A'râf Sûresi 57. Ayet

وَهُوَ الَّذ۪ي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَاَنْزَلْنَا بِهِ الْمَٓاءَ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۜ كَذٰلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتٰى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ  ٥٧

O, rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, onları ölü bir belde(yi diriltmek) için sevk ederiz de oraya suyu indiririz. Derken onunla türlü türlü meyveleri çıkarırız. İşte ölüleri de öyle çıkaracağız. Ola ki ibretle düşünürsünüz.
 
Sıra Kelime Anlamı Kökü
1 وَهُوَ O ki
2 الَّذِي
3 يُرْسِلُ gönderir ر س ل
4 الرِّيَاحَ rüzgarları ر و ح
5 بُشْرًا müjdeci ب ش ر
6 بَيْنَ ب ي ن
7 يَدَيْ önünde ي د ي
8 رَحْمَتِهِ rahmetinin ر ح م
9 حَتَّىٰ nihayet
10 إِذَا zaman
11 أَقَلَّتْ onlar yüklenince ق ل ل
12 سَحَابًا bulutları س ح ب
13 ثِقَالًا ağır ağır ث ق ل
14 سُقْنَاهُ onu yollarız س و ق
15 لِبَلَدٍ bir ülkeye ب ل د
16 مَيِّتٍ ölü م و ت
17 فَأَنْزَلْنَا indiririz ن ز ل
18 بِهِ onunla
19 الْمَاءَ su م و ه
20 فَأَخْرَجْنَا ve çıkarırız خ ر ج
21 بِهِ onunla
22 مِنْ
23 كُلِّ türlü türlü ك ل ل
24 الثَّمَرَاتِ meyvalar ث م ر
25 كَذَٰلِكَ işte böyle
26 نُخْرِجُ çıkaracağız خ ر ج
27 الْمَوْتَىٰ ölüleri de م و ت
28 لَعَلَّكُمْ herhalde
29 تَذَكَّرُونَ ibret alırsınız ذ ك ر
 

Her biri bir hârika olan, fakat devamlı tekerrür etmesi sebebiyle alıştığımız ve bu yüzden dikkatten kaçırdığımız tabiat olaylarının arkasındaki yüce kudretin tanıtılmasına devam edilmektedir. Bu arada âyetin sonuna, Allah’ın ölü topraktan türlü türlü canlı bitkiler çıkarması gibi kıyamet gününde ölüleri de kabirlerden diriltip çıkaracağı şeklinde bir bilginin eklenmesi özellikle ilgi çekicidir. Buna göre tabiattaki sürekli canlanma ve yenilenme bir yandan onu canlandıran Allah’ın varlığına ve hükümranlığına, bir yandan da öldükten sonra yeniden dirilmenin mümkün olduğuna delâlet etmektedir. 

 

 Âyetin sonunda bütün bu bilgilerin, insanlar ibret alsınlar, düşünüp kendilerine gelsinler diye verildiğine işaret buyurulmuştur. Çünkü Kur’an bir tabiat bilgisi veya astronomi kitabı değildir; onun temel gayesi insana rehber olmak; onu, akıl ve bilgi dünyasını sağlıklı temeller üzerine kurmaya, böylece itikadî ve amelî hayatını her türlü sapmalardan korumaya yönlendirmektir. Bu bakımdan Kur’an’da verilen çeşitli konulara dair bilgilerin, düzenlemelerin, uyarıların asıl hedefi, insanlığın, Allah tarafından kendisine lâyık görülen seçkin konumuna ulaşacağı biçimde eğitilmesi ve geliştirilmesidir.

Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 539

 

وَهُوَ الَّذ۪ي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۜ 

 

İsim cümlesidir. وَ  istînâfiyyedir. Atıf olması da caizdir. Munfasıl zamir  هُوَ  mübteda olarak mahallen merfûdur. Müfred müzekker has ism-i mevsûl  الَّذ۪ي  haber olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası  يُرْسِلُ الرِّيَاحَ  ’dir. Îrabtan mahalli yoktur.

يُرْسِلُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir. الرِّيَاحَ  mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur.  بُشْراً  kelimesi  الرِّيَاحَ ‘nın hali olup fetha ile mansubdur.

بَيْنَ  mekân zarfı  بُشْراً  ‘e mütealliktir.  يَدَيْ  muzâfun ileyh olup müsenna olduğu için cer alameti ى ‘dir. İzafetten dolayı  ن  harfi mahzuftur. رَحْمَتِه۪  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur. Aynı zamanda muzâftır. Muttasıl zamir  ه۪  muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

Hal cümlede failin, mef’ûlun veya her ikisinin durumunu bildiren lafızlardır (kelime veya cümle). Hal “nasıl” sorusunun cevabıdır. Halin durumunu açıkladığı kelimeye “zil-hal” veya “sahibu’l-hal” denir. Umumiyetle hal nekre, sahibu’l-hal marife olur. Hal mansubtur. Türkçeye “…rek, …rak, …dığı, halde, iken, olduğu halde” gibi ifadelerle tercüme edilir. Sahibu’l-hal açık isim veya zamir olduğu gibi müstetir (gizli) zamir de olabilir. Hal’i sahibu’l-hale bağlayan zamire rabıt zamiri denir. Bu zamir bariz (açık), müstetir (gizli) veya mahzuf (hazfedilmiş) olarak gelir.

Hal sahibu’l-hale ya  و (vav-ı haliye) ya zamirle veya her ikisi ile bağlanır. Hal üçe ayrılır: 

1. Müfred olan hal (Müştak veya camid), 2. Cümle olan hal (İsim veya fiil), 3. Şibh-i cümle olan hal (Harfi cerli veya zarflı isim).Ayette müfred şeklindedir.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

يُرْسِلُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındadır. Sülâsîsi رسل ’dır.

İf’âl babı fiille tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazen de fiilin mücerret manasını ifade eder.  

حَتّٰٓى اِذَٓا اَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَاَنْزَلْنَا بِهِ الْمَٓاءَ


حَتّٰٓى  ibtida harfidir. اِذَا  şart manası taşıyan, cezmetmeyen zaman zarfıdır. Cümleye muzâf olur. Vuku bulma ihtimali kuvvetli veya kesin olan durumlar için gelir. اَقَلَّتْ  ile başlayan fiil cümlesi muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.

اَقَلَّتْ  fetha üzere mebni mazi fiildir. تْ  te’nis alametidir. Faili müstetir olup takdiri  هى ’dir. سَحَاباً mef’ûlun bih olup fetha ile mansubdur. ثِقَالاً  kelimesi  سَحَاباً ‘in sıfatı olup fetha ile mansubdur. Şartın cevabı  سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ ‘dir. 

سُقْنَاهُ  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. Muttasıl zamir  هُ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. لِبَلَدٍ  car mecruru  سُقْنَاهُ  fiiline mütealliktir.  مَيِّتٍ  kelimesi  لِبَلَدٍ ‘in sıfatı olup kesra ile mecrurdur.

فَ  atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyh arasında hiç zaman geçmediğini, işin hemen yapıldığını ifade eder. فَ  ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştiremez. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْزَلْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. بِهِ  car mecruru  اَنْزَلْنَا  fiiline mütealliktir. الْمَٓاءَ  mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. 

حَتّٰٓى  edatı üç şekilde kullanılabilir: Harf-i cer olarak, başlangıç edatı olarak ve atıf edatı olarak .Ayette ibtida (başlangıç) şeklindedir.  (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi) 

(إِذَا): Cümleye muzâf olan zarflardandır. Kendisinden sonra gelen muzâfun ileyh cümlesi aynı zamanda şart cümlesidir. 

(إِذَا) dan sonraki şart cümlesinin, fiili, mazi veya muzâri manalı olur. Cevabı ise umûmiyetle muzâri olur, mazi de olsa muzâri manası verilir: 

a)  (إِذَا)  fiil cümlesinden önce gelirse, zarf (zaman ismi); isim cümlesinden önce gelirse (mufâcee=sürpriz) harfi olur.

b)  (إِذَا)  nın cevap cümlesi, iki muzâri fiili cezmedenlerin cevap cümleleri gibi mâzi, muzâri, emir, istikbâl, isim cümlesi... şeklinde gelir. Cevabın başına (ف) ‘nın gelip gelmeme durumu, iki muzâri fiili cezmedenlerinkiyle aynıdır.

c)  Sükûn üzere mebnîdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

Varlıkları niteleyen kelimelere “sıfat” denir. Arapça’da sıfatın asıl adı “na’t” (النَّعَت) dır. Sıfatın nitelediği isme de “men’ut” (المَنْعُوتُ) denir. Sıfat ile mevsuftan oluşan tamlamaya “sıfat tamlaması” denir. Sıfat tek kelime (isim), cümle ve şibh-i cümle olabilir.Ve sıfat birden fazla gelebilir.

Sıfat mevsufuna dört açıdan uyar: Cinsiyet, Adet, Marifelik - nekirelik, İrab.

Sıfat iki kısma ayrılır:1. Hakiki sıfat  2. Sebebi sıfat. Bir ismi doğrudan niteleyen sıfata “hakiki sıfat”, dolaylı olarak niteleyen sıfata da “sebebi sıfat” denir.

1- Hakiki sıfat ; 1. Müfred olan sıfatlar  2. Cümle olan sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır.

1- Müfred olan sıfatlar : Müfred olan sıfatlar genellikle ismi fail, ismi meful, mübalağalı ismi fail, sıfatı müşebbehe, ismi tafdil, masdar, ismi mensub ve sayı isimleri şeklinde gelir.Gayrı akil (akılsız çoğullar) mevsuf olarak geldiğinde sıfatını müfred müennes olarak da alır.

2- Cümle olan sıfatlar: Üçe ayrılır: 1- İsim cümlesi olan sıfatlar, 2- Fiil cümlesi olan sıfatlar, 3- Şibhi cümle olan sıfatlar.

Nekre isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle sıfat olur. Marife isimden sonra gelen cümle veya şibhi cümle hal olur. Ayette müfred şeklindedir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

اَنْزَلْنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındadır. Sülâsîsi  نزل  ’dır. 

اَقَلَّتْ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındadır. Sülâsîsi  قلل ‘dir.


فَاَخْرَجْنَا بِه۪ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۜ


فَ  atıf harfidir. اَخْرَجْنَا  sükun üzere mebni mazi fiildir. Mütekellim zamiri  نَا  fail olarak mahallen merfûdur. بِهِ  car mecruru  اَخْرَجْنَا  fiiline mütealliktir.  مِنْ كُلِّ  car mecruru  اَخْرَجْنَا  fiiline mütealliktir.  الثَّمَرَاتِ  muzâfun ileyh olup kesra ile mecrurdur.

اَخْرَجْنَا  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil İf’âl babındadır. Sülâsîsi  خرج ’dır.


كَذٰلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتٰى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ


كَ  harf-i cerdir. مثل  ‘’gibi’’ anlamındadır. Bu ibare, amili  نُخْرِجُ  olan mahzuf mef’ûlu mutlaka mütealliktir. Takdiri; إخراجا مثل إخراج الثمر من الشجر الميت (Ölü ağaçtan meyvayı çıkardığımız gibi bir çıkarmak.) şeklindedir. ذا  işaret ismi, sükun üzere mebni mahallen mecrur, ism-i mecrurdur. ل  harfi buud yani uzaklık bildiren harf,  ك  ise muhatap zamiridir.

نُخْرِجُ  damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri  نحن ’dur. الْمَوْتٰى  mef’ûlun bih olup, elif üzere mukadder fetha ile mansubdur. Maksur isimdir.

لَعَلَّ , terecci harfidir. Vukuu mümkün durumlarda kullanılır. İsim cümlesinin önüne gelir.  إنّ  gibi ismini nasb haberini ref eder. Tereccî, husûlü arzu edilen ve sevilen, imkân dahilinde olan bir şeyin istenmesidir. 

كُمْ  muttasıl zamiri  لَعَلَّ ’nin ismi olarak mahallen mansubdur. تَذَكَّرُونَ  cümlesi, لَعَلَّ ’nin haberi olarak mahallen merfûdur. 

تَذَكَّرُونَ  fiili  نَ ’un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olarak mahallen merfûdur. Maksur isimler: Sondan bir önceki harfi fethalı olup son harfi (ى) olan isimlere “maksur isimler” denir. Maksur isimler genellikle (ى) ile biter. Fakat çok az olarak (ا) ile biten maksur isimler de vardır. Maksur isimlerin sonunda yer alan bu harflere “elif-i maksure” denir.  اَلْفَتَى – اَلْعَصَا  gibi…

Maksur isimlerin irab durumu şöyledir: Merfu halinde takdiri damme ile, mansub halinde takdiri fetha ile, mecrur halinde takdiri kesra ile irab edilir. Yani maksur isimler merfu, mansub, mecrur hallerinde hep takdiri olarak (takdiren) irab edilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)

نُخْرِجُ  fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil İf’âl babındadır. Sülâsîsi  خرج ’dır.

تَذَكَّرُونَ  fiili sülâsî mücerrede iki harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil تَفَعَّلَ  babındadır. Sülâsîsi  ذكر ’dir.

Bu bab fiile mutavaat, tekellüf, ittihaz, sayruret, tecennüb (sakınma) ve talep anlamları katar. 

 

وَهُوَ الَّذ۪ي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْراً بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۜ

 

Ayet, atıf harfi  وَ ’la 54. ayetteki …اِنَّ رَبَّكُمُ اللّٰهُ  cümlesine atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.

Aradaki ayetlerin itiraziyye olduğu söylenmiştir. وَ ’ın istînâfiyye olması da caizdir. 

Ayetin ilk cümlesi mübteda ve haberden oluşmuş, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. 

Müsnedin ism-i mevsûlle gelmesi, herkes tarafından biliniyor olmasının yanında sonradan gelen habere dikkat çekmek içindir. Ayrıca müsnedin tarifi kasr ifade etmiştir.

Cümlenin her iki rüknünün de marife gelmesi sebebiyle kasr oluşmuştur. هُوَ  maksûr/mevsûf,  الَّـذ۪ٓي  sıfat/maksûrun aleyh olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.

Cümledeki kasr, hakîkidir. Çünkü gerçeğe uygundur. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr) 

Müsnedin, müsnedün ileyhe kasrı söz konusudur. Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûftur. Yani rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen Allah Teâlâ’dan başkası değildir.

Kasr-ı sıfat ale’l-mevsûfun manası; sıfatın bu mevsûftan başkasında bulunmadığının ifade edildiği şekildir. Ama aynı zamanda mevsûfta başka sıfatların bulunduğunu da ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi) 

Haber olarak gelen müfred müzekker has ism-i mevsûlün sılası olan  يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْراً  cümlesi, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. Muzari fiil, hudûs, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde, muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)

İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meâni İlmi)

Nasıl ki rüzgâr yağmur yağmadan önce müjdeleyici olarak geliyorsa Kur’ân da ahiretten önce müjdeleyici olarak indirilmiştir. Ondan öğrenerek davranışlarımıza şekil veriyoruz.

Ayetteki, "Rahmetinin önünden" ifadesi "O'nun rahmeti demek olan yağmurdan önce..." demektir. Bu mecazın güzel ve yerinde olmasının sebebi şudur:

Araplar, يَدَيْ (iki el) kelimesini, "önünde, önde bulunma" manalarında kullanırlar. Mesela Arapça'da "Fitneler (Kıyamet alâmetleri), Kıyametten az önce meydana gelir" denir ve buradaki (elleri önünde) ifadesi ile, az önce manası kastedilir. Bu mecazın güzel ve yerinde oluşunun bir başka sebebi de şudur: İnsanın iki eli, insan bedeninin en ileri tarafını teşkil eder. İşte bu benzerlikten ötürü, mecazî olarak, bir şeyin önünde bulunan şey için "(O) onun elleri arasındadır) tabiri kullanılır. Rüzgârlar da yağmurlardan önce bulununca, bunların önce oluşu da bu lafız ile ifade edilmiştir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)


حَتّٰٓى اِذَٓا اَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَاَنْزَلْنَا بِهِ الْمَٓاءَ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِۜ

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelen şart üslubundaki cümlede  حَتّٰٓى , ibtidaiyyedir.

اِذَا  cümleye muzâf olan, şart manalı zaman zarfıdır. Müteallakı cevap cümlesidir.

اِذَٓا اَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً  cümlesi şarttır. 

اِذَا ’nın muzâfun ileyhi konumundaki  اَقَلَّتْ سَحَاباً ثِقَالاً  cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.

Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)

Mef’ûl olan  سَحَاباً ‘deki nekrelik nev, kesret ve tazim ifade eder.

سَحَاباً ‘in sıfatı olan  ثِقَالاً , mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.

Sıfat, mevsûfunun sahip olduğu bir özelliğe işaret etmek için yapılan tetmim ıtnâbı sanatıdır. 

فَ , karinesi olmadan gelen cevap cümlesi  سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır. 

Şart ve cevap cümlelerinden oluşan terkip, şart üslubunda haberî isnaddır. Faide-i haber ibtidaî kelam olan cümle şart manasından çıkarak haber manasına geldiği için mecaz-ı mürsel mürekkebdir. Haber cümlesi yerine şart üslubunun tercih edilmesi, şart üslubunun daha beliğ ve etkili olmasındandır.

لِبَلَدٍ ‘nin canlı bir varlık sıfatı olan  مَيِّتٍ  ile sıfatlanması istiaredir. Belde, doğan, yaşayan ve ölen bir canlıya benzetilmiştir. Bu mübalağalı ifadede tecessüm sanatları vardır. 

Aynı üsluptaki  فَاَنْزَلْنَا بِهِ الْمَٓاءَ  ve فَاَخْرَجْنَا بِه۪ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ  cümleleri  فَ  ile şartın cevabına atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur.

سَحَاباً - الْمَٓاءَ  kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.

Önceki cümledeki gaib zamirden bu cümlede azamet zamirine geçişte iltifat sanatı vardır.

سُقْنَاهُ , فَاَخْرَجْنَا , فَاَنْزَلْنَا  fiillerinin azamet zamirine isnad edilmesi, işin Allah'ın bizzat celâliyle, kudretiyle, kemâliyle ilgili olduğunu belirterek tazim ifade eder.

Kıyamet günündeki ba’s, çıplak-ölü arzın canlandırılmasına benzetilmiştir. Bu; manevi ve hissî şeyler arasında yapılmış mürekkeb bir teşbihtir. Böylece bu manevi şeylerin vukuunun mümkün olduğu ifade edilmiş olur. Allah Teâlâ kudretiyle yağmurun müjdeleyicisi olarak rüzgârı gönderir. Bunu da rahmet (müsebbep alâkasıyla mecaz-ı mürsel üslubuyla) olarak isimlendirir. Suyla yüklü olduğu için ağırlaşmış bulutları, yağmur yağdırmak için ölü arz üzerine sevk eder. Böylece kuraklıktan sonra arzı canlandırır. İşte Allah’ın insanları öldükten ve toprağa gömüldükten sonra diriltmesi de aynı bunun gibidir. Allah ilk defa yaratmaya kadir olduğu gibi ikinci kez de yaratmaya kādirdir. Buradaki teşbih, mantıkî bir kıyas şeklinde gelmiştir. Müşebbehin tahakkuk imkânını aklî bir burhanla arz etmiştir. Ba’s’i inkâr edenlere bir delil getirmiştir. Allah Teâlâ’nın kudreti ve bunun ne kadar kolay olduğu açıklanmıştır. Ölü arz için hayat demek olan yağmuru göndermek ve onu yeniden canlandırmak nasıl Allah Teâlâ’nın fazîletine ve kudretine delalet ediyorsa aynı şekilde bu fazilet ve kudretiyle ölü insan bedenine de ruhu gönderir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Beyan İlmi)

Gaib sıygadan mütekellim sıygaya iltifat edilmiştir. Ayette yeniden dirilişi inkâr eden kâfirlere bir durumdan diğer bir duruma geçişin örneklerini sunan Allah bu dönüşümü sıygalar üzerinde de göstermektedir. Ayrıca göndermek ve taşımak fiillerinin anlamına uygun bir dönüşümde gözden kaçmamaktadır. Önceki ayette olduğu gibi burada da insanın varlığına şahit olup, hissedebileceği şeylerde Allah’ın mütekellim zamirine geçmiş olması şeklinde bir iltifatla yorumlamak da mümkündür. İnsanın algılayabileceği konularla ilgili bazı ayetlerde mütekellim zamirine geçiş olmuyor şeklindeki bir itirazı ise o noktada da dikkatin başka bir konuda olması gerektiği şeklinde yorumlamak î‘câzu’l Kur’an’a daha uygun bir yaklaşım olacaktır. (Hasan Uçar Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)

Bu ve sonraki ayette vahyin indiği gönüllerin sulak arazilere benzetilerek her türlü meyve ile münbit bir toprak gibi, vahyin inmediği gönüllerin ise çorak araziler gibi olduğu temsil yoluyla anlatılırken ve asıl konu da bu iken bir nimet olarak yağmura ve onun faydalarına da vurgu yapılması istiṭrat yoluyla anlatılmıştır. (Hasan Uçar, Kur’an-ı Kerim’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları Doktora Tezi)

اَقَلَّتْ - ثِقَالاً  arasında iyhamı tezad vardır.

بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪  sözünde istiare vardır. Sanki Allah Teâlâ izin verip yağmurların gelişini müjdelesinler diye rüzgârları yağmurlara bir öncü kılmıştır. Aynı zamanda bölük pörçük ve dağınık durumdaki yağmurları bir araya getirip birleştiren sebeplerden birini teşkil eder. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları) 

لِبَلَدٍ مَيِّتٍ  sözünde istiare vardır. Bu istiare iki şekilde düşünülebilir: - Böyle bir yer uzun zaman su ve nemden mahrum kalarak rutubeti kalmaz, kurur ve ölü durumunda bulunur. Öyle bir yerdeki ağaç ve bitkileri yağmursuzluk öldürdüğünden üzerindeki bitkilerin ölmesi sebebiyle o yer ölü olarak nitelenir. Bu ifade; uyuyan gece, oruçlu gündüz ifadeleri gibidir. Gerçekte kastedilen gecede uyuyan ve gündüz oruç tutan insanlardır. (Şerîf er- Râdî, Kur’an Mecazları) 

Kudrete bakınız ki nihayet o rüzgarlar (havadan) ağır ağır bulutları az ve hafif bir şey gibi kaldırıp yüklendiği zaman, yani rüzgarların fâidelerinden birisi de bulutları derleyip toplamak, yaymak ve yağmura muhtaç olan yerlere götürmek için tepelerinde taşımaktır. Fakat bu taşıyışta gayet dikkate değer bir husus vardır. Çünkü hava hafif, bulutlar ise ağırdır. Hafifin ağırı kaldırması ise tabiatın tersidir. Gerçekte burada bu ağırlık ve ıklâl (yüklenme, kaldırma) ihtarının tabiat ilimleri bakımından pek büyük önemi vardır. Zannedilirdi ki, bulutlar havadan hafif su buharından ibarettir. Halbuki asıl bulut su buharı hali değil, bizzat su taneciklerinin toplu hali olduğu sonradan farkedilmiş ve suyun ise havadan ağır olduğu bilinmekte olduğundan, bulutların hava boşluğunda muallâkta durması Fizik ilminde bir mesele teşkil etmiştir. Ve izahında iki görüş hasıl olmuştur: Başlangıçta, "O su tanecikleri sabun köpüğü gibi boş ve içlerinde hava hapsedilmiş olup, bu hava dışardaki havadan fazla bir ısı derecesinde bulunduğundan hafif olarak üzerinde yüzüyor." denilmiş. Sonra bu görüş çürütülerek bulutları birleştiren su taneciklerinin içi boş değil, dolgun bulunduğu ve bundan dolayı her biri kendi hacmindeki havadan ağır olduğu halde aşağıdan rüzgarın tahrikiyle kum tanelerinin yukarı çıkması gibi hava boşluğunda muallâk kalarak sağa sola hareket ettiği kabul edilmiştir. Öncekine göre balon ve gemi gibi hafifin ağır üzerinde duruşu, ikinciye göre de kuş ve uçak gibi ağırın hafif üzerinde duruşudur ki "ağır bulutları kaldırıp yüklendiği zaman" ayetinin hatırlatması da bunda açıktır. Evet havadan ağır olan su taneciklerini daha sıcak hava ile doldurmakla köpük haline koyarak hafiflendirip küçücük baloncuklardan oluşan bulut donanmalarını hava üzerinde tutmakta da büyük bir sanat olduğu şüphesiz ise de su taneciklerinin ağırlıklarını olduğu gibi muhafaza etmekle beraber, onlardan daha hafif olan havanın sırf hareketten aldığı kuvvetle o ağır bulut kütlelerini kaldırıp yüklenmesi daha çok dikkat çeken bir hadisedir ki, bunda hareketin önemi ve hareket emrini veren muharrik (hareket ettirici)in, yalnız hareketle, hafiflik ve ağırlık hükümlerini değiştiren ve tabiatlerin hükmünü tersine çeviren ve değiştiren mutlak bir kudrete sahip olduğu doğrudan doğruya ortaya çıkar. İşte bu manayı öğrenme sayesindedir ki, hareket ettirici kuvvet elde edilmesiyle uçaklar yapılmış ve kuş gibi hava üzerinde uçma başarısı elde edilmiştir. Bu açıklamadan anlaşılır ki rüzgarları hareket ettirmekteki bu yüksek kudreti özellikle hatırlatan bu "ağır bulutları kaldırıp, yüklendiği zaman" kavramında Muhammed aleyhisselâm'ın peygamberliğinin kesin delillerinden birisi olan ilmî bir mucize var demektir. Bir mucize ki, beşer ilmi bunun doğruluğuna bin seneden sonra vakıf olabilmiştir. Bununla beraber iş bununla kalmıyor, Allah rüzgara o kuvveti vermekle beraber onu onda atalet (cisimlerin bir hareket ettirici olmadan hareket edemiyecekleri) kuralı üzere bir tabiat istivâsiyle bırakmıyor. Bu noktada irade tecellisini anlatıyor ve kendi istivâ hakimiyetini gösteriyor. Onun için gıyab (üçüncü şahıs)tan tekellüm (birinci şahıs)e dönerek buyuruyor ki:

Tam rüzgarlar, ağır bulutu kaldırıp yüklendikleri zaman biz o bulutu ölü bir belde için sevk ederiz de, o suyu o beldeye indiririz, ve o su ile her türlü meyveleri çıkarırız ve çıkaragelmişizdir. İşte ölüleri, kabirlerinden, böyle çıkaracağız, şimdi siz düşünebilirsiniz. Bunları düşünür anlayabilirsiniz ki, yaratmak da emir de kendisinin olan ve tahrik ve irade ile bunları yapmaya ve ölmüş bir beldeyi yeniden diriltmeye kâdir olan Rabb'ınızın ölüleri diriltebileceğinde şüphe yoktur. Fakat şunu da unutmamak lazım gelir ki, yağmur yağmakla her yer eşit olarak meyve vermez, her toprağın başlangıçta kuvveti bir olmaz. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)

 كَذٰلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتٰى

 

İstînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Aşûr'a göre bu cümle itiraziyyedir.

كَذٰلِكَ , amili  نُخْرِجُ  olan mahzuf bir mef’ûlü mutlaka mütealliktir. Bu takdire göre cümle, müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Muzari fiil hudûs, teceddüt ve istimrar ifade etmiştir. 

كَذٰلِكَ  kendinden önceki bir manaya işaret eder. Ancak çoğu zaman o da müstakil bir lafız değildir. Burada hem  كَ  hem de  ذٰ  işaret ismi aynı şeye işaret eder. Dolayısıyla bu durumu benzetecek yine kendisinden daha mükemmel bir şey bulunmadığını ifade eder. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri 5, Duhan Suresi 28, s. 101)

نُخْرِجُ  fiilinin azamet zamirine isnad edilmesi, işin Allah'ın bizzat celâliyle, kudretiyle, kemâliyle ilgili olduğunu belirterek tazim ifade eder.

اَخْرَجْنَا - نُخْرِجُ  ve  مَيِّتٍ - الْمَوْتٰى   gruplarındaki kelimeler arasında iştikak cinası ve reddü’l-acüz ale’s- sadr ve  يُرْسِلُ - اَنْزَلْنَا  arasında mürâât-ı nazîr sanatları vardır.

كَذٰلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتٰى  mürsel ve mücmel teşbihtir. Teşbih edatı zikredilmiş, vech-i şebeh zikredilmemiştir. Bitkinin olmaması ölüme benzetilmiştir.


 لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

 

Ayetin son cümlesi ta’liliyye olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldir.

Ta’lil, kelamın bir sebebe bağlanarak ifade edilmesidir. Kastedilen mananın nedenini beyan etmek maksadıyla ziyade sözlerle yapılan ıtnâb sanatıdır.

لَعَلَّ ’nin haberi olan  تَذَكَّرُونَ ’nin muzari sıygada cümle olarak gelmesi hükmü takviye, hudûs, teceddüt, istimrar ve teceddüt ifade eder. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.

“Umulur ki” anlamında olan bu harf, Allah Teâlâ’ya isnad edildiğinde “...olsun diye, ...olması için” şeklinde tercüme edilir. Dolayısıyla cümle vaz edildiği inşâ formundan çıktığı için mecaz-ı mürsel mürekkebdir.

لَعَلَّ  edatı terecci içindir yani “ümitvar olma” manasını ifade eder ve beklenti içinde olmak demektir ki her ikisi de aynı manaya gelir. Fakat bu beklenti Kerîm olan bir zattan olmalı, kişi O’ndan beklemelidir. İşte bu, yerine getirmesi kesin olan vaadinin yerine bir ifadedir. İmam Sîbeveyhi de bu görüştedir. Ancak Kutrub;  “ لَعَلَّ  kelimesi ‘için’ manasındadır.” demiştir. (Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl)

لَعَلَّ  gerçek kullanımında ümit ve beklenti tesis etmek içindir. Bazen mecâz-ı mürsel yoluyla inkâr ve tahzir (sakındırma) manasında da kullanılabilmektedir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)

لَعَلَّ  kelimesi ihtimal ilişkisi kurar. َTevakku anlamı da vardır. Tevakku istenilen bir şeyin gerçekleşmesini ummak/beklemek, istenmeyen bir şeyden de endişe duymaktır.

لَعَلَّ  edatı gerçekleşmesi mümkün olan şeylere hastır. لَعَلَّ ’nin ifade ettiği ihtimal, bir şeyin gerçekleşmesiyle gerçekleşmemesinin eşit olması durumudur. el-Mâleki İbn Hişâm gibi bazı nahivciler buna tevakku demektedirler. (Abdullah Hacıbekiroğlu, Doktora Tezi, Arap Dilinde Edatların Metinde Kurduğu Anlamsal İlişkiler)

Tereccî, sevilen bir şeyin meydana gelmesi konusundaki beklentiyi ifade eder. Halbuki Allah Teâlâ böyle bir konumda değildir. Bunun için bazıları buradaki  لَعَلَّ (umulur ki) harfinin  لَ  manasında olduğunu ya da Allah Teâlâ'nın burada kullarına, onların kendi aralarında konuştuğu gibi hitap ettiğini söylemişlerdir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâgî Tefsiri, C. 4, s.45)

لعل  harfi gibi ümit ifade eden bir lafız getirmekten murad tezekkür etmeye teşviktir. Kur’an’da Allah’a isnad edilen  لَعَلَّ  sözleri “muhakkak ki” anlamına gelir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mîm Sureleri Belâğî Tefsiri 5, Duhan/58)

Kur’an’daki fasılaların en önemli meselelerinden birini de pek çok dil bilimci ve müfessirin üzerinde konuştuğu akılla direk bağlantılı olan  تَعَقُّل ,  تَفَكُّر , تَدَبُّر , تَذَكُّر  ve  تَفَقُّه  kavramları oluşturmaktadır. Kimi zaman kevnî ayetler üzerinden örnekler verilerek, kimi zaman ahiretin kalıcılığına vurgu yapılarak, kimi zaman kâfirlerin Allah’ın dışında ilâhlar edinme konusundaki mantıksızlıkları geçmişle gelecek arasında bağ kurulmak suretiyle geçmişin tecrübesini geleceğe aktarma anlamındaki bir düşünmeyi kapsayan تَعَقُّل kelimesi ve “hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “hiç düşünmüyor musunuz?” gibi ifadelerle bitirilirken, geçmişe yönelik düşünmeyi gerektiren ve hassaten önceki milletlerin tecrübeleriyle ilgili olaylar anlatılırken  لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَۙ  gibi tezekküre çağıran fasılalarla bitirilmiştir. Olayın arka planının kavranmasının önem arz ettiği Kur’an’ın anlamına yönelik düşünme çağrıları ise  أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ  ifadesiyle karşılık bulmuştur. Zira tezekkürün zıddı olarak kullanılan tedebbür, geleceğe yön verecek bu türden bir düşünmeyi ve tedbiri gerektirir. Aklını kullanan bireylerin (تَعَقُّل) geçmişin yaşanmışlığını idrak ederek (تَذَكُّر) geleceğe yol bulmaları (تَدَبُّر) anlamında üçünü de kapsayan bir anlamın gerekli olduğu bazı fasılalar ise tefekküre yapılan vurgularla, bütün bunlardan içinde bulunduğumuz an için hüküm çıkarma bağlamındakiler ise  تَفَقُّه kelimesiyle sonlandırılmıştır. (Hasan Uçar, Doktora Tezi, Kur’ân-ı Kerîm’deki Anlamsal Bedî‘ Sanatları)

Cenâb-ı Hak, "Umulur ki (bunları) İyi düşünüp ibret alırsınız" buyurmuştur. Bu, "Bu yerin, bahar ve yazın, çiçekler ve meyvelerle tezyin edildiğini, sonra da kışın, o zinetlerden soyulmuş bir ölü haline geldiğini, daha sonra da Allahü teâlâ'nın, o yeri yeniden ihya edip dirilttiğini görüp müşahede ediyorsunuz. O halde, o yerin, ölümünden sonra onu tekrar diriltmeye muktedir olanın, bedenlerin ölümünden sonra onları da diriltmeye muktedir olması gerekir.." demektir. Şu halde, "Umulur ki (bunları) iyi düşünüp ibret alırsınız" buyruğundan maksad, benzer iki durumdan birisinde bu imkânsız olmadığına göre, bu diğer durumda da imkânsız olmadığı dersini vermektir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb)

Sayfadaki ayetlerin fasılalarını teşkil eden  و- نَ  ve  ي - نَ  harflerinden oluşan ahenk, duyanların, okuyanların gönlünü fethedecek güzelliktedir. Bu fasılalarda lüzum ma la yelzem sanatı vardır.