اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
Sıra | Kelime | Anlamı | Kökü |
---|---|---|---|
1 | اللَّهُ | Allah (ki) |
|
2 | لَا | yoktur |
|
3 | إِلَٰهَ | ilahtır |
|
4 | إِلَّا | başka |
|
5 | هُوَ | O’ndan |
|
6 | الْحَيُّ | daima diridir |
|
7 | الْقَيُّومُ | koruyup yöneticidir |
|
8 | لَا |
|
|
9 | تَأْخُذُهُ | O’nu tutmaz |
|
10 | سِنَةٌ | ne bir uyuklama |
|
11 | وَلَا | ve ne de |
|
12 | نَوْمٌ | bir uyku |
|
13 | لَهُ | O’nundur |
|
14 | مَا | ne |
|
15 | فِي | varsa |
|
16 | السَّمَاوَاتِ | göklerde |
|
17 | وَمَا | ve ne |
|
18 | فِي | varsa |
|
19 | الْأَرْضِ | yerde |
|
20 | مَنْ | kimdir |
|
21 | ذَا |
|
|
22 | الَّذِي | ki |
|
23 | يَشْفَعُ | şefaat edebilir |
|
24 | عِنْدَهُ | kendisinin katında |
|
25 | إِلَّا | dışında |
|
26 | بِإِذْنِهِ | O’nun izni |
|
27 | يَعْلَمُ | bilir |
|
28 | مَا | olanı |
|
29 | بَيْنَ |
|
|
30 | أَيْدِيهِمْ | onların önünde |
|
31 | وَمَا | ve olanı |
|
32 | خَلْفَهُمْ | arkalarında |
|
33 | وَلَا |
|
|
34 | يُحِيطُونَ | kavrayamazlar |
|
35 | بِشَيْءٍ | hiçbir şey |
|
36 | مِنْ | -nden |
|
37 | عِلْمِهِ | O’nun ilmi- |
|
38 | إِلَّا | dışında |
|
39 | بِمَا | şeyler |
|
40 | شَاءَ | dilediği |
|
41 | وَسِعَ | kaplamıştır |
|
42 | كُرْسِيُّهُ | O’nun Kürsüsü |
|
43 | السَّمَاوَاتِ | gökleri |
|
44 | وَالْأَرْضَ | ve yeri |
|
45 | وَلَا |
|
|
46 | يَئُودُهُ | O’na ağır gelmez |
|
47 | حِفْظُهُمَا | onları koru(yup gözet)mek |
|
48 | وَهُوَ | O |
|
49 | الْعَلِيُّ | yücedir |
|
50 | الْعَظِيمُ | büyüktür |
|
Kerase كرس :
Halk dilinde kürsü كُرْسِيٌّ , üzerine oturulan sandalye anlamına gelir. Bu kelimenin kökü olan كِرْسٌ sözcüğü alışan, uyum sağlayan ve bir araya toplanan demektir. Bakara 255. ayeti kerimede geçen كُرْسِيٌّ türevi için alimler ilim, O'nun mülkünün temeli ve felekleri kuşatan feleğin adı olmak üzere üç farklı görüş ifade etmişlerdir. (Müfredat)
Kuran’ı Kerim’de isim formunda 2 ayette geçmiştir. (Mu'cemu-l Mufehres)
Türkçede kullanılan şekilleri kürsü ve tekristir. (Kuranı Anlayarak Okuma Rehberi)
Sinetun kelimesinin kökü vesene (وسن) olup uyuklamak demektir. Kur’ân-ı Kerim'de yalnızca bu ayette geçmiştir.
Yeûduhu kelimesinin kökü evede (أود) olup ağır gelme, yorma, eğrilme, bükülme, iki kat olma demektir. Kur’ân-ı Kerim'de yalnızca bu ayette geçmiştir.
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ
İsim cümlesidir. اَللّٰهُ lafza-i celâl, mübteda olup damme ile merfûdur. لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesi, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur.
لَاۤ cinsini nefyeden olumsuzluk harfidir. اِلٰهَ kelimesi لَاۤ ‘ nın ismi olup fetha üzere mebnidir. اِلَّا istisna harfidir. لَٓا ’ nın haberi mahzuftur. Takdiri موجود (vardır) şeklindedir.
