allah’ındır.] cümlesinde cem’ vardır. Bu cümle “Siz hiçbir şeye sahip değilsiniz.” anlamında inkarcılara tarizdir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır. Gaib zamirden, O’nun azamet ve kudretini ifade etmek ve zihne yerleştirmek için lafza-ı celâlin zikrine iltifat sanatı vardır.
وَالْاَرْضِ kelimesi, tezat sebebiyle muzâfun ileyh olan السَّمٰوَاتِ ’ye matuftur.
السَّمٰوَاتِ ’den sonra الْاَرْضِ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır. Bu ibarede tağlîb sanatı vardır. Gök, yer ve arasındakiler zikredilmiş, ama kainattaki her şeyin mülkü Allah'a aittir.
وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ cümlesi atıf harfi وَ ‘la وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ cümlesine atfedilmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. اِلَيْهِ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. الْمَص۪يرُ , muahhar mübtedadır.
[Dönüş O’nadır.] cümlesinde sebebe isnad vardır. Öldükten sonra insanı bekleyen şeyler hesap, mizan, azap, mağfiret, cennet, cehennemdir. Bunların faili Allah olduğu için dönüş O’nadır, buyurulmuştur.
Ayette şöyle bir mantık örgüsü hakimdir: Evlatlara ve sevgililere azap edilmez. Allah size azap edileceğini bildirdiğine göre siz Allah’ın evlatları ve sevdikleri olamazsınız. Bu mezheb-i kelamî sanatıdır. Bu sanatın kullanılmasında amaç, felsefecilerin ve filozofların metotlarını kullanarak delil getirmek, iddiayı güçlendirmek, hükümlerin gerçek nedenlerini göstermek ve muhalif görüşü çürütmek için akla ve mantığa daha yatkın sebepler sunarak, kesin aklî delillerle dinî temelleri ispat etmektir. Bu üslup aynı zamanda muhatabın inadını kırar ve onu hakikatı itiraf etmeye zorlar. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
Bu cümle, kelamın siyakından anlaşılan mukadder bir cümleye atıftır. Yani “Hayır, siz böyle değilsiniz, fakat Allah Teâlâ’nın yarattığı insan cinsindensiniz; insan olarak da sizin diğer insanlardan bir üstünlüğünüz yoktur.” (Ebüssuûd, İrşâdü’l- Akli’s-Selîm)
Yine bunda Mesih’in beşer olmasına tariz vardır. Çünkü onda beşeri olgular ve korkular vardır. Bu sebeple çarmıha gerileceğini ve öldürüleceğini iddia ettiler. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا أَهْلَ | ehli |
|
2 | الْكِتَابِ | Kitap |
|
3 | قَدْ | muhakkak |
|
4 | جَاءَكُمْ | size geldi |
|
5 | رَسُولُنَا | Elçimiz |
|
6 | يُبَيِّنُ | gerçekleri açıklıyan |
|
7 | لَكُمْ | size |
|
8 | عَلَىٰ |
|
|
9 | فَتْرَةٍ | arasının kesildiği sırada |
|
10 | مِنَ |
|
|
11 | الرُّسُلِ | elçilerin |
|
12 | أَنْ |
|
|
13 | تَقُولُوا | demeyesiniz |
|
14 | مَا |
|
|
15 | جَاءَنَا | bize gelmedi |
|
16 | مِنْ |
|
|
17 | بَشِيرٍ | bir müjdeleyici |
|
18 | وَلَا | ve ne de |
|
19 | نَذِيرٍ | bir uyarıcı |
|
20 | فَقَدْ | işte |
|
21 | جَاءَكُمْ | size geldi |
|
22 | بَشِيرٌ | müjdeleyici |
|
23 | وَنَذِيرٌ | ve uyarıcı |
|
24 | وَاللَّهُ | Allah |
|
25 | عَلَىٰ |
|
|
26 | كُلِّ | her |
|
27 | شَيْءٍ | şeye |
|
28 | قَدِيرٌ | kadirdir |
|
Sözlükte “gevşeklik, zayıflık, bezginlik, sakinlik ve kesilmek” anlamlarına gelen fetret kelimesi dinî terim olarak, daha çok Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen tebliğsiz dönem için kullanılır. Bu dönemde yaşayan topluluklara da “fetret ehli” denir. Ayrıca Kur’an’ın Hz. Peygamber’e indirilişi esnasında vahyin kesintiye uğradığı zaman dilimi de fetret olarak adlandırılır.
Kelime, bazı hadislerde sözlük ve terim anlamlarında kullanılmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Teheccüd”, 18; Müslim, “Zühd”, 41). Akaid ve kelâm literatüründe fetret daha çok, bir peygamberin ortaya koyduğu, tahrife uğramamış bir davetle karşılaşma imkânından yoksun kalan insanların dinî sorumluluğu açısından üzerinde durulan bir kavramdır. İslâmî literatürde fetret, ilk bakışta İslâm öncesi dönemle ve özellikle Hz. Îsâ tarafından tebliğ edilen dinin tahrife uğraması, dolayısıyla ilâhî vahyin etkisini ve bereketini kaybetmesinin ardından son peygamberin gelişine kadar geçen süreyle ilgili bir kavram niteliğinde görülür. İslâmiyet geldikten sonra bu dinin varlığından haberdar olmayan veya yeterince aydınlanamayan kişilerin fetret ehli kavramı içinde mütalaa edilip edilmeyeceği tartışmalı bir konudur. Bu husustaki deliller, fetret kavramının hem İslâmiyet’ten önce hem de İslâm geldikten sonra yaşayan, değişik engeller yüzünden dinî tebliğden haberdar olamamış kişi ve grupları kapsamına aldığını düşündürmektedir.
İslâmî kaynaklarda Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed arasında geçen fetret döneminin süresiyle ilgili olarak 577 ile 600 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Bu farklılıkların, Hz. Îsâ’nın gerçek doğum tarihinin belirlenmesi ve hesabın kamerî takvime göre yapılması gibi âmillerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır (bilgi için bk. Müslim, “Fezâil”, 113; İbn Sâ‘d, Tabakåt, Beyrut 1985, I, 194; İbn Kesîr, III, 65; Ateş, II, 501; Metin Yurdagür, “Fetret”, DİA, XII, 475-480).
İbn Âşûr’a göre âyette zikredilen peygamberlerden maksat Hz. Mûsâ’dan Hz. Îsâ’ya kadar birbirini takip eden Ehl-i kitap peygamberleridir. Bu peygamberlerle Hz. Muhammed arasında geçen zamana “fetret dönemi” denir veya peygamberler ifadesiyle sadece Hz. Îsâ kastedilmiştir. İbn Âşûr, Îsâ’nın göklere kaldırılışıyla Hz. Peygamber’in gönderilişi arasındaki sürenin de yaklaşık 580 yıl olduğunu kaydettikten sonra ancak bu dönemde Ehl-i kitabın dışındaki kavimlerden Hâlid b. Sinân ve Hanzale b. Safvân gibi bazı peygamberlerin daha gelmiş olduğunu hatırlatır (VI, 158).
Âyet her ne kadar Ehl-i kitaba hitap ediyorsa da maksat umumi olup bütün insanlığı kapsamaktadır. İnsanlar âhirette, kendilerine herhangi bir uyarıcının gelmediğini mazeret olarak ileri sürmesinler diye yüce Allah zaman zaman emir ve yasaklarını onlara tebliğ edecek peygamberler göndermiştir. Hz. Îsâ’dan sonra yaklaşık altı asır gibi uzun bir zaman geçmiş, insanlar onun getirdiği kitabı tahrif ederek Allah’ın dinini bozmuşlardı. Böyle bir dönemde yüce Allah kıyamete kadar geçerli olmak üzere bütün insanlara doğru yolu göstermekle görevli kıldığı Hz. Muhammed’i öğüt verici, müjdeleyici, uyarıcı bir peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderdi (Sebe’ 34/28; Enbiyâ 21/107).
Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 241-242
فَتَر Futûr, öfkeden sonra sukûnet, sertlikten sonra yumuşama ve kuvvetten sonra zayıflama anlamındadır. Bu ayette ise mana ‘peygamberlerin gelişinden hâlî olan bir evrede, bir durgunluk hali hâkimken…’ şeklindedir. (Müfredat) Kuran’ı Kerim’de türevleriyle birlikte 3 ayette geçmiştir. (Mucemul Müfehres) Türkçede kullanılan şekilleri fetret, fütur ve fütursuzdur. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ
يَٓا nida harfidir. Münada olan اَهْلَ muzâf olup fetha ile mansubdur. الْكِتَابِ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Nidanın cevabı قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا ’dır.
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. رَسُولُنَا fail olup damme ile merfûdur. Mütekellim zamiri نَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
يُبَيِّنُ لَكُمْ كَث۪يراً cümlesi, رَسُولُنَا ’nın hali olarak mahallen mansubdur.
يُبَيِّنُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. لَكُمْ car mecruru يُبَيِّنُ fiiline mütealliktir.
عَلٰى فَتْرَةٍ car mecruru يُبَيِّنُ ‘deki failin mahzuf haline mütealliktir. مِنَ الرُّسُلِ car mecruru فَتْرَةٍ ’in mahzuf sıfatına mütealliktir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel mahzuf olumsuzluk harfi لَا ve mahzuf harfi cer ile جَٓاءَكُمْ fiiline mütealliktir. Takdiri; لئلا تقولوا şeklindedir.
اَنْ muzariyi nasb ederek manasını masdara çeviren harftir.
تَقُولُوا fiili نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Mekulü’l kavli, مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ ‘dir. تَقُولُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
مَا nefiy harfi olup olumsuzluk manasındadır. جَٓاءَنَا fetha üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri نَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. مِنْ harf-i ceri zaiddir. بَش۪يرٍ lafzen mecrur, fail olarak mahallen merfûdur.
لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. نَذ۪يرٍۘ atıf harfi وَ ile بَش۪يرٍ ’e matuftur.
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Fiil-i muzarinin başına اَنْ harfi geldiği zaman onu nasb ettiği gibi anlamını da masdara çevirmektedir. Bu tür masdarlara masdar anlamı içerdikleri için “tevilli masdar (masdar-ı müevvel cümlesi)” denmektedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ
Fiil cümlesidir. فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَدْ tahkik harfidir. Tekid ifade eder. جَٓاءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
بَش۪يرٌ fail olup damme ile merfûdur. نَذ۪يرٌ atıf harfi وَ ’la بَش۪يرٌ ’e matuftur.
وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. اللّٰهُ lafza-i celâl mübteda olup damme ile merfûdur.
عَلٰى كُلِّ car mecruru قَد۪يرٌ ’e mütealliktir. شَيْءٍ muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. قَد۪يرٌ haber olup damme ile merfûdur.
قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌۜ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır. Münada kitap ehlidir.
Nidanın cevabı olan قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ اَنْ تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ cümlesi, قَدْ tahkik harfiyle tekid edilmiş, müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber, talebî kelamdır.
قَدْ , mazi fiile dahil olduğunda kesinlik ifade eder.
رَسُولُنَا izafetinde azamet zamirine muzâf olan رَسُولُ, şan ve şeref kazanmıştır.
اَهْلَ الْكِتَابِ Yahudi ve Hristiyanlardan kinayedir.
يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلٰى فَتْرَةٍ مِنَ الرُّسُلِ cümlesi رَسُولُنَا ‘ in halidir. Hal cümleleri anlamı zenginleştiren ıtnâb sanatıdır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. İstimrar, teceddüt ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
مِنَ الرُّسُلِ car-mecruru فَتْرَةٍ ‘in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Hal cümlesinin وَ ‘sız gelmesi bu halin mevsufta sürekli ve sabit olduğuna işaret eder.
Masdar harfi اَنْ ve akabindeki تَقُولُوا مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ cümlesi, masdar teviliyle, takdir edilen ل ve لَا harfiyle birlikte جَٓاءَكُمْ fiiline mütealliktir. Masdar-ı müevvel müspet muzari fiil sıygasında gelerek hudûs, teceddüt istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
تَقُولُوا fiilinin mekûlü’l kavli olan مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ cümlesi menfî mazi fiil sıygasında kizbi haber inkârî kelamdır.
Bu cümlede fiil لم ile değil, ما ile olumsuzlanmıştır. Çünkü bu harf daha kuvvetlidir. ما فعل sözü لقد فعل cümlesini, لم يفعل sözü فعل cümlesini olumsuzlar. ما harfi, mazi fiili olumsuzladığı zaman kasemin cevabı menzilindedir. (Fâdıl Sâlih Sâmerrâî, Beyânî Tefsîr Yolu, c. 2, s. 317, Yasin/69)
Cümlede مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ ibaresindeki من ve لَا harfleri zaid olarak gelmiş ve manayı tekit etmiştir. بَش۪يرٍ ve نَذ۪يرٍۘ kelimeleri, lafzen mecrur mahallen fail olarak merfudur.
بَش۪يرٍ ve نَذ۪يرٍۘ , sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. Bu kelimelerin nekre gelişi herhangi bir manasında kıllet ifade eder. Bilindiği gibi nefiy siyakında nekre, umum ve şümule işarettir.
Nahiv alimlerinin ekseriyetine göre من harfinin zaid olabilmesi için iki şart bulunmaktadır: Birincisi kendisinden önce olumsuzluk (nefy), yasaklama (nehiy) veya هل soru edatının olması, ikincisi de sonrasında gelen kelimenin nekre gelmesidir. (Ömer Özbek Arap Dili Ve Belâgatı’nda Itnâb Üslûbu Yüksek Lisans Tezi)
فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌ cümlesi قَدْ tahkik harfiyle tekid edilmiş, müspet mazi fiil sıygasında, lâzım-ı faide-i haber, talebî kelamdır. قَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولُنَا cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
قَدْ , mazi fiile dahil olduğunda kesinlik ifade eder. بَش۪يرٌ kelimesi, نَذ۪يرٌ kelimesine matuftur. Atıf sebebi tezattır.
بَش۪يرٌ ve نَذ۪يرٌ sıfatları, peygamberlerin en önemli sıfatıdır ve ikisi bir aradadır. Burada da iki kere tekrarlanmıştır. Allah’tan hem korkacağız hem de ümit edeceğiz.
Ayet-i kerime lâzım-ı faideî haber şeklinde gelmiş, mantık yollu kelamdır.
جَٓاءَكُمْ - مَا جَٓاءَنَا arasında tıbâk-ı selb, بَش۪يرٌ - نَذ۪يرٌ arasında tıbâk-ı îcab vardır.
بَش۪يرٌ- نَذ۪يرٌۜ- قَد۪يرٌ kelimeleri arasında muvazene sanatı vardır.
رَسُولُنَا - الرُّسُلِ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌ cümlesiyle مَا جَٓاءَنَا مِنْ بَش۪يرٍ وَلَا نَذ۪يرٍۘ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
جَٓاءَكُمْ - بَش۪يرٌ - نَذ۪يرٌ kelimelerinin tekrarında ıtnâb, tekrir ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
بَش۪يرٌ - نَذ۪يرٌ - الرُّسُلِ - الْكِتَابِ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Bu, Ehl-i Kitab’a iltifat yoluyla hitabın tekrarıdır ve hakka davette kendileri için bir lütuftur. Yani “Ey Ehl-i Kitap! Size Resulümüz geldi; o, size dinin vaat ve vaîdleri (ceza veya azab tehdidi) ile hükümlerini ve umdelerini açıklıyor. Daha önceki ayetlerde açıklananlar ve bundan sonra zikri gelecek eski ümmetlerin haberleri de resulümüzün size bildirdiği gerçeklerdendir. O, size ihtiyaç duyduğunuz bütün bilgileri veriyor. Resulümüz, peygamberlerin gönderilmesine ara verildiği ve vahyin kesildiği bir fetret döneminde bahsedilmiştir.” (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
Ayetteki “Size, (hakikatleri) apaçık söyleyip duran…” ifadesiyle ilgili iki izah bulunmaktadır:
1. Burada mef’ûl olarak bir “mübeyyen (açıklanan, beyan edilen)” kelimesi takdir edilir. Bu takdire göre de iki ihtimal bulunmaktadır:
a. Bu açıklanan şeyin, din ve dinin hükümleri olmasıdır. Bu kelimenin cümlede hazfedilmesi güzel olmuştur; çünkü Hazreti Peygamberin (s.a.v) ancak şeriatın hükümlerini beyan etmek için gönderildiğini herkes bilmektedir.
b. Bu cümlenin takdirinin, “Size, “gizlemekte olduğunuz şeyleri” beyan eden…” şeklinde olmasıdır. Bu takdire göre mef’ûlün daha önce geçmiş olduğu için yerinde ve güzel olmuştur.
2. Burada mef’ûl olarak bir mübeyyen takdir edilmez. İfadenin manası da “Size beyanı iyice açıklıyor, beyan ediyor…” şeklinde olur. Bu takdire göre mef’ûlün hazfedilmesi daha çok mana ifade edeceği için daha mükemmel olur. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
فَقَدْ جَٓاءَكُمْ بَش۪يرٌ وَنَذ۪يرٌ cümlesi, illeti olduğu mahzuf (kaldırılmış, gizlenmiş) bir cümle ile bağlantılıdır. Yani artık özür beyanına kalkışmayın; çünkü işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟
وَ istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi formunda gelen cümle faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin hükmün illetini bildirmek, korkuyu ve ikazı artırmak kastıyla zamir makamında Allah ismiyle gelerek üçüncü kez tekrarlanmasında tecrîd, ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
Cümlede takdim-tehir sanatı vardır. Bütün mamullerin cümledeki yeri, aslında amilinden sonra gelmesidir. عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ car mecruru umum ve ihtimam için amili olan قَد۪يرٌ ‘e takdim edilmiştir.
شَيْءٍ ’deki tenvin kesret, tazim ve nev ifade eder.
قَد۪يرٌ۟ mübalağalı ism-i fail kalıbıdır. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder. Bu cümle Allah Teâlâ’nın tüm mevcudattaki tasarrufunun umumiliğine delalet etmektedir. Var olanı yok etmek ve yok olanı da var etmek yalnız O’nun elindedir.
Allah Teâlâ, öldürmeye de hayat vermeye de ve hepinizi bir araya toplamaya da kādirdir. Bu itibarla bu cümle, geçen hükmün sebep ve gerekçesidir.
اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ifadesi Kur’ânda 22 kere geçmiştir. Tekrarlanan kelimeler ya da sıygalar, okuyucuyu kelimenin ilk geçtiği yere gönderir ki bu beyan renklerinden biridir. Tekrarlanan cümleler arasında tekrir, ıtnâb ve reddü'l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır Böyle tekrarlar, kelamdaki cüzleri birbirine bağlar, aralarında bir ilişki kurar ve dokuyu bütünleştirir. Bunlar çok tekrarlanır ki iman ve yakîn sabitleşsin. Eğer murad sadece bilmek olsaydı, bir kere söylenmesi yeterli olurdu.
Tekrarlanan cümlelerin manasının nefiste yerleşmesi arzu edilir, hatta zatın bir cüzü haline gelinceye kadar tekit edilir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri, Ahkaf/28, C. 7, S. 314)
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكاًۗ وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | وَإِذْ | ve hani |
|
2 | قَالَ | demişti |
|
3 | مُوسَىٰ | Musa |
|
4 | لِقَوْمِهِ | kavmine |
|
5 | يَا قَوْمِ | kavmim |
|
6 | اذْكُرُوا | hatırlayın |
|
7 | نِعْمَةَ | ni’metini |
|
8 | اللَّهِ | Allah’ın |
|
9 | عَلَيْكُمْ | size olan |
|
10 | إِذْ | zira (O) |
|
11 | جَعَلَ | var etti |
|
12 | فِيكُمْ | aranızda |
|
13 | أَنْبِيَاءَ | peygamberler |
|
14 | وَجَعَلَكُمْ | ve sizi yaptı |
|
15 | مُلُوكًا | krallar |
|
16 | وَاتَاكُمْ | ve size verdi |
|
17 | مَا | şeyleri |
|
18 | لَمْ |
|
|
19 | يُؤْتِ | vermediği |
|
20 | أَحَدًا | hiç kimseye |
|
21 | مِنَ |
|
|
22 | الْعَالَمِينَ | dünyalarda |
|
Bu ayetler, Kur’an’ın ayrıntılı biçimde açıkladığı yahudilere ait kıssanın bir bölümüdür. Bunun böyle bölümlere ayrılmasının pek çok hikmeti vardır.
Bu hikmetin bir yönü, yahudilerin Medine ve tüm Arap yarımadasında İslâm davetine karşı düşmanlık, tuzak ve savaşta öncü olmalarıdır. İlk günden itibaren müslüman topluma karşı savaş ilan ettiler. Medine’de münafıklığı ve münafıkları himaye ettiler ve hem bu inanç sistemine hem de müslümanlara karşı her vesile ile tuzak kurdular. Müşrikleri vaadlerle müslüman cemaate karşı teşvik ettiler ve onlara karşı ortak komplolar kurdular.
İnanç ve liderlik çevresinde şüphe, tereddüt ve tahrifler oluşturmaya yöneldikleri gibi, müslüman toplumun saflarında harb, hile ve casusluğa da kalkıştılar. Tüm bunları, apaçık ilan edilmiş bir harbte yüzyüze savaşmadan yapıyorlardı. Onların düşmanlıklarının öğrenilebilmesi için, tabiatlarının, tarihlerinin, mücadele yöntemlerinin ve kalkıştıkları hareketlerin gerçeğinin ne olduğunun bilinmesi ve müslüman topluma gösterilmesi gerekiyordu.
Allah, onların geçmişlerinde Allah’ın kılavuzluğuna karşı düşmanlık gösterdikleri gibi, bütün tarihleri boyunca bu ümmete de düşman olacaklarını bilmektedir. Bu gerekçe ile bu ümmete, onların tüm durumları ve her türlü düşmanlık yöntemlerini uygun gördü.
Bu hikmetin diğer bir yönü de yahudilerin, Allah’ın son dini gelmeden önce, başka bir dinin mensupları olmalarıdır. İslâm’dan önceki tarihleri, tarihin uzun bir dönemini kaplamaktadır. İnançlarından sapmalar olmuş, Allah’la yaptıkları “sözleşme”yi pek çok kez bozmuşlardı. Bu sapma ve bu sözde durmamaların etkisi; ahlâk ve geleneklerine yerleştiği gibi, hayatlarına da yansımıştır. Geçmiş bütün peygamberlerin ve ilahî inanç birikiminin varisleri olan müslüman ümmetin; bu kavmin tarihini, bu tarihin dönemlerini, bu yolun kaygan yerlerini ve yahudilerin yaşamlarında ve ahlâklarında somutlaşan tehlikeleri öğrenmesi gerekmektedir. İnanç ve hayat alanındaki bu tecrübeleri de tecrübelerine eklemesi, asırlar boyu süren bu sözleşmelerden faydalanması ve yoldaki tuzaklara düşmemesi, şeytanın müdahalelerine kapılmaması ve inançdaki sapmalara ve sürçmelere kapılmaması için, bu tecrübelerin kılavuzluğuna gerek duymaktadır.
Yahudilerin tecrübeleri uzun dönemler boyunca çeşitli sahneler arz ediyor. Allah, ümmetlerin üzerinden uzun zaman geçtiğinde, kalplerinin katılaştığını ve nesillerin saptığını, müslüman ümmetin de tarihlerinin kıyamete dek süreceğini ve yahudilerin hayatlarında örnekleri olan dönemlerin müslümanların başına da gelebileceğini bilmektedir. Bu yüzden bu ümmetin nesiller boyu gelecek, imamlarının, önderlerinin ve davetçilerinin önüne diğer milletlerin başına gelen akıbetlerden örnekler koymakta ve teşhis ettikten sonra problemlerini nasıl çözeceklerini bunlardan öğrenmelerini sağlamaktadır. Şöyle ki, hidayet ve doğruluğa baş kaldırmak isteyen kalplerin en şiddetlisi, doğruyu bilipte ondan sapan kalptir. Hem bu gerçekten habersiz kalpler, daveti kabule daha yakındır. Çünkü bu kalpler, kendilerini coşturan yeni bir davetle karşılaştıklarında, üzerinde ciddiyetle dururlar ve fıtratlarına seslenen bu yeni davete hemen kulak verirler. Kendilerine daha önce de seslenilmiş kalpler ise, ikinci seslenişi ciddiye almazlar, onunla sarsılmazlar, büyüklük ve önemini hissetmezler. Bu yüzden daha fazla gayrete ve uzun boylu sabıra gerek vardır. Allah’ın yahudilerin kıssalarını böylesine uzun açıklamasında ve dine inanan varisleri, tüm insanların önderleri olan müslüman ümmete uzun boylu sunmasında pek çok hikmetli yönler vardır.
Fizilal-il Kuran / Seyyid Kutub
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكاًۗ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Zaman zarfı اِذْ, takdiri أذكر olan mahzuf fiilin mef’ûlün bihi olarak mahallen mansubdur. قَالَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. مُوسٰى fail olup, elif üzere mukadder damme ile merfûdur. لِقَوْمِ car mecruru قَالَ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir ه۪ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur. Mekulü’l-kavli, يَا قَوْمِ ‘dir. قَالَ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
يَا nida harfidir. Münada olan قَوْمِ muzâf olup, mukadder fetha ile mansubdur. Mütekellim يَ ’ sı mahzuf olup, kelimenin sonundaki kesra muzâfun ileyhten ivazdır. Nidanın cevabı اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ ’dir.
اذْكُرُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. نِعْمَةَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. Aynı zamanda muzâftır. اللّٰهِ lafza-i celâl muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.
عَلَيْكُمْ car mecruru نِعْمَةَ ’nin mahzuf haline mütealliktir. اِذْ zaman zarfı, نِعْمَتَ ’ye mütealliktir. جَعَلَ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
جَعَلَ fetha üzere mebni mazi fiildir. ف۪يكُمْ car mecruru mahzuf ikinci mef’ûlun bihe mütealliktir. اَنْبِيَٓاءَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. جَعَلَكُمْ مُلُوكاً cümlesi, atıf harfi وَ ’la makabline matuftur.
جَعَلَكُمْ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. مُلُوكاً ikinci mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
اَنْبِيَٓاءَ kelimesi sonunda zaid yani kelimenin kök harflerinden olmayan elif-i memdude olan isimlerden olduğu için gayri munsariftir.
مُوسٰى alem isim olup gayri munsariftir. Gayri munsarif isimler: Kesra (esre) ve tenvini alamayan isimlerdir. Gayri munsarif isimler esre yerine fetha alırlar. Yani bu isimler ref halinde damme, nasb halinde fetha, cer halinde yine fetha alırlar.
Gayri munsarife “memnu’un mine’s-sarf (اَلْمَمْنُوعُ مِنَ الصَّرفِ)” da denir. Arapçada kullanılmakla birlikte arapça kökenli olmayan alem (özel) isimler (Yer, ülke, kişi adları vb. gibi isimler) de gayrı munsarıfa girer.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada irab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur. 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ
Fiil cümlesidir. وَ atıf harfidir. اٰتٰيكُمْ elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. Muttasıl zamir كُمْ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا ikinci mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası لَمْ يُؤْتِ اَحَداً ‘dır. Îrabtan mahalli yoktur.
لَمْ muzariyi cezm ederek anlamını olumsuz maziye çeviren edattır.
يُؤْتِ illet harfinin hazfıyla meczum muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. اَحَداً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. İkinci mef’ûlun bih hazfedilmiştir. Takdiri; ما لم يؤته أحدا şeklindedir.
مِنَ الْعَالَم۪ينَ car mecruru اَحَداً ’in mahzuf sıfatına müteallik olup, cer alameti ى ‘dir. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanırlar.
يُؤْتِ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi أتي ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
اَحَدٍ kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكاًۗ وَاٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ
وَ , istînâfiyyedir. İstînâfiye وَ ‘ı (diğer adı ibtidaiyyedir) yalnızca mahalli olmayan cümleleri birbirine bağlar. Ve ardından gelen cümlenin öncekine irab ve hükümde ortak olmadığını gösterir. Bu harfe kendisinden sonra gelen cümlenin öncekine bağlı olduğunun zannedilmemesi için istînâfiye denilmiştir. (Rıfat Resul Sevinç, Belâğatta Fasıl-Vaslın Genel Kuralları Ve “Vâv”ın Kullanımı)
اِذْ zaman zarfı, takdiri اذكر (Zikret, hatırla) olan mahzuf fiile mütealliktir. Bu takdire göre cümle emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olan قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ cümlesi, اِذْ ’in muzâfun ileyhi konumundadır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan يَا قَوْمِ cümlesi, nida üslubunda talebi inşâî isnaddır.
Münada olan قَوْمِ ’deki mütekellim zamirinin hazfi nida edenin münadaya yakın olma isteğine işarettir.
Nidanın cevabı olan اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Veciz ifade kastına matuf نِعْمَتَ اللّٰهِ izafetinde Allah ismine muzâf olan نِعْمَتَ , şan ve şeref kazanmıştır.
اِذْ zaman zarfı, نِعْمَةَ ’ye müteallik veya نِعْمَةَ ’den bedeldir.
Müspet mazi fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelam olan جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ cümlesi اِذْ ’in muzâfun ileyhidir.
Zaman ismi olan إذ ’in masdara değil de fiil cümlesine muzâf olmasıyla bu vaktin tazimi anlaşılır. Fiil teceddüde ve şimdiki zamana delalet eder. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr, Hac/26)
جَعَلَكُمْ مُلُوكاً cümlesi muzâfun ileyh olan جَعَلَ ف۪يكُمْ اَنْبِيَٓاءَ cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Ikinci mef’ûl olan مُلُوكاً ‘in nekreliği, tazim ve kesret ifade eder.
جَعَلَ fiiline müteallik olan car mecrur ف۪يكُمْ ’deki ف۪ٓي harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi ف۪ٓي harfinde zarfiyyet anlamı vardır. كُمْ zamirine dahil olduğunda bu özelliği nedeniyle istiare oluşmuştur. İnsan topluluğu, içine birşey konulabilecek yapıda olmadığı halde zarfiyet özelliği olan bir nesneye benzetilmiştir. İnsanlar arasında bulunmak ve zarfiyyet özelliği taşıyan nesne arasındaki ortak özellik yani câmi’, mutlak irtibattır.
Ayetin son cümlesi اٰتٰيكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ , muzâfun ileyhe matuftur. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın sılası olan لَمْ يُؤْتِ اَحَداً مِنَ الْعَالَم۪ينَ cümlesi, menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Fiil, mef’ûle dikkat çekmek için meçhul bina edilmiştir.
اَحَداً ’deki tenvin kesret ve nev ifade eder. ‘Hiçbir’ anlamındadır. Bilindiği gibi olumsuz siyakta nekre, selbin umumuna işarettir.
Kimseye verilmemiş olan şey, mucizelerdir.
Hz. Musa’nın konuşmasına يَا قَوْمِ [Ey kavmim] diye başlaması hüsn-i ibtidadır.
اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ [Allah’ın nimetini anın.] cümlesinde lazım söylenmiş, melzumu olan “nimetlerine şükredin” manası kastedilmiştir. Lâzım-melzûm alakasıyla mecaz-ı mürsel sanatıdır.
Cümlede cem’ ma’at-tefrik sanatı vardır. اذْكُرُوا fiili cem, nimetlerin sayılması tefriktir.
[Sizi hükümdarlar yapmıştı.] cümlesinde teşbih-i beliğ vardır. Teşbih edatı ile teşbih yönü hazfedilmiştir. Yani rahat yaşayış, huzur bakımından sizi hükümdarlar gibi kılmıştı demektir. Kıptilerin hakimiyetini kaldırıp sizi Allah’a kulluk edecek hale getirmiştir.
اٰتٰيكُمْ - لَمْ يُؤْتِ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb vardır.
جَعَلَ - قَوْمِ kelimelerinin tekrarında reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatı vardır.
Kıssa, kıssa ve öğütlere atfedilmiştir. وَاِذْ قَالَ ile başlayan benzer ayetler daha önceden geçmiştir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
يَا قَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ Emrin, maksut olan olaylara değil de olayların içinde vuku bulduğu vakte tevcih edilmesi, mübalağa içindir. Çünkü vaktin hatırlatılmasından istidlal edilen, onda meydana gelen olayların anlatılmasıdır.
Bir de vakit, içinde vukua gelen olaylara tafsilatıyla amildir. Bu itibarla vakit düşünüldüğü zaman, onda vukua gelmiş olaylar tafsilatıyla düşünülmüş ve sanki müşahede edilmiş olur. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
“Sizden” kelimesinin karşılığı olan فِيكُم veya مِنْكُم kelimesinin zikredilmemiş olması, mananın açık olmasından dolayıdır. Veya minnet yüklemek makamında hepsi hükümdar kabul edilmiştir. Zira hükümdarların akarabaları da iftihar ederken “biz hükümdarlar…” derler. Ancak bundan önce peygamberler için aynı üslup kullanılmamış, orada “içinizden” kelimesinin karşılığı olan فِيكُم kelimesi açıkça zikredilmiştir. Çünkü nübüvvet makamı o kadar şerefli ve erişilmesi zor bir makamdır ki, Allah Teâlâ'nın seçip üstün kılmadığı kimselere mecazî anlamda da olsa nübüvvet nispet edilmesi uygun düşmez. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | يَا قَوْمِ | kavmim |
|
2 | ادْخُلُوا | girin |
|
3 | الْأَرْضَ | toprağa |
|
4 | الْمُقَدَّسَةَ | Kutsal |
|
5 | الَّتِي | ki |
|
6 | كَتَبَ | yaz(ıp nasibet)diği |
|
7 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
8 | لَكُمْ | size |
|
9 | وَلَا |
|
|
10 | تَرْتَدُّوا | dönmeyin |
|
11 | عَلَىٰ |
|
|
12 | أَدْبَارِكُمْ | arkanıza |
|
13 | فَتَنْقَلِبُوا | yoksa dönersiniz |
|
14 | خَاسِرِينَ | kaybedenlere |
|
Hz. Musa’nın bu sözlerine göz attığımızda, Hz. Musa’nın kavminin tereddütleri ve geri dönmeleri karşısındaki şefkatini anlarız. Daha önce uzun yol boyunca pek çok yerde onları denedi: Mısır’dan çıkarıldıklarında, ezilmişlik ve perişanlıktan hürriyete kavuştuklarında, Allah’ın adı ve otoritesiyle nehir onlar için yarıldığında ve Firavun ve ordusunu boğduğunda onları denemişti. Onlar, putlarının çevresinde toplanmış bir topluluğa rastlayınca, “Ey Musa, onların ilahları gibi bize de bir ilah yap” dediler. Musa, Allah ile sözleşmesi gereği onları bir süre yalnız bıraktığında ise, Samiri, Mısırlı kadınlardan çaldıkları altınlardan böğüren bir buzağı yaptı. Sonra, onun çevresinde toplandıklarında, “Hz. Musa’nın buluşmaya gittiği ilah budur”, iddiasını ileri sürdüler.
Hz. Musa onları sahranın ortasında kayayı yararak kendilerine su çıkardığında ve üzerlerine iştah açıcı bir yiyecek olarak kudret helvası ile bıldırcın yağdırdığında da denemişti. Onlar ise aşağılandıkları ülke Mısır’ın alışkın oldukları yiyeceklerini arzu etmişler; baklasını, kabağını, sarımsağını, mercimeğini ve soğanını istemişler ve kendileri şaşkın halde yollarını kaybetmişken Hz. Musa’nın yönelttiği yüce hedef, üstünlük ve kurtuluş yolunda yaşamaya ve ulaştıkları yiyeceklerden ayrılmaya dayanamamışlardı!
Hz. Musa onları, kesmekle emr olundukları inek olayında da denemişti. Onlar, Allah’ın emri karşısında duraksadılar ve boyun eğip emri yerine getirmedılar ve boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt ettiler.
“İneği kestiler, ama nerede ise, kesemeyeceklerdi!”
Hz. Musa, Allah ile buluşmasından sonra, içinde Allah ile yaptıkları sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı levhalar ile döndüğünde de onları denemişti. Tüm bu lütuflara ve bütün hatalarının bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi kabulden ve Allah ile anlaşmaktan kaçındılar. Büyük bir kayayı, “Sanki üzerlerine düşecekmiş sandıkları” şekilde başları üzerinde sallanır bulunana kadar “söz” vermediler.
Hz. Musa onları uzun yol boyunca pek çok yerde denemişti. İşte, mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan durumu… Uğrunda Mısır’dan çıktıkları vaad edilmiş topraklar… Allah’ın orada hakimiyet kurmalarını vaadettiği ve Allah’ın gözetiminde ve önderliği altında yaşamaları için orada aralarından peygamberler gönderdiği topraklar dılar ve boyun eğip emri yerine getirmekte tereddüt ettiler.
“İneği kestiler, ama nerede ise, kesemeyeceklerdi!”
Hz. Musa, Allah ile buluşmasından sonra, içinde Allah ile yaptıkları sözleşme ve anlaşmanın yer aldığı levhalar ile döndüğünde de onları denemişti. Tüm bu lütuflara ve bütün hatalarının bağışlanmasına rağmen sözleşmeyi kabulden ve Allah ile anlaşmaktan kaçındılar. Büyük bir kayayı, “Sanki üzerlerine düşecekmiş sandıkları” şekilde başları üzerinde sallanır bulunana kadar “söz” vermediler.
Hz. Musa onları uzun yol boyunca pek çok yerde denemişti. İşte, mukaddes toprakların kapılarda yahudilerle olan durumu… Uğrunda Mısır’dan çıktıkları vaad edilmiş topraklar… Allah’ın orada hakimiyet kurmalarını vaadettiği ve Allah’ın gözetiminde ve önderliği altında yaşamaları için orada aralarından peygamberler gönderdiği topraklar…
Hz. Musa Yahudileri denedi ve onlara şefkatli davranmaktan başka çıkar yol görmedi. Onları son bir kez daha çağırdı. Bu çağrı, en parlak hatırlatmaları, en büyük müjdelemeleri en güzel yüreklendirmeleri ve en şiddetli sakındırmaları içermekte idi:
“Hani Musa kavmine demişti ki, ey kavmim, Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayınız. Hani içinizden peygamberler çıkardı, sizleri hükümdar yaptı, size dünyada hiç kimseye vermediğini verdi.”
“Ey kavmim, Allah’ın sizin için yurt olarak belirlediği kutsal topraklara giriniz, sakın geri dönmeyiniz, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” Allah’ın nimeti ve aralarından peygamberler göndereceği ve onları hükümdar yapacağı şeklindeki vaadi gerçektir. Onlara verdiği bu nimet ve vaadi yeryüzünde şu ana değin hiçbir kimseye vermemiştir. Girmeye çağırıldıkları kutsal topraklar, Allah’ın vaadi ile kendilerine verilmiştir. Bu kesindir. Allah’ın vaadinde nasıl durduğunu daha önce görmüşlerdi. İşte şu vaade dilen yere ayak basmak zordur.
Gerisin geriye dönmeleri ise, açık bir hüsrandır.
Fakat yahudiler… Şu yahudiler…
“Dediler ki, “Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.'(Fizilal’il Kuran/Seyyid Kutub)
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ
يَا nida harfidir. Münada olan قَوْمِ muzâf olup, mukadder fetha ile mansubdur. Mütekellim يَ ’ sı mahzuf olup, kelimenin sonundaki kesra muzâfun ileyhten ivazdır. Nidanın cevabı ادْخُلُوا الْاَرْضَ ’dır.
ادْخُلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. الْاَرْضَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. الْمُقَدَّسَةَ kelimesi الْاَرْضَ ‘in sıfatı olup fetha ile mansubdur.
الَّت۪ي müfred müennes has ism-i mevsûl الْاَرْضَ ’nin ikinci sıfatı olarak mahallen mansubdur. İsm-i mevsûlun sılası كَتَبَ اللّٰهُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.
كَتَبَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup damme ile merfûdur. لَكُمْ car mecruru كَتَبَ fiiline mütealliktir.
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا nehiy harfi olup olumsuz emir manasındadır. تَرْتَدُّوا fiili ن ‘un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ car mecruru تَرْتَدُّوا ‘deki failin mahzuf haline mütealliktir. Muttasıl zamir كُمْ muzâfun ileyh olarak mahallen mansubdur.
فَ harfi sebebiyyedir. Muzariyi gizli اَنْ ’le nasb ederek manasını sebep bildiren masdara çevirir. Fâ-i sebebiyyeden önce nefy ,taleb bulunması gerekir.
اَنْ ve masdar-ı müevvel, kelamın öncesinden anlaşılan masdara matuftur. Takdiri; لا يكن منكم ارتداد فانقلاب (Sizden irtidad eden olmasın yoksa (herşey) tersine döner.) şeklindedir.
تَنْقَلِبُوا fiili ن ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. خَاسِر۪ينَ kelimesi تَنْقَلِبُوا ‘deki failin hali olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harf ile irablanır.
Münada; kendisine seslenilen ve seslenen kişiye yönelmesi istenilen kişidir. Münada, fiili hazfedilmiş mef’ûlün bihtir. Münadaya “ey, hey” anlamlarına gelen nida harfleri ile seslenilir. En yaygın kullanılan nida edatı يَا ’dır.
Münada irab yönünden mureb münada ve mebni münada olmak üzere 2 kısma ayrılır.
Mureb münada lafzen mansub olur ve 3 şekilde gelir: 1) Muzaf, 2) Şibh-i muzaf, 3) Nekre-i gayrı maksude.
Mebni münada merfu üzere mebni, mahallen mansub olur. 3 şekilde gelir: 1) Müfred alem, 2) Nekre-i maksude, 3) Harfi tarifli isim. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, Atıf olan اَوْ ’den sonra, Lamul cuhuddan sonra, Lamu-ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, Sebep fe (فَ)’sinden sonra. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Has ism-i mevsûller marife isimden sonra geldiğinde kelimenin sıfatı olur. Cümledeki yerine göre onun unsuru (Fail, mef’ûl,muzâfun ileyh) olur. (Arapça Dil Bilgisi, Nahiv, Dr. M.Meral Çörtü,s; 44)
Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.
Hal sahibu’l-hale ya و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır:
1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
تَرْتَدُّوا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil iftiâl babındadır. Sülâsîsi ردد ’dir.
İftiâl babı fiile mutavaat (dönüşlülük), ittihaz (edinmek, bir şeyi kendisi için yapmak), müşareket (ortaklık), izhar (göstermek), ihtiyar (seçmek), talep ve çaba göstermek manaları katar. İfteale kalıbı hem soyut hem somut anlamlı fiiller için kullanılır.
تَنْقَلِبُوا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. İnfiâl babındadır. Sülâsîsi قلب ’ dir.
Bu bab fiile mutavaat, mücerred yapıdaki asıl anlamıyla kullanılması gibi anlamlar katar.
خَاسِر۪ينَ kelimesi, sülâsi mücerredi خسر olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
الْمُقَدَّسَةَ sülâsi mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan tef’il babının ism-i mef’ûlüdür.
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ
Hz. Musa’nın kavmine hitabı devam ediyor.
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Nida üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Münada olan قَوْمِ ’deki mütekellim zamirinin hazfi nida edenin münadaya yakın olma isteğine işarettir.
قَوْمِ kelimesinin kökü “ayağa kalkmak” manasındaki قام fiilidir. Belli değerler etrafında birleşmek, o değerleri ayakta tutan toplum demektir. “Ey kavmim” sözüyle aralarında yakınlık kurularak “Bizim aynı hedeflerimiz var, aynı şeyleri paylaşıyoruz. Dolayısıyla benim dediklerimi yapın.” anlamı vurgulanmış oluyor. Ey İsrailoğulları dese bunlar vurgulanmış olmaz.
Nidanın cevabı olan ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّت۪ي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
الْمُقَدَّسَةَ kelimesi الْاَرْضَ için sıfattır. الْاَرْضَ için ikinci sıfat konumunda olan müfret müennes has ism-i mevsûl الَّت۪ٓي ‘nin sıla cümlesi كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafât, S.107)
Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
İkinci sıfatın ism-i mevsûl الَّت۪ي ile gelmesi sıla cümlesine dikkat çekmek içindir.
Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması teberrük, muhabbet ve mehabet duyguları uyandırmak içindir.
كَتَبَ اللّٰهُ ifadesinde istiâre vardır. Burada yazma [ ألكتابة ] ile kastedilen, hüküm vermek, yargıda bulunmaktır. Allah Teâla, o hükmü, yazılı şeylerin kalıcılığı gibi sabit ve kalıcı olmasıyla nitelemekte mübalağa [pekiştirme] yapmak için yazmayı hüküm vermekten kinaye olarak zikretmiştir. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları)
Önceki ayetteki يَا قَوْمِ [Ya kavmim] sözü bu ayette tekrarlanmıştır. Bu işe ehemmiyet verildiğini göstermek ve onları emre uymaya ziyadesiyle teşvik etmek içindir. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s- Selîm)
Yapılan tekrarda ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ ibaresi, Beytü’l Makdis’ten kinayedir.
وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِ cümlesi atıf harfi وَ ‘la nidanın cevabına atfedilmiştir. Nehiy üslubunda talebî inşâî isnaddır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Emir üslubundan nehiy üslubuna iltifat sanatı vardır.
لَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِ [Arka çevirmeyin.] cümlesinde istiare sanatı vardır. Ilgilenmemek, gereken değeri vermemek, insanın önemsemediği bir şeye arkasını dönmesine benzetilmiştir. Ayrıca bu ifadede mübalağa ve tecessüm sanatları vardır.
Fa-i sebebiyye’nin dahil olduğu müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelam olan فَتَنْقَلِبُوا خَاسِر۪ينَ cümlesi, masdar teviliyle, kelamın öncesinden anlaşılan bir masdara matuftur. Takdiri; لا يكن منكم ارتداد فانقلاب (Aranızda dinden dönme olmasın) olan masdarın hazif îcaz-ı hazif sanatıdır.
Ayette fiiller muzari sıygada gelerek hudûs, teceddüt istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
تَرْتَدُّوا - اَدْبَارِ- فَتَنْقَلِبُوا kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
فَتَنْقَلِبُوا cümlesi mahzuf bir şartın cevabıdır. “Dönerseniz hüsrana düşersiniz.” demektir. Emir, nehiy, arz, temenni, dua gibi inşâ cümlelerinde şartın gizlenmesi caizdir.
“Kutsal toprak” tan maksat Beytülmakdis toprağıdır. Sîna dağı (Tūr) ve etrafı olduğu da söylenmiştir. Başka bir yorum, Suriye-Lübnan bölgesi şeklindedir. Filistin, Şam ve Ürdün’ün bir kısmı olduğu da söylenmiştir. Dağa kaldırıldığında Allah’ın Hazreti İbrahim’e oğulları adına miras olarak tesmiye ettiği yerler olduğu da söylenmiştir. O vakit ona “Bak, gözünün ildiği yer sana ait olacak!” denilmişti. Beytülmakdis, peygamberlerin yaşadığı, müminlerin yerleştiği yerdir. (Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t-Te’vîl)
Onları melik kılması teşbih-i beliğdir. Yani nefislerine tasarruflarında ve kulluklarındaki teslimiyetlerinde onları melikler gibi kılmıştır ve onları geçmiş ümmetlere başkan kılmıştır. Ya da جَعَلَكم haberin manasını pekiştirmek için gelecek manasında kullanılmıştır. Bu sayede gelecekte melik olacaklarını bildirir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ ifadesi; Allah Teâlâ’nın mübarek ve temiz kıldığı yani Allah’ın mübarek kıldığı yer demektir. Ya da İbrahim’in (a.s.) defnedildiği yer olan ilk şehir olması dolayısıyla kutsal olan yerdir. Burası bugün Filistin’dir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
كَتَبَ اللّٰهُ ifadesi, Allah’ın hükmetmesi ve takdir etmesidir ki dilde yaygın olarak kullanılan bir mecazdır. Çünkü önem verilen şey yazılır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
ولا تَرْتَدُّوا عَلى أدْبارِكُم cümlesi, hezimete uğramamak için uyarıdır. Çünkü ordunun irtidadı (geri çekilmesi) yenilgi için en büyük sebeptir. İrtidad, رَّدَّ fiilinin iftial babı'dır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
الأدْبارُ ise دُبُر kelimesinin çoğuludur ve sırt manasındadır. Sırt yönünde gitmek de geri dönmek yani yürüdüğün yola dönmek demektir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَۗ وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالُوا | dediler ki |
|
2 | يَا مُوسَىٰ | Musa |
|
3 | إِنَّ | şüphesiz |
|
4 | فِيهَا | orada vardır |
|
5 | قَوْمًا | bir millet |
|
6 | جَبَّارِينَ | zorba |
|
7 | وَإِنَّا | ve şüphesiz biz |
|
8 | لَنْ |
|
|
9 | نَدْخُلَهَا | oraya girmeyiz |
|
10 | حَتَّىٰ | kadar |
|
11 | يَخْرُجُوا | onlar çıkıncaya |
|
12 | مِنْهَا | oradan |
|
13 | فَإِنْ | eğer |
|
14 | يَخْرُجُوا | çıkarlarsa |
|
15 | مِنْهَا | oradan |
|
16 | فَإِنَّا | o zaman biz |
|
17 | دَاخِلُونَ | gireriz |
|
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَۗ
Fiil cümlesidir. قَالُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Mekulü’l kavli, يَا مُوسٰٓى ’dır. قَالُوا fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
يَا nida harfidir. مُوسٰٓى münadadır. Müfred alem olup damme üzere mebni mahallen mansubdur. Nidanın cevabı, اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَ ’dir.
إِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir, ismini nasb haberini ref eder.
ف۪يهَا car mecruru اِنَّ ’nin mahzuf haberine mütealliktir. قَوْماً kelimesi اِنَّ ’nin muahhar ismi olup fetha ile mansubdur.
جَبَّار۪ينَ kelimesi قَوْماً ’in sıfatı olup nasb alameti ي ’dir. Cemi müzekker salim kelimeler harf ile irablanır.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
جَبَّار۪ينَۗ kelimesi, mübalağalı ism-i fail kalıbındandır. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın, mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Mübalağalı ism-i fail: Bir varlıkta bir niteliğin aşırı derecede bulunduğunu gösteren, fiilden türeyen, sıfat cinsinden isimlerdir. Mübalağalı ism-i failler Allah için kullanılırsa sıfat, insanlar için kullanılırsa mübalağa ya da lakap olurlar. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
İsim cümlesidir. اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. لَنْ نَدْخُلَهَا cümlesi, اِنَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur.
لَنْ muzariyi nasb ederek manasını olumsuz istikbale çeviren tekid harfidir.
نَدْخُلَهَا fetha ile mansub muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri نحن ’dur. Muttasıl zamir هَا mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
حَتّٰى gaye bildiren cer harfidir. يَخْرُجُوا muzari fiilini gizli اَنْ ’le nasb ederek anlamını masdara çevirmiştir. اَنْ ve masdar-ı müevvel, نَدْخُلَهَا fiiline müteallik olup mahallen mecrurdur.
يَخْرُجُوا fiili, نَ ‘un hazfıyla mansub muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. مِنْهَا car mecruru يَخْرُجُوا fiiline mütealliktir.
حَتّٰٓى edatı üç şekilde kullanılabilir: Harf-i cer olarak, başlangıç edatı olarak ve atıf edatı olarak. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْ harfi 6 yerde gizli olarak gelebilir: Harf-i cer olan (حَتّٰٓى)’dan sonra, Atıf olan اَوْ ’den sonra, Lamul cuhuddan sonra, Lamu-ta’lilden (sebep bildiren لِ) sonra, Vav-ı maiyye (وَ)’ den sonra, Sebep fe (فَ)’sinden sonra. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ
فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ iki muzari fiili cezm eden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَخْرُجُوا şart fiili olup, نَ ’un hazfıyla meczum muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. مِنْهَا car mecruru يَخْرُجُوا fiiline mütealliktir.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
نَا mütekellim zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. دَاخِلُونَ cümlesi, اِنَّ ’nin haberi olup, ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
دَاخِلُونَ kelimesi sülâsî mücerredi دخل olan fiilin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَۗ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Allah Teâlâ, kavminin Musa a.s.’a cevabını bildiriyor.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
قَالُٓوا fiilinin mekulü’l-kavli olan يَا مُوسٰٓى cümlesi, nida üslubunda talebi inşâî isnaddır.
Nidanın cevabı olan اِنَّ ف۪يهَا قَوْماً جَبَّار۪ينَ cümle, اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi ile tekid edilen bu ve benzeri cümleler muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Cümlede takdim-tehir ve îcâz-ı hazif sanatları vardır. ف۪يهَا car mecruru, اِنَّ ’nin mahzuf mukaddem haberine mütealliktir. قَوْماً kelimesi اِنَّ ‘nin muahhar ismidir.
جَبَّار۪ينَ kelimesi قَوْماً için sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır. Mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
جَبّر۪ ; “Kırık kemik kaynadı.” demektir. Kemiğin kaynaması zordur. “Zor” manası buradan kaynaklanır. جَبَّار۪; zorla yaptıran demektir.
قَوْماً ‘deki nekrelik, tahkir ve kesret içindir.
ف۪يهَا ibaresindeki ف۪ي harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi فِی harfi zarfiye manası içerir. Ayette mukaddes belde, içi olan bir şeye benzetilerek istiare yapılmıştır. Câmi’, her ikisindeki mutlak irtibattır. Bu ifadede mübalağa ve tecessüm sanatları da vardır.
Bu istînâf cümlesi, kelamın siyakından doğan “Pekiyi, onlar, Musa’nın emir ve yasaklarına ne karşılık verdiler?” sualine cevaptır. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ
Cümle atıf harfi وَ ‘la nidanın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
اِنَّ ile tekid edilmiş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi olan لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ cümlesi, menfî muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Muzariye asla manası kazandıran لَنْ edatı tekit ifade eder.
Gaye bildiren harf-i cer حَتّٰى ‘nın, gizli أنْ ‘le masdar yaptığı يَخْرُجُوا مِنْهَا cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Masdar-ı müevvel mecrur mahalde olup, حَتّٰى ile لَنْ نَدْخُلَهَا fiiline mütealliktir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Ayetin sonunda isim olarak tekrar zikredilen لَنْ نَدْخُلَهَا fiilinde irsâd sanatı vardır.
نَدْخُلَهَا - يَخْرُجُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
لَنْ نَدْخُلَهَا cümlesiyle يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ
Şart üslubunda gelen terkip, atıf harfi فَ ile وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada inşâ cümlesi haber cümlesine atfedilmiştir. Şart cümlesinin haberî manada olması, haber cümlesine atfını mümkün kılmıştır.
Şart cümlesi olan يَخْرُجُوا مِنْهَا , müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Fiilin muzari fiil sıygasıyla gelmesi hudûs, teceddüt, tecessüm ve istimrar ifade etmiştir.
فَ karînesiyle gelen cevap cümlesi فَاِنَّا دَاخِلُونَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
اِنَّ ’nin haberi olan دَاخِلُونَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
نَدْخُلَهَا - دَاخِلُونَ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
يَخْرُجُوا - مِنْهَا kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
دَاخِلُونَ - يَخْرُجُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
يَخْرُجُوا مِنْهَا cümlesiyle اِنَّا دَاخِلُونَ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
اِنْ şart harfi, asıl şart edatlarındandır. Çoğu zaman şartın vukuunda şek ifade eder.
Ayetin bu son cümlesi mübalağa maksadıyla gelmiş ıtnâb sanatı babından îgāldir.
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قَالَ | dedi ki |
|
2 | رَجُلَانِ | iki adam |
|
3 | مِنَ | -den |
|
4 | الَّذِينَ | kimseler- |
|
5 | يَخَافُونَ | korkanlar(dan) |
|
6 | أَنْعَمَ | ni’met verdiği |
|
7 | اللَّهُ | Allah’ın |
|
8 | عَلَيْهِمَا | kendilerine |
|
9 | ادْخُلُوا | girin |
|
10 | عَلَيْهِمُ | onların üzerine |
|
11 | الْبَابَ | kapıdan |
|
12 | فَإِذَا | eğer |
|
13 | دَخَلْتُمُوهُ | girerseniz |
|
14 | فَإِنَّكُمْ | muhakkak ki siz |
|
15 | غَالِبُونَ | galib gelirsiniz |
|
16 | وَعَلَى | ve |
|
17 | اللَّهِ | Allah’a |
|
18 | فَتَوَكَّلُوا | dayanın |
|
19 | إِنْ | eğer |
|
20 | كُنْتُمْ | iseniz |
|
21 | مُؤْمِنِينَ | inanıyor |
|
“Allah’tan korkan ve O’nun nimetine ermiş iki kişi dedi ki; “Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince onları yendiniz demektir. Eğer mümin iseniz sırf Allah’a dayanınız.”
Burada, Allah’a iman ve O’ndan korkmanın değeri karşımıza çıkmaktadır. Bu, Allah’tan korkan iki adamın kalplerinde taşıdıkları Allah korkusu; zorbaları küçümsemelerini sağlıyordu. Muhtemel tüm tehlikeler karşısında bile cesaretle doluydular. Bu iki adamın sözleri, zorluk anlarında imanın önemine insanlardan korkulan yerlerde Allah korkusunun değerine tanıklık etmektedir. Yüce Allah, bir gönülde iki korkuyu, “Allah’tan korkma ile insanlardan korkmayı” birleştirmez. Allah’tan korkan kimse, O’ndan başka hiç kimseden hiçbir şeyden korkmaz.
” ..Onların üzerine şehrin kapısından yürüyünüz. Kapıdan içeri girince, onları yendiniz demektir.”
Gönüller savaşlarla ilgili ilmin ortaya koyduğu bir kuraldır bu. İleri atılın ve (hiç bir şeye aldırmayın)… Kavmin yurtlarının merkezine girdiğiniz zaman, kalplerin sizin gönüllerinizin sağlamlığı nisbetinde sarsılır, bozguncu ruhlarında duyarlar. Artık onlara karşı zaferin kesinleşti demektir.
“… Eğer mümin iseniz, sırf Allah’a dayanınız.”
Mümin, yalnızca Allah’a dayanır. Bu, imanın karakteristiğidir. Bu, imanın zorunlu neticesidir.
Fakat bu iki adam bu sözü kime söylüyorlar? Yahudilere mi?
“Dediler ki; Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.”
Böylece korkaklar belirlendi. Utanmıyorlardı. Önlerindeki tehlikeden korktular ve merkepler gibi ayak direterek, bir adım bile ilerlemediler. Korkaklık ve utanmazlık birbirine zıt ve yek diğerinden uzak hasletler değildir. Aksine bunlar, ikiz kardeştirlerdir. Korkak bir göreve kalkışır! Yüreğini korku bürür. Görevini bırakıp, gider ve bu göreve sayıp döker. İstemediği halde omuzlarına yüklenen davaya karşı da küstahca bir tavır takınır.
“… Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz.”
İşte böyledir acizin küstahlığı… Dil küstahlığı, ona dille sataşmadan başka bir yükümlülük getirmez. Fakat görevi yerine getirmeye kalkışmak, aynı zamanda dili tutmayı da gerektirir.
“Git sen Rabbin ile birlikte…”
Allah, ilâhlığı gereği olarak, onları savaşla yükümlü kıldığı zaman, onların Rabbi değilmiş gibi davranıyorlar.
“… Biz burada kalıyoruz.”
Biz ne hükümranlık istiyoruz ne şeref ne de vaad edilmiş toprakları istiyoruz. Çünkü bunların ucunda zorbalarla karşılaşma var.
Bu Hz. Musa’nın yolculuğunun sonu. Büyük gayretlerinin uzun seferinin ve yahidilerden gördüğü kötülükten sapıklıklara ve dönekliklere karşı gösterdiği sabrın sonu! Evet, işte onlarla kapısına kadar geldiği halde, mukaddes topraklardan geri dönmek ve Allah’ın yahudiler ile yaptığı anlaşmasını bozmak. Bu kadar dolaşıp durmalarını sonunda elde ettiği netice.. Hz. Musa ne yapacak, kime dert yanacak?
“Musa dedi ki; “Ya Rabbi, kendimden ve kardeşimden başka hiç kimseye söz geçiremiyorum. Bizi bu yoldan çıkmış kavimden ayır.”
Elem dolu, sığınma ve teslimiyet dolu bir dua. Bunların yanısıra yahudilerle ilişki kesme, azim ve kararlılık içeren bir dua!
O, kendisi ve kardeşi dışında kimseye söz geçiremediğini Allah’ın da biliyor olduğunu bilmektedir. Fakat Musa da bir insandır ve çaresiz bir insanın zaafı içerisindedir. Allah ile konuşabilen bir peygamberin imanı ve dosdoğru bir müminin azmine sahipken Allah’tan başka yönelecek bir mercii bulamamaktadır. Fısıltı ve yakarışla Allah’a şikayette bulunuyor, kendisiyle yoldan çıkmış kavmin arasının tamamen ayrılmasını istiyor. Artık Allah’ın sağlam anlaşmasını bozduktan sonra onlarla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Hz. Musa’yı yahudilere ne soy bağlayabilir ne tarih ortaklığı, ne de geçmiş çabası. Onu yahudilere sadece Allah’a davet ve Allah ile anlaşma bağı bağlamaktadır. Yahudiler bu bağı koparınca Hz. Musa ile aralarına derin bir uçurum girdi. Yahudilerle ilişkisini sağlayan hiç bir bağ kalmadı. Çünkü yahudiler yoldan çıkmışlardı. Hz. Musa, Allah’ın anlaşmasına dosdoğru uymuş, yahudiler yan çizmiş iken, Hz. Musa Allah’ın sözleşmesine sımsıkı sarıldı.
İşte bu peygamber ahlâkıdır. Bu, mümin çizgisidir. Bu, müminlerin ayrılma ve birleşme kararlarına gerekçe olan bir bağdır. Artık ne cinsiyet, ne ırk, ne millet, ne dil, ne tarih ne de yöre bağlarından herhangi biri, inanç bağı koptuğunda, sistem ve yöntemler değiştiğinde bu bağın yerini tutabilir. Allah peygamberinin davasını kabul etti ve sapıklar aleyhine adil bir ceza hükmetti.
“Allah dedi ki; “Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada-burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.”
Böylece Allah onları, -mukaddes toprakların kapılarına geldikleri halde çöle saldı ve onları vaadettiği topraklardan yasakladı. Tercihine göre Allah orayı bu nesile yasakladı. Böylece yeni bir nesil türesin, bu nesilden farklı bir nesil oluşsun bu durumdan dersler çıkaran ve çölün sert ve sıcak havasından zorluğa alışmış olarak yetişen bir nesil..
Mısırda aşağılık, kölelik ve zulüm altında bozulmuş bu nesilden farklı olan ve bu yüce görevi yerine getirmekten caymayacak bir nesil. Aşağılanma, kölelik ve zulüm hem kişilerin, hem de milletlerin fıtratını yozlaştırır.
Ayetlerin akışı onları çölün perişanlığı içerisinde bırakıyor ve sözü burada kesiyor. Edebi güzellikleri, mükemmel ibretleri içeren bu sahne Kur’an’ın ifade üslubuna uygundur.
Müslümanlar -Allah’ın kendilerine anlattığı kıssalardan- gerekli dersleri çıkarmışlar ve Bedir savaşında Kureyş ordusu karşısında az olmalarına rağmen zor olanı tercih ederek peygamberlerine şöyle demişler:
“Şu halde “Ey peygamber, biz sana yahudilerin peygamberlerine söylediği gibi, “Git sen, Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz” demiyoruz. Fakat git sen, Rabbin ile savaş biz de seninle birlikte savaşacağız” diyoruz.
İşte bunlar, Kur’an’ın genelde kıssalar ile terbiye metodunun kimi sonuçları ve Allah’ın yahudilerin kıssasını ayrıntılı olarak anlatmadaki kimi hikmetleridir.
Önümüzdeki ders, insanların hayatında temelli yere sahip bazı şer’i hükümleri açıklamaya başlıyor. Bunlar, Allah’ın sistemine ve kanunlarına göre hükmedilen müslüman toplumda kişinin ve hayatın korunmasına, düzeninin himayesine, Allah’ın kanunları gölgesindeki kamu düzenine ve onu Allah’ın emriyle yürütmeye çalışan otoriteye ve İslâm şeriatı ve kanunları altında yaşayan müslüman topluma karşı yapılan ayaklanmaların önlenmesine, yanısıra toplumsal nizamın tamamen Âllah’ın kanunlarına uygun olarak yürütüldüğü bu toplumdaki herhangi bir kişinin malının ve mülkiyetinin dokunulmazlığına dair hükümlerdir.
Bu ders, toplum hayatındaki bu temel işlere ilişkin bu hükümleri incelemeye geçiyor. Suçun tabiatı ve insan ruhunda meydana getiren sebepleri ortaya koyan, yanısıra suçun çirkinliği ve bozgunculuğu, ona karşı ona karşı durmanın gerekliliği, suçluların cezalandırılmasının ve nefsi suç işlemeye yücelten sebeplere karşı direnmenin zorunluluğunu açıklayan “Adem’in iki oğlu” ile ilgili kıssaya ilişkin bu hükümler ile giriliyor.
Kıssa ve içerdiği öğütler, Kur’an ayetlerinin akışı içerisinde, onu izleyen diğer hükümlerle kuvvetli bir şekilde kaynaştırılıyor.
Ayetlerin sıralamasını düşünen okuyucu, bu kıssanın buradaki fonksiyonunu, ruhuna işleyen ve yerleşen ikna edici öğütlerin derinliğini, gönlünde ve aklında, hisseder. Allah’ın hükümleri ile hükmedilen ve sistemin uygulandığı İslâm toplumunda, cana, hayata ve toplum düzenine yönelik tecavüzlerin mala ve ferdi mülkiyete yönelen saldırıların, oluşturduğu suçlara getirdiği şiddetli hükümleri kabullenecek bir kabiliyetin oluştuğunu far keder. İslâm toplumu, her yönüyle hayatı Allah’ın sistemine ve hukukuna göre düzenler. Bütün işlerini ve ilişkilerini bu sistemin temellerine ve bu hukukun kanunlarına göre tanzim eder… Bu yüzden, her toplumda olduğu gibi ve her ferde de adaleti, güvenliği istikrarı ve huzuru her yönüyle sağlamayı üstlenir. Baskı ve eziyetlerin tüm çeşitlerini korku ve anarşinin bütün sebeplerini zulüm ve düşmanlığın bütün yollarını, yokluk ve güçlüklerin bütün etkilerini, ondan uzaklaştırır. Böylece -erdemli, adaletli, dengeli ve sorumluluk taşıyan bu toplumun bir benzerinde cana, hayata ve kamu düzenine, ferdi mülkiyete yönelik saldırılar kabul edilemez ve genel özelliğiyle hiçbir hafifletici sebep tanımaz.
Bu durum sorunsuz insanlara normal olmak yolunda uygun şartlar sunduğu ve hem ferd, hem de toplum hayatında suça yönelten tüm sebepleri ortadan kaldırdıktan sonra, İslâm’ın suç ve suçlulara yönelik sertliğini anlaşılır kılmaktadır. Tüm bunların yanında, İslâm nizamı, bir de iyi bir kavuşturma ve sağlıklı bir hüküm için, kural tanıma suçlulara bütün garantileri sağlamayı üstleniyor ve en ufak bir şüphe sebebiyle hadleri uygulamaktan vazgeçer. Yanısıra, suçluya dünya da bazı hallerde, ahirette ise her suçun bağışlanmasına yarayan tevbe kapısını sonuna kadar açıyor. Yukarıdaki hükümleri içeren bu derste, bahsettiğimiz tüm bu durumlar için birer örnek göreceğiz:
Fakat ayetlerin akışıyla birlikte konuyu ve içerdiği bu hükümleri ele almadan önce bu hükümlerin uygulanacağı ortamdan ve yürütme gücü sağlayan şartlardan genel olarak söz etmemiz gerekmektedir.
Bu derste sözü geçen gerek cana karşı, yapılan saldırılar ve gerekse kamu düzenine ve mala yönelik saldırılara ilişkin hükümlerin durumu da şeriatın koyduğu, kısas ve ta’zir gibi diğer hükümler ile aynıdır. Hepsi de, sadece “daru’l İslâm”da kurulan “İslam toplumu”nda yürütme gücü ile uygulanabilirler. Bu yüzden şeriatın “daru’l-İslâm” kavramı ile neyi amaçladığını açıklamamız gerekmektedir. Bütün dünya İslâm nizamına ve müslümanların değer yargılarına göre sadece iki kısma ayrılmaktadır:
1- İslam yurdu (dar’ul-İslâm):
İslâm kanunlarının uygulandığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilen bütün toplumları kapsamaktadır. İdarecileri İslâm kanunlarını uygular ve İslâm hukukuna göre hüküm verirlerse, halkının tamamının müslüman olması veya hem müslüman hem de gayri müslimlerden (zımmî) olması ya da tamamının zımmî olması durumlar aynıdır. Halkı tamamen müslüman veya hem müslüman hem de zımmîlerden oluşmakta olan bir beldeyi savaşla ele geçirmişler ve bununla birlikte aralarında İslâm hukukuna göre hükmediyor ve İslâm kanunlarını uyguluyorlarsa, hüküm yine aynıdır. Bir beldenin, “Dar’ul-İslâm” olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada, İslâm kanunlarının uygulanması ve yasamanın. İslâm şeriatına göre yapılması yer almaktadır.
2- “Dar’ul-Harb” (Savaş Yurdu): İslâm kanunlarının uygulanmadığı ve İslâm hukukuna göre hüküm verilmeyen bütün beldeleri kapsamaktadır. Halkı ne olursa olsun, ister müslüman oldukları ister ehli kitap oldukları ya da kafir olduklarını söylesinler fark etmez. Bir beldenin “Savaş Yurdu” olabilmesi için değerlendirmelerin temel ekseninde, orada İslâm kanunlarının uygulanmaması ve yasamanın İslâm hukukuna göre yapılmaması yer almaktadır. Böyle bir belde gerek müslüman gerekse İslâm toplumu açısından “Savaş Yurdu” sayılır. Tüm bu tanımlamalara göre İslâm toplumu “İslâm Yurdu”nda yaşayan bir toplumdur. Bu toplum Allah’ın sistemine göre düzenlemiştir ve O’nun hukuku uygulanmaktadır. Bu toplumda canlar, mallar ve kamu düzeni korunmayı haketmiştir. Can ve mallara saldıranlara, İslâm hukukunda haklarında hüküm bulunan bu derste ve diğer bölümlerde bahsedilen cezaların uygulanması gerekmektedir. Çünkü bu toplum, gerek güçlüler, gerekse güçsüzler için çalışma güvenliği ile can güvenliğini garanti eden yüce, erdemli, bağımsız ve adil bir toplumdur. Ayrıca -her yönüyle- iyiliğe özendiren etkenleri bol olarak barındırma, kötülüğe teşvik eden etkenleri ise en aza indiren bir toplumdur. Şu halde, bu toplumda yaşayan her bireyin bu sistemin kendisine sağladığı bu bol nimetleri muhafazası, bütün diğer bireylerin de haklarını can, mal, namus ve ahlâklarını gözetmesi tüm hakları garanti altına alınmış olarak güven, huzur ve refah içerisinde yaşadıkları “İslâm Yurdu”nun selametini koruması hakkıdır. Çünkü bu toplum, onun lehine olarak tüm insanî değerleri ve bütün sosyal hakları kabul etmekte bu değerleri ve hakları korumayı da üstlenmektedir. Tüm bunlardan sonra, bu İslâm yurdundaki düzene karşı ayaklanan kimseler, en şiddetli cezaya çarptırılmayı hakeden asi ve günahkar saldırganlardır. Buna rağmen İslâm , bu saldırganlara, bile zan yüzünden ceza vermeyerek ve şüpheler sebebiyle hadleri kaldırarak her türlü garantiyi sağlamıştır. “Daru’l-Harb”e gelince… Tanımı yukarıdaki şekildedir. Ne oranın, ne de halkının İslâm şeriatının cezalarını uygulayarak esenliğinden faydalanmaya hakları yoktur. Çünkü onlar, öncelikle İslâm şeriatını uygulamıyorlar ve İslâm’ın hakimiyetini tanımıyorlar. Onlar, Dar’ul-İslâm’da yaşayan ve hayatlarında İslâm şeriatını uygulayan müslümanlara oranla, güvenlik altında değillerdir. Canları ve malları İslâm’a göre -müslümanlarla anlaşmaları, Dar’ul-İslâm ile aralarında sözleşme bulunması durumu dışında- dokunulmaz değildir. Bu anlaşmazlıkların yanısıra İslâm hukuku dar’ul-harp’ten gelip eman ahdi ile dar’ul İslâm’a giren her ferdine bu eman süresince ve müslüman devlet başkanının otoritesi dahilindeki “daru’l İslâm” sınırları içerisinde yukardaki garantileri vermektedir.
Fizilal’il Kuran/ Seytid Kutub
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ
Fiil cümlesidir. قَالَ fetha üzere mebni mazi fiildir. رَجُلَانِ fail olup müsenna olduğundan elif ile merfûdur.
الَّذ۪ينَ cemi müzekker has ism-i mevsûl مِنَ harfi ceriyle رَجُلَانِ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir. İsm-i mevsûlun sılası يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ ‘dur. Îrabtan mahalli yoktur.
يَخَافُونَ fiili, نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
اَنْعَمَ اللّٰهُ cümlesi, رَجُلَانِ ’nin ikinci sıfatı olarak mahallen merfûdur.
اَنْعَمَ fetha üzere mebni mazi fiildir. اللّٰهُ lafza-i celâl fail olup damme ile merfûdur. عَلَيْهِمَا car mecruru اَنْعَمَ fiiline mütealliktir. Mekulü’l kavli, ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَ ’dir.
ادْخُلُوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. عَلَيْهِمُ car mecruru ادْخُلُوا fiiline mütealliktir. الْبَابَ mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.
Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.
Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.
Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat 2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.
1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar 2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.
1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.
2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.
Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَنْعَمَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi نعم ’dir.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا
فَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِذَا şart manalı ,cümleye muzâf olan,cezmetmeyen zaman zarfıdır.Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. دَخَلْتُمُوهُ ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
دَخَلْتُمُوهُ sükun üzere mebni mazi fiildir. Muttasıl zamir تُمْ fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubtur.
فَ şartın cevabının başına gelen rabıta harfidir.
اِنَّ tekid harfidir. İsim cümlesinin önüne gelir. İsmini nasb haberini ref eder.
كُمْ muttasıl zamiri اِنَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubtur. غَالِبُونَ cümlesi, اِنَّ ’nin haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harfle îrablanır.
وَ atıf harfidir. عَلَى اللّٰهِ car mecruru تَوَكَّلُٓوا fiiline mütealliktir.
فَ mukadder şartın cevabının başına gelmiş rabıta veya fasiha harfidir. Takdiri; إن كنتم مؤمنين فتوكّلوا (Eğer müminseniz …. tevekkül edin.) şeklindedir.
تَوَكَّلُٓوا fiili نَ ’un hazfıyla mebni emir fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur.
(إِذَا): Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir.
(إِذَا) dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzâri manalı olur. Cevabı ise umûmiyetle muzâri olur, mazi de olsa muzâri manası verilir:
a) (إِذَا) fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.
b) (إِذَا) nın cevap cümlesi, iki muzâri fiili cezmedenlerin cevap cümleleri gibi mâzi, muzâri, emir, istikbâl, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف) ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzâri fiili cezmedenlerinkiyle aynıdır.
c) Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
Mansub muttasıl zamirler cemi müzekker muhatap mazi fiillere doğrudan doğruya gelmez. Bu fiiller ile söz edilen zamirle arasına bir و harfi getirilir. دَخَلْتُمُوهُ fiilinde olduğu gibi. Buna işba vavı / işba edatı denilir.
تَوَكَّلُٓوا fiili, sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. تَفَعَّلَ babındadır. Sülâsîsi وكل ’dir.
Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar.
غَالِبُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan غلب fiilinin ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
اِنْ iki muzari fiili cezmeden şart harfidir. Şart ve cevap cümlesinde şartın vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıfsa kullanılır. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَانَ nakıs, mebni mazi fiildir. İsim cümlesinin önüne geldiğinde, ismini ref haberini nasb eder. كُنتُم ’un dahil olduğu isim cümlesi şart cümlesidir.
تُمْ muttasıl zamiri كان ’nin ismi olarak mahallen merfûdur. مُؤْمِن۪ينَ kelimesi كان ’nin haberi olup nasb alameti ي ’dır. Cemi müzekker salim kelimeler harf ile irablanır.
Şartın cevap cümlesi öncesinin delaletiyle hazfedilmiştir. Takdiri; فتوكّلوا على الله (Eğer mümin iseniz benden korkun.) şeklindedir.
مُؤْمِن۪ينَ kelimesi sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan if’al babının ism-i failidir.
İsmi fail; eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsmi fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذ۪ينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
Mecrur mahaldeki cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ , başındaki harf-i cerle, قَالَ fiilinin faili رَجُلَانِ ’nin mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Sılası olan يَخَافُونَ cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Bu cümle de bir önceki ayetin başındaki cümle gibi bir istînâf cümlesidir.
“Onlar bu sözde ittifak ettiler mi, yoksa bazdan muhalefet etti mi?” şeklindeki gizli bir sualin cevabıdır. Yani “Düşmandan değil yalnız Allah Teâlâ'dan korkan, O’nun emirlerine ve yasaklarına muhalefet etmekten sakınan iki kişi dediler ki…” (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا cümlesi, رَجُلَانِ için ikinci sıfattır. Sıfat, tabi olduğu kelimenin sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan ıtnâb sanatıdır.
Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
قَالَ fiilinin mekulü’l-kavli olan ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Bu iki adamın neden korktukları zikredilmemiştir. Böylece ya Allah’tan korktukları ya da Amelika kavminin içinden iki kişi olup imanlarını açıklamaktan korktukları düşünülebilir.
اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا cümlesi, itiraz cümlesidir. “Allah onları nimetlendirsin.” anlamında dua manasında olması mümkündür. Ya da ikinci sıfat veya haldir.
Buradaki kişiler Yûşa ve Kaleb’dir ve korkmakla vasıflandırılmışlardır. Korkmaktan maksadın düşman korkusu, ism-i mevsûlden muradın İsrailoğulları olması caizdir. İsm-i mevsûlle tarif edilmeleri, korkuları ve cesaretsiz olmaları dolayısıyla zemmetmektir. Yoksa kavimlerini düşmanla savaşmaya teşvik etmeleri karinesiyle korkak olmakla vasıflanmamışlardır. Korkudan kastın Allah’tan korkmak olması da caizdir. ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ البابَ sözü; onların Allah’tan korkmalarından kaynaklanmıştır. Bu durumda İsrailoğullarının bu iki kişiye isyan etmeleri Allah’tan korkmadıklarına tarizdir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا kavli, istînafî beyaniyedir ve Allah’tan korkularının kaynağını göstermek için gelmiştir. Yani Allah’tan korkmak Allah’ın bir nimettir. Bu da Allah’ın dinine yardım için gösterilen cesaretin Allah’ın nimeti olduğunu gerektirir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Hakk Teâlâ’nın, اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا [kendilerine nimet ihsan ettiği] vasfıyla ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır: 1. Bu ifade, “iki kişi, iki adam” ifadesinin sıfatıdır. 2. Bu, sözden kastedilen manayı tekid etmek için, araya girmiş olan bir itiraz cümlesidir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
Hakk Teâlâ'nın, ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَ [Onların üzerine kapıdan girin.] ifadesi, onlara yardım edeceği ve onları muzaffer kılacağı hususundaki vaadini iyice pekiştiren bir ifadedir. Buna göre Cenab-ı Hakk sanki şöyle demiştir: “Onların beldelerinin kapılarından girdiğinizde onlar bozulacaklar, hezimete uğrayacaklar ve onlardan ne ateşe üfleyen ne de evde oturan bir kimse kalmayacaktır. Binaenaleyh, onlardan korkmayınız.” Allah en iyi bilendir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)
دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا
Cümle, atıf harfi فَ ile mekulü’l-kavle atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada inşâ cümlesi haber cümlesine atfedilmiştir. Şart cümlesinin haberî manada olması, haber cümlesine atfını mümkün kılmıştır.
Şart üslubunda gelen terkipte اِذَا şart manalı, cümleye muzaf olan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Müteallakı, şartın cevap cümlesidir. Şart cümlesi olan دَخَلْتُمُوهُ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
فَ karinesiyle gelen فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ cevap cümlesi, اِنَّ ile tekid edilmiş sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden, اِنَّ ve isim cümlesi olmak üzere iki tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Müsned olan غَالِبُونَ , ism-i fail vezninde gelerek bu özelliğin istimrar ve istikrarına işaret etmiş, isim cümlesinin sübutunu artırmıştır.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, s. 80)
Şart ve cevap cümlelerinden müteşekkil terkip, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber iinkarî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.
Atıf harfi وَ ’la gelen şart üslubundaki terkip, önceki şart cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.
وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا cümlesi takdiri إن كنتم مؤمنين (Eğer müminseniz …) olan mahzuf şartın cevabıdır.
فَتَوَكَّلُٓوا fiiline dahil olan فَ , mahzuf şartın cevabına gelen rabıta harfidir. Cevap olan وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا cümlesi, emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Cevap cümlesinde takdim-tehir sanatı vardır. Bütün mamullerin cümledeki yeri, aslında amilinden sonra gelmesidir. فَتَوَكَّلُٓوا fiiline müteallik olan عَلَى اللّٰهِ car mecruru ihtimam için amiline takdim edilmiştir.
Mahzuf şart cümlesiyle birlikte terkip, şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
ادْخُلُوا - دَخَلْتُمُوهُ kelimeleri arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ
Ayetin son cümlesi olan ve tefsiriyye olarak fasılla gelen ayetin fasıl sebebi, şibh-i kemâl-i ittisâldir. Vuku bulma ihtimali şüpheli veya zayıf durumlarda kullanılan şart harfi اِنْ ve nakıs fiil كان ’nin dahil olduğu şart cümlesi اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ , sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Ayette îcâz-ı hazif vardır. Şartın cevap cümlesi, öncesinin delaletiyle hazf edilmiştir. Takdiri فتوكّلوا على الله (Allah’a tevekkül edin.) şeklinde olabilir. Bu takdire göre mezkûr şart ve mukadder cevap cümlelerinden oluşan terkip şart üslubunda talebî inşâî isnaddır.
Ayette cevabın mahzuf olması farklı yönlerden düşünmeyi gerektirdiği, ayrıca dinleyici ve okuyucuyu düşünce ve hayal ufkuna yönlendirdiği için mübalağa içermektedir. Îcâz metoduyla cümle daha yoğun anlamlar yüklenmiştir. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)
كَان ’nin haberi olan مُؤْمِن۪ينَ , ism-i fail vezninde gelerek sübut ve istimrar ifade etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
İsm-i fail sübuta, istikrara ve sıfatın mevsûfa olan bağlılığına delalet eder. (Halidî, Vakafat, Tevbe Suresi, 120-121, s. 80)
Şart edatı اِنْ , mazi fiilin başına gelebilir. Bu durumda, hasıl olmamış bir şeyi hasıl olmuş gibi göstermeyi, ya da fiilin gerçekleşmesi konusundaki şiddetli arzuyu ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
كَان ’nin haberi isim olarak geldiğinde, haberi isminin içine karışır ve adeta onun mahiyetinden bir cüz olur. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, c. 5, s.124)
اِنْ edatı başlıca şu yerlerde kullanılır:
1. Muhatabın tam olarak inanmadığı durumlarda kesinlikle doğru olan sözün başında اِنْ gelir.
2. Bilmezden gelinen durumlarda da اِنْ kullanılır: Efendisini soran birisine hizmetçinin evde olduğunu bildiği halde: “Evdeyse sana haber veririm.” demesi gibi.
3. Bilen kimse sanki bilmiyormuş gibi kabul edilerek اِنْ kullanılır: Sebebi de kişinin, bildiği şeyin gereğini yerine getirmemesidir. إِنْ كُنْتَ مِنْ تُرَابٍ فَلَا تَفْتَخِرْ “Eğer sen topraktan yaratılmışsan böbürlenme!” örneğinde olduğu gibi. Kişi, topraktan yaratıldığını bilmektedir. Ancak bunu unutup kibirlenmektedir. Bu nedenle de kendisine hitapta اِنْ edatı kullanılmıştır. (Prof. Dr. Ali Bulut, Belâgat)
Ayette, emrin Yahudilerin imanlarına ve imanlarının da kendilerine izafe edilmesi sırf tahkir ve aşağılamak maksadıyladır. اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ين cümlesi de Yahudilerin imanlarının şüpheli olduğu gerçeğine işaret etmektedir ve davalarının doğru olmadığına, mümin olmadıklarına dair bir kötüleme ve ikazdır. (Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl)
Sevgili Nefsim,
Acelecisin; Kendini savunmada. Fikrini söylemede. Tavrını belirtmede. Zanna kapılmada. İstediğini almada. Halbuki, bazen sadece beklemek gerekir. Dilinin ucuna gelenleri söylememek. Kalbine dolan hoşnutsuzluğu belli etmemek. Nefsinin emirlerine boyun eğmemek. Çünkü hiçbir şey tek bir andan ibaret değildir. Sunnetullah’a aykırı aldığın her kararın sonrası da vardır.
Yavaşsın; Hayrı yapmada. Vesveseleri kovmada. İbadetleri zenginleştirmede. Günahı terketmede. Adaleti uygulamada. Halbuki, bazen acele etmek gerekir. Rabbinin ipine sımsıkı sarılmak. Gönlünde yeşeren iyiliği gerçekleştirmek. Harama yaklaştıran yoldan geri dönmek. Çünkü zaman keyfini beklemez, her şeyin bir sonu vardır. Hak yolunda atmaktan çekindiğin her adımın, ödenecek bedeli vardır.
O an; Belki bir zorluğu bertaraf etmişsin. Ama bir bakarsın ki, sonrasında kazanabileceklerini de kaybetmişsin. Belki hevesine uymayı kolay bulmuşsun. Ama bir görürsün ki, duymazdan geldiğin kalbini karanlıklarda bırakmışsın. Belki paketinde huzur yazanı seçmişsin. Ama bir anlarsın ki, onu beraberinde gizlediği mutsuzlukla satın almışsın.
Allahım! İsrailoğullarının kıssalarından ibret alanlardan olmamızı nasip et. Halimizi; şer görünen hayrı, sonu ferahlığa çıkan zorluğu ve rahmetini barındıran fırsatları, elinin tersiyle itenlere benzemekten koru. Bizi; gazabına sebep yanlışların, yaptıklarımızı boşa çıkaran dünyalıkların ve rızana aykırı heveslerin peşinden koşmaktan koru. Her şeyin kılıfına kanan nefsimizi terbiye etmemizde yardımcımız ol.
Allah’ın rızasına, muhabbetine ve sevdiği kullarının sevgisine layıklardan olmak duasıyla.
Amin.
Zeynep Poyraz @zeynokoloji