قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْ شَه۪يداًۚ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللّٰهِۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | قُلْ | de ki |
|
2 | كَفَىٰ | yeter |
|
3 | بِاللَّهِ | Allah |
|
4 | بَيْنِي | benimle |
|
5 | وَبَيْنَكُمْ | sizin aranızda |
|
6 | شَهِيدًا | şahid olarak |
|
7 | يَعْلَمُ | O bilir |
|
8 | مَا | olanları |
|
9 | فِي |
|
|
10 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
11 | وَالْأَرْضِ | ve yerde |
|
12 | وَالَّذِينَ | ve |
|
13 | امَنُوا | inananlar |
|
14 | بِالْبَاطِلِ | batıla |
|
15 | وَكَفَرُوا | ve inkar edenler |
|
16 | بِاللَّهِ | Allah’ı |
|
17 | أُولَٰئِكَ | işte |
|
18 | هُمُ | onlardır |
|
19 | الْخَاسِرُونَ | ziyana uğrayanlar |
|
Peygamber dönemindeki inkârcılar, genellikle iyi niyetli olarak Resûl-i Ekrem’in gerçekten peygamber olup olmadığını öğrenmek, dolayısıyla gerçeği anlamak için değil, fakat sırf akıllarınca onu güç durumda bırakmak maksadıyla sık sık geçmişteki bazı peygamberler gibi onun da hissî (duyulara hitap eden) mûcizeler göstermesini isterlerdi. 50. âyette öncelikle mûcize göstermenin Allah’a ait olduğu, Peygamber’in görevinin ise insanları inanç ve amel hayatı konusunda uyarmak ve aydınlatmaktan ibaret bulunduğu bildirilmekte; 51. âyette ise çok önemli bir noktaya dikkat çekilmektedir: “Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu?” Şu halde Peygamber efendimizin en büyük mûcizesi Kur’an’dır; insanlara asıl gerekli olan, gelip geçici hissî mûcizeler değil, benzerini asla ortaya koyamayacakları, hayatın her anında feyzinden yararlanmaları mümkün olan bu ebedî mûcizedir (Zemahşerî, III, 193). Öteki mûcizeler duyulara hitap eder, gelip geçicidir; Kur’an ise okunan mûcizedir, akla hitap eder (İbn Âşûr, XXI, 15); insanlığın dünya huzuru ve âhiret kurtuluşu için muhtaç olduğu doğru inanç ve düzgün yaşayışın ilkelerini verir. Âyette Kur’an’ın bu özelliği iki kelimeyle verilmektedir: Rahmet ve ibret (zikrâ). Rahmet dünya ve âhirete dair bütün güzellikleri kapsayan bir kelimedir; çünkü Allah kuluna rahmetiyle muamele edince ona lâyık olduğu güzellikleri ihsan eder; ibret ise Kur’an’ın üslûbuna baştan sona hâkim olan kanıtlar, uyarılar, derslerdir; aslında bunlar da Kur’an’ın tabiriyle “akıl sahipleri” (ülü’l-elbâb) için birer rahmettir. Ama âyete göre Kur’an’daki rahmet ve ibret kaynaklarından feyiz almanın yolu –putperestler vb. inatçı ve inkârcı zümrelerin yaptığı gibi Kur’an’a ve Peygamber’e savaş açmak değil– hakikatleri görünce inanmaya hazır bir içtenliğe, dürüstlüğe sahip olmaktır.
Uyarı üslûbu taşıyan 52. âyete göre bütün evreni kuşatan ilmiyle her şeye şahit olan, eksiksiz kusursuz bilen Allah, sonuçta kimin ne yaptığını da görüp gözetmekte olup müminlerle münkirler arasındaki ihtilâflarda nihaî hükmü verecek ve o zaman “bâtıla (uydurma tanrılara) inanan ve Allah’ı inkâr edenler”, nefsânî ihtiraslarına, benlik iddialarına kapılarak doğru yola ve bu yolun yolcularına karşı verdikleri zalimce savaşın kendilerine neler kaybettirdiğini göreceklerdir.
Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 278-279Hasera خسر : خُسْر ve خُسْران kavramları sermayenin, ana paranın eksilmesidir. Bu eksilme bazen insana nisbet edilerek ‘falan kişi ziyan etti’ olarak, bazen de mala nispet edilerek ‘ticareti ziyana uğradı’ şeklinde kullanılır. Yine bu kavram hem dünyadaki mal, makam, mevki ve itibar gibi hârici kazançların kaybı hususunda, hem de sağlık, selamet, akıl, iman ve sevap gibi içsel ya da kişisel kazanımların kaybı hususunda kullanılır. Yüce Allah’ın Kuran-ı Kerim’de sözünü ettiği her خُسْران bu son anlamdadır.
خُسْران beş şekilde tefsir edilir:
1 – خاسِر Âciz kimseler manasında kullanılmıştır. Yusuf/14 Muminun/34
2 – خاسِرُون Aldatanlar, aldananlar ve aldatılanlar manasında kullanılmıştır. Zümer/15 Şura/45
3 –خُسْران Dalâlet manasında kullanılmıştır. Nisa/119 Asr/2
4 – خُسْران Eksiklik/eksiltmek, noksanlık/noksanlaştırmak manasında kullanılmıştır. Şuara/81 Mutaffifin/3
5 - خُسْران Ukûbet manasında kullanılmıştır. Hud/47 Araf/23
Vazîa; Sermaye kaybıdır. Hüsran ise sermayesinin tamamen gitmesidir. Daha sonra kullanım yaygınlaşarak sermayenin bir kısmının kaybı için de bu kelime kullanılır olmuştur.
Arapçada husran’ın aslı helâktır. الرِّبْح ‘ın zıddı olarak bir kayba uğrayıştır.
الخُسْرُ’un Farsçadaki karşılığı ziyandır ve bu da zararla aynı manada değildir. Çünkü zarar, faydanın/menfaatin (النَّفْع) mukabili/zıddıdır.
Yine hüsran (الخُسرُ) maddi işler ve mal hakkında olabildiği gibi manevi ve kişisel işler hakkında da olabilir. İlkiyle ilgili النَّقص ve الغُبْن mefhumları tam olarak uymakta, ikinci kısımla ilgili ise الضَّلال ve الهَلاك terimleri intibak etmektedir. (Müfredat - Tahqiq - Mukatil b. Süleyman - Furuq)
Kuran’ı Kerim’de farklı formlarda 65 kere geçmiştir. (Mucemul Müfehres)
Türkçede kullanılan şekilleri hasar ve hüsrandır. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْ شَه۪يداًۚ
Fiil cümlesidir. قُلْ sükun üzere mebni emir fiildir. Faili müstetir olup takdiri أنت ‘dir.
Mekulü’l-kavli كَفٰى بِاللّٰهِ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْ شَه۪يداً ‘dir. قُلْ fiilinin mef’ûlun bihi olarak mahallen mansubdur.
كَفٰى elif üzere mukadder fetha ile mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’dir.
بِ harfi zaiddir. للّٰهِ lafza-i celâli lafzen mecrur, كَفٰى fiilinin faili olarak mahallen merfûdur.
بَيْن۪ي mekân zarfı شَه۪يداً ‘e mütealliktir. Mütekellim zamiri ي muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
بَيْنَكُمْ mekân zarfı atıf harfi وَ ‘la makabline matuftur. شَه۪يداً temyiz olup lafzen mansubdur.
Temyiz; kendisinden önce geçen müphem (manası açık olmayan) bir ismin manasına açıklık getiren camid, nekre bir isimdir. Yani çeşitli manalar kastedilmeye elverişli önceki isim veya cümleden asıl maksadın ne olduğunu açıklamak üzere zikredilen camid (türememiş), mansub ve nekre isme temyiz denir. Temyizin manasını açıkladığı önceki isme veya cümleye de mümeyyez denir. Temyiz harf-i cerli ve izafetle gelmediği müddetçe mansubdur. Mümeyyezin îrabı ise cümledeki yerine göredir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ
Fiil cümlesidir. يَعْلَمُ merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هو ’dir. Müşterek
ism-i mevsûl مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir.
الْاَرْضِ kelimesi السَّمٰوَاتِ kelimesine matuftur.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللّٰهِۙ
İsim cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Cemi müzekker has ism-i mevsûl الَّذ۪ينَ mübteda olarak mahallen merfûdur. İsm-i mevsûlun sılası اٰمَنُوا cümlesidir. Îrabtan mahalli yoktur.
اٰمَنُوا fiili, damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ’ı fail olup mahallen merfûdur. بِالْبَاطِلِ car mecruru اٰمَنُوا fiiline müteallıktır.
وَ atıf harfidir. Matuf ile matufun aleyhin hükümde ortak olduğunu belirtir. İkisi arasında tertip (sıra) olduğunu göstermez. Vav ile yapılan atıfta matuf ile matufun aleyh yer değiştirebilir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
كَفَرُوا damme üzere mebni mazi fiildir. Zamir olan çoğul و ‘ı fail olarak mahallen merfûdur. بِاللّٰهِ car mecruru كَفَرُوا fiiline mütealliktir.
اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
İsim cümlesidir. اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işareti mübteda olarak mahallen merfûdur.
هُمُ fasıl zamiridir. الْخَاسِرُونَ mübtedanın haberi olup ref alameti وَ ’dır. Cemi müzekker kelimeler harfle îrablanır. Veya munfasıl zamir هُمُ ikinci mübteda olarak mahallen merfûdur. الْخَاسِرُونَ ise haberidir.
هُمُ الْخَاسِرُونَ isim cümlesi اُو۬لٰٓئِكَ ism-i işaretinin haberi olarak mahallen merfûdur. الْخَاسِرُونَ kelimesi sülâsî mücerred olan خسر fiilinin ism-i failidir.
İsm-i fail: Eylemi yapan ve gerçekleştiren demektir. Geçici olarak o sıfatı yüklenen isimdir. İsm-i fail; hem varlığa (zata) hem de onun sıfatına delalet eden kelimelerdir. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْ شَه۪يداًۚ
Ayet istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Emir üslubunda talebî inşâî isnaddır.
قُلْ fiilinin mekulü’l-kavli müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır. Tekid ifade eden zaid بِ harfi nedeniyle mecrur olan lafza-i celâl, fiilin faili olarak merfû mahaldedir. Müsnedün ileyhin bütün esma-i hüsnaya ve kemâl sıfatlara şamil olan lafza-i celâlle marife olması telezzüz, teberrük ve haşyet duyguları uyandırmak içindir.
Cümlede mütekellimin Allah Teâlâ olması dolayısıyla اللّٰهِ isminde tecrîd sanatı vardır.
Sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelerek mübalağa ifade eden شَه۪يداً temyizdir.
Cümlede birbirine matuf iki mukaddem zaman zarfı da شَه۪يداًۚ ’e mütealliktir.
بَيْن۪ي - بَيْنَكُمْ kelimeleri arasında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
قُلْ emri Kur'an-ı Kerim'de pek çok kez geçmiş ve Resulullah'ın kendinden bir tek kelime bile söylemediğine, işittiği her şeyin Allah'tan olduğuna kuvvetle delalet etmiştir. Resulullah’a (sav) قُلْ diyen emrin arkasında görkemli, muhteşem bir ses fark edilir. Kur'an-ı Kerim'in ne kadar saflıkla bize ulaştığını ve dokunulmazlığının önemini gösterir. Böyle yerlerde Resulullah'ın (sav) bize tebliğ eden sesinden önce kendisine bunu indiren Allah'ın ona قُلْ dediğini işitiriz. Bunun etkisi çok kuvvetlidir. (Muhammed Ebu Musa, Hâ-Mim Sûreleri Belâği Tefsiri, c. 7, s. 111)
Cenab-ı Hak ["De ki: Benimle sizin aranızda Allah'ın, hakkıyla şahit olması yeter"] buyurmuştur. Ki bu, "Hazret-i Muhammed (sav)'in peygamber olduğu aşikâr olup, delilleri çok parlak olduğu halde ehl-i kitabın inatçıları onu tasdik etmeyince, tıpkı doğru söyleyen bir kimsenin yalanlanıp, bunun üzerine onun da, doğruluğu hususunda hertürlü delili getirerek yine de tasdik olunmayınca, bu kimsenin, "Ey inatçılar, Allah benim doğru sizin ise yalancı olduğunuzu biliyor. O, benimle sizin aranızda, dediklerim hususunda, hüküm veren bir şahittir" demesi gibi demiştir ki, bütün bunlar, bir takrîr ve bir te'kîdi ifade eden inzâr ve tehdittir. (Fahreddin er-Râzî)
يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ
Ayetin son cümlesi beyanî istînâf olarak fasılla gelmiştir. Fasıl sebebi şibh-i kemâl-i ittisâldır.
Müspet muzari fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur. Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Mef’ûl konumundaki müşterek ism-i mevsûl مَا ‘nın sılası olan فِي السَّمٰوَاتِ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılanın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
وَالْاَرْضِۜ , tezâyüf nedeniyle السَّمٰوَاتِ ‘ye atfedilmiştir.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِۜ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab ve mürâât-ı nazîr sanatları vardır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِۜ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللّٰهِۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
وَ , istînâfiyyedir. Sübut ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife olması, bahsi geçenlerin bilinen kişiler olmasının yanında o kişilere tazim ifade eder.
اَلَّذ۪ينَ ’nin sılası olan اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ , müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
كَفَرُوا بِاللّٰهِ cümlesi sılaya matuftur. Atıf sebebi tezattır. Müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
اٰمَنُوا - كَفَرُوا kelimeleri arasında tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ cümlesiyle, كَفَرُوا بِاللّٰهِۙ cümlesi arasında mukabele sanatı vardır.
Mazi fiil sebata, temekkün ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ cümlesi, الَّذ۪ينَ ’nin haberidir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber inkârî kelamdır. Cümle fasıl zamiriyle tekid edilmiştir. Fasıl zamiri ve müsneddeki الْ takısı kasr ifade eder.
Haberin الْ takısıyla marife olması, kasr ifadesinin yanında bu vasfın onlarda kemâl derecede olduğunu belirtir. Kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır.
İddiaî kasrdır. Onların hüsranlarını mübalağa içindir. Bu ebedi cezayı hak etmeleri sebebiyle, sanki hüsrana uğrayan sadece onlardır. (Âşûr)
هم zamiri, mübteda ile haberin arasına girdiği için “Îrabdan mahalli olmayan fasıl zamiri” olarak isimlendirilmiştir. Bu zamir tekid ifade eder. Pekiştirme dışındaki bir faydası da ihtisas ifade etmesidir. Böylece kendisinden sonra gelen kelime de sıfat değil haber olur.
Bu kişilerin durumu üç şekilde tekid edilmiştir: Sübuta delalet eden isim cümlesi ile gelmiştir. Fasıl zamiri olan هم ile tekid edilmiştir. Müsned ve müsnedün ileyhin marife olmasıyla tekid edilmiştir. Bu da kasr ifade eder. Hüsran onlara kasredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati'l Kur'ani'l Kerim, Soru: 352)
Müsnedün ileyhin işaret ismiyle gelerek onlara tekrar dikkat çekilmesi işaret edilenleri tahkir ve tevbih ifade eder.
Yalnızca bir isim cümlesi bile devam ve sübut ifade ettiğinden fasıl zamiri, isim cümlesi ve müsnedin harf-i tarifle marife gelmesi olmak üzere üç tekid içeren bu ve benzeri cümleler çok muhkem/sağlam cümlelerdir.
İsim cümlelerinin asıl kuruluş sebebi; müsnedin, müsnedün ileyh için sabit olduğunu ifade etmektir. İsim cümlesinin haberi müfred ya da isim cümlesi olursa asıl konulduğu mana olan sübutu veya bazı karinelerle istimrarı (devamlılığı) ifade eder. İstimrar ifadesi daha çok medh ve zem durumlarında olur. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Haberin, ism-i fail kalıbıyla gelmesi durumun devamlılığına işaret etmiştir.
İsim cümlesindeki ism-i fail istimrar ifade eder. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur’an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللّٰهِۙ : Burada, tekid dışında şöyle bir başka fayda daha vardır: Allah Teâlâ, ikinci ifadeyi birincinin çirkinliğini beyan etmek için getirmiştir. Bu tıpkı birisinin, batılı ileri sürmenin çirkinliğini ortaya koymak için,"Sen, hakkı bırakıp da batılı mı söylüyorsun?" demesi gibidir. (Fahreddin er-Râzî)
Cenab-ı Hak, "işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir" buyurmuştur. İşte hüsran çeşitlerinin en ilerisi de böyle olur. Çünkü sermayesini kaybeden ve bunun peşi sıra borçları olmayan kimsenin hali, sermayesini kaybettiği gibi, ayrıca birçok borçları da bulunan kimsenin halinden daha kolaydır. Binaenaleyh onlar da, Allah'tan başkasına ibadet edince, ömürlerini bu yolda harcamış ve karşılığında hiçbir şey elde edememiş, ayrıca üzerlerinde, ödemeyecekleri bir zaman ve yerde, istenecek bir takım farzları yapmama borçları kalmıştır. (Fahreddin er-Râzî)