Munfasıl zamir هُوَ mahzuf haberin zamirinden bedeldir. اَلْحَيُّ ikinci haber olup damme ile merfûdur. الْقَيُّومُ üçüncü haber olup damme ile merfûdur.
اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ [Hay ve kayyûmdur.] ifadesi hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir. الْقَيُّومُ kelimesi قَیٱم mastarından فَيْعُولُ kalıbında gelmiştir. Sürekli ve devamlı olan anlamındadır. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)
Bedel: Metbuundaki kapalılığı açıklamak ve pekiştirmek gibi sebeplerle getirilen ve irab bakımından metbuuna uyan tabidir. Bedelden önce gelen ve bedelin irabını almış olduğu kelimeye “mübdelün minh” denir.
Bedel 3 gruba ayrılır: 1. Bedel-i kül, 2. Bedel-i baz, 3. Bedel-i iştimal. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
ٱلۡحَیُّ kelimesi sıfat-ı müşebbehedir. Sıfatı müşebbehe; “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ
Cümle, mübtedanın dördüncü haberi olarak mahallen merfûdur.
Fiil cümlesidir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. تَأْخُذُهُ damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur. سِنَةٌ fail olup damme ile merfûdur.
لَا zaid harftir. لَا nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. نَوْمٌ atıf harfi وَ ’ la سِنَةٌ ’ e matuftur.
اَلسِّنَةُ uyuklamaktır. Bu kelimenin aslı وِسْنَةٌ ’ dür. وَسِنَ - يَوسَنُ - وَسَنًا - وَسِنَةً - وَسْنَانٌ - وَ وَسِنَ şeklinde çekilir. Dördüncü babdandır. اَلنَّوْمُ ise, nüâs (uyuklama) halinin tamamlanması yani uykuya geçmektir. Yani Allah Teâlâ koruduğu şeyleri muhafaza ederken mahlukatın maruz kaldığı dalgınlık, gaflet, sıkılma, ara verme gibi kusurlara maruz kalmaz, dinlenmeye ihtiyaç hissedip uyumasına veya uyuklamasına sebep olacak bir yorgunluğa asla sahip olamaz. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Cümle, mübtedanın beşinci haberi olarak mahallen merfûdur.
İsim cümlesidir. لَهُ car mecruru mahzuf mukaddem habere mütealliktir. Müşterek ism-i mevsûl مَا muahhar mübteda olarak mahallen merfûdur.
فِي السَّمٰوَاتِ car mecruru mahzuf sılaya mütealliktir. الْاَرْضِ atıf harfi وَ ile makabline matuftur.
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ
İsim cümlesidir. مَن istifham ismi olup, mübteda olarak mahallen merfûdur. ذَا işaret ismi, haber olarak mahallen merfûdur. الَّذ۪ي müfred müzekker has ism-i mevsûl, ذَا ’ nın sıfatı olarak mahallen merfûdur veya ondan bedeldir. İsm-i mevsûlun sılası يَشْفَعُ ’ dur. Îrabtan mahalli yoktur.
يَشْفَعُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’ dir. عِندَ mekân zarfı يَشْفَعُ fiiline mütealliktir. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
إِلَّا hasr edatıdır. بِاِذْنِه۪ car mecruru mahzuf hale mütealliktir. Takdiri; لا أحد يشفع إلّا مدفوعا بإذنه أو مأذونا له (O'nun izni istenmedikçe ve yetki verilmedikçe hiç kimse şefaat edemez.) şeklindedir. Aynı zamanda muzaftır.Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Has ism-i mevsûller marife isimden sonra geldiğinde kelimenin sıfatı olur. Cümledeki yerine göre onun unsuru (Fail, mef’ûl,muzâfun ileyh) olur. (Arapça Dil Bilgisi, Nahiv, Dr. M.Meral Çörtü,s; 44)
İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır.İstisnanın 3 unsuru vardır:
1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.
2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.
3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir.
İstisnanın kısımları 3’e ayrılır:1. Muttasıl istisna 2. Munkatı istisna 3. Müferrağ istisna.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ
Cümle, mübtedanın altıncı haberi olarak mahallen merfûdur.
Fiil cümlesidir. یَعۡلَمُ damme ile merfû muzari fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’ dir. Müşterek ism-i mevsûl مَا , mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
Mekân zarfı بَيْنَ , mahzuf sılaya mütealliktir. اَيْد۪يهِمْ kelimesi ی üzere mukadder kesra ile mecrurdur. Muttasıl zamir هِمۡ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
Müşterek ism-i mevsûl مَا atıf harfi وَ ile birinci ism-i mevsûle matuftur. Mekân zarfı خَلۡفَ mahzuf sılaya mütealliktir. Muttasıl zamir هُمۡ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
لأيدي kelimesi mankus isimlerdendir. Çoğuldur. Nekre geldiği zaman sonundaki ي harfi hazf edilir. Ref ve cer hallerinde sonunda damme ve kesra takdir edilir. Mansub olduğunda ي harfi hazf olmaz. Görünür ve sonuna tenvin elifi gelir. يد kelimesinin bir diğer çoğulu أياد şeklindedir. Aynı şekilde irab edilir. Ancak gayrı munsarıf olduğu için tenvin almaz.
وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Haliyye olması da caizdir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يُح۪يطُونَ fiili نَ ’ un sübutuyla merfû muzari fiildir. Zamir olan çoğul و ’ ı fail olarak mahallen merfûdur. بِشَيْءٍ car mecruru يُح۪يطُونَ fiiline mütealliktir. مِنْ عِلْمِ car mecruru بِشَيْءٍ ‘ in mahzuf sıfatına mütealliktir. Muttasıl zamir هِ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
إِلَّا istisna harfidir. مَا müşterek ism-i mevsûl بِ harf-i ceriyle mahzuf müstesnaya mütealliktir. Takdiri; إلّا الإحاطة بما شاء من معلومه (Bildiği şeylerden dilediği kısmını ihata etmedikçe) şeklindedir. İsm-i mevsûlun sılası شَاۤءَ ’ dir. Îrabtan mahalli yoktur.
شَاۤءَ fetha üzere mebni mazi fiildir. Faili müstetir olup takdiri هُو ’ dir.
مِّنۡ عِلۡمِهِ [İlminden] Yani bilgisinden demektir. İlim kelimesi mef‘ûl manasında mastardır. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)
İstisna; bir nesneyi, kişiyi veya hükmü istisna edatlarından biriyle cümledeki hükmün dışında tutmaktır.İstisnanın 3 unsuru vardır:
1. İstisna edatı: Cümlede kullanılan edatlardır.
2. Müstesna: İstisna edatından sonra gelen kelimedir. İstisna edilen, hariç tutulan kelimedir.
3. Müstesna minh: İstisna edatından önce gelen kelimedir. Kendisinden bir şeyin hariç tutulduğu, genellikle çoğul olan bir kelimedir.
Müstesna minh;a) Ya birden fazla olmalı, b) Ya umumi manalı bir kelime olmalı,
(Bir ismin umumi manalı olması için nefy, nehy veya istifhamdan sonra nekre olarak gelmesi gerekir.) c) Ya kısımları bulunan müfred bir lafız olmalı.
(Kısımları bulunan müfred: Mesela sahifeleri olan kitap, saatleri olan gün, günleri olan hafta, ay, mevsim, mevsimleri olan sene, seneleri olan ömür… gibi isimlerdir.)
Müstesna istisna edatından hemen sonra gelen kelimedir. Ancak müstesna minh hemen önce gelen kelime olmayabilir. Müstesna mansubtur. Bununla birlikte istisna edatlarının türlerine göre farklı şekillerde irablanabilir. Türkçeye “ama, ancak, -den başka, -sız, fakat, hariç, müstesna, yalnız, sadece” gibi kelimelerle tercüme edilir.İstisnanın kısımları 3’e ayrılır:1. Muttasıl istisna 2. Munkatı istisna 3. Müferrağ istisna.(Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
يُح۪يطُونَ fiili sülâsî mücerrede bir harf ilave edilerek mezid yapılan fiillerdendir. Fiil if’âl babındandır. Sülâsîsi حوط ’ dır.
İf’al babı fiile, tadiye (geçişlilik) kesret, haynunet (zamanı gelmesi), sayruret, izale, zamana ve mekâna duhul, temkin (imkân sağlamak), vicdan (bir vasıf üzere bulmak) mutavaat (tef’il babının dönüşlülüğü), tariz (arz etmek, maruz bırakmak) manaları katar. Bazan da fiilin mücerret manasını ifade eder.
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ
Fiil cümlesidir. وَسِعَ fetha üzere mebni mazi fiildir. كُرۡسِیُّهُ fail olup damme ile merfûdur. Aynı zamanda muzaftır. Muttasıl zamir هُ muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ mef’ûlun bih olup nasb alameti kesradır. Cemi müennes salim kelimeler hareke ile irablanır. الْاَرْضَ atıf harfi وَ ’ la makabline matuftur.
وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ
Fiil cümlesidir. وَ istînâfiyyedir. Haliyye olması da caizdir. لَا nefy harfi olup olumsuzluk manasındadır. يَؤُ۫دُهُ damme ile merfû muzari fiildir. Muttasıl zamir هُ mef’ûlun bih olarak mahallen mansubdur.
حِفْظُهُمَا fail olup damme ile merfûdur. Muttasıl zamir هُمَا muzâfun ileyh olarak mahallen mecrurdur.
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
İsim cümlesidir. Munfasıl zamir هُوَ mübteda olarak mahallen merfûdur. ٱلۡعَلِیُّ haber olup damme ile merfûdur. ٱلۡعَظِیمُ ikinci haber olup damme ile merfûdur.
الْعَلِيُّ - الْعَظ۪يمُ kelimeleri sıfat-ı müşebbehedir. “Benzeyen sıfat” demektir. İsmi faile benzediği için bu adı almıştır. İsmi failin ifade ettiği anlam geçici olduğu halde, sıfatı müşebbehenin ifade ettiği anlam kalıcıdır. İsmi fail değişen ve yenileşen vasfa delalet eder. Sıfatı müşebbehe sürekli ve sabit vasfa delalet eder. Bu süreklilik ve sabitlik az veya çok, bazen de sonsuza kadar devam eder. Geniş zamana delalet eder. (Arapça Dilbilgisi Ayetlerle Nahiv Bilgisi)
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ
Ayet, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkarî kelamdır. اَللّٰهُ müsnedün ileyh, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ cümlesi müsneddir
Bütün esma-i hüsna ve kemâl sıfatları bünyesinde barındıran lafza-i celâl telezzüz, teberrük ve haşyet uyandırmak için müsnedün ileyh olarak gelmiştir.
Cinsini nefyeden لَٓا ’nın dahil olduğu لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ cümlesi, sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesidir.
Munfasıl zamir هُوَ , cinsini nefyeden لَاۤ ’nın ismi olan اِلٰهَ ’nin mahallinden veya لَٓا ’nın mahzuf haberindeki zamirden bedeldir. لَاۤ ’nın haberinin hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Ayette mütekellim Allah Teâlâ olduğu halde اللّٰهِ isminin zikredilmesi tecrîd sanatıdır.
اَللّٰهُ - اِلٰهَ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı mevcuttur.
ٱلۡحَیُّ ikinci, ٱلۡقَیُّومُۚ üçüncü haberdir. Müsnedin harf-i tarifle marife olması tahsis ifade eder. Ayrıca Allah Teâlâ’ya ait bu iki sıfatın marife gelişi bu sıfatların kemâline işaret eder.
اَلْحَيُّ mübalağalı ism-i fail kalıbı olan sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsûfta sürekli varlığına, sıfatın mevsûfun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
الْقَيُّومُۜ , mübalağa vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir.
الْحَيُّ - الْقَيُّومُۜ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
Ayette hüsn-i iftitâh (güzel başlangıç) sanatı vardır. Çünkü bu ayet Allah Teâlâ'nın en yüce ismiyle başlamıştır. (Sâbûnî, Safvetü’t Tefâsir)
Cinsini nefyeden لَٓا ‘nın ismi اِلٰهَ , umum ifade eder.
Nefy ve nehiy ifade eden edatlardan sonra gelen nekre isimler, umum ifade eden kelimelerdendir. (Suyûtî, İtkan, c. 2, s. 42)
اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُ [Allah, O’ndan başka ilâh yoktur; O, haydir, kayyûmdur.] Bir önceki ayette Cenab-ı Hak [Onların bir kısmı iman eder, bir kısmı ise Hak dinden yüz çevirir.] buyurmuştu. Sonra kâfirlerin kıyamet günü ne halde olacaklarını zikretti. Sonra iman ehli için kendisi sayesinde bu tehditten kurtulacakları tevhid akidesinin temelini zikretti. Allah lafzı, Cenab-ı Hakk’ın zatını ispat için gelmiştir. [O’ndan başka ilâh yoktur.] ifadesi de ulûhiyet vasfının başkalarından nefyi için getirilmiştir.
اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ [Hay ve kayyûmdur.] Bu ifade hak sıfatların Allah’a ispatıdır. Allah, asla ölmeyen ve diri olandır. Ezelî ve ebedî hayata sahiptir. ٱلۡقَیُّومُۚ kelimesi قَیٱم masdarından gelmiştir. Sürekli ve devamlı olan anlamındadır. Bir görüşe göre başkası ile değil, zatıyla kaim olan demektir. Bir görüşe göre, ‘’bütün mahlûkatının işlerini gören’’ anlamındadır. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr) - Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
اَلْحَيُّ lafzı mecaz veya kinayedir. (Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Allah ismi yüce Rabbimizin doksan dokuz isminden en yücesidir. İsm-i Âzam'dır. Çünkü bu, tüm ilâhi sıfatları kendinde toplayan zatı gösterir, O'na işaret eder. O'nun zatıyla ilgili hiçbir nitelik bu ismin dışında değildir. Oysa öteki isimler, yüce Allah'ın ilâhî sıfatlarının tümüne ayrı ayrı işaret etmeyip yalnızca konuldukları anlamlara delalet ederler. Mesela ilmine, kudretine, fiiline veya bir başka özelliğine işaret ederler. Bir de ”Allah" ismi tüm isimlerin en özelidir. Bir başkasına bu isim verilemez. Ne gerçek anlamda ve ne de mecazî manada verilmesi mümkün değildir. Halbuki öteki isimler, bazan başka varlıklara ad olabilir. Mesela Kadîr (her şeye gücü yeten), Alîm (her şeyi en iyi bilen), Rahîm (merhametli) gibi isimleri burada sayabiliriz. Kul için gerekli olan şey, bu ismi anar anmaz, kulluğunu hatırlayıp, O'na karşı gerekeni yapmasıdır. Yani kul, sürekli bir şekilde kalbiyle Allah'la beraber olduğunu ve hep O'na yönelmesi gerektiğini bilmeli, kalbi bu inançla dopdolu olmalıdır. Başkasına bakmamalı ve Allah'tan başkasına iltifat etmemelidir. Yalnızca Allah'tan beklemeli ve yalnızca O'ndan korkmalıdır. Allah'tan başka her şey batıl ve geçersizdir. (İsmâil Hakkı Bursevî, Tenvîru'l-Ezhân Min Rûhu -l Beyân)
Bil ki, Allah Teâlâ'nın kitabı olan Kur'an'daki adeti, ilm-i tevhidî, ilm-i ahkâmı ve kıssalar ilmini birbiri içinde zikretmektir. Kıssaları zikretmesinden maksadı, ya tevhîd ilminin delillerini açıklamak ya da ahkâm ve mükellefiyetleri pekiştirip, sağlamlaştırmaktır. Bu yol, insanı tek bir çeşit ilimde durdurmamak için, takip edilecek en güzel yoldur. Çünkü tek bir çeşit ilim üzerinde durmak insana bıkkınlık verir. Ama, ilmin bir nevinden diğer nev'ine geçtikçe, insanın gönlü açılır ve kalbi huzur duyar. Böylece de, sanki o kimse o beldeden başka bir beldeye yolculuk ediyor, bir bahçeden başka bir bahçeye geçiyor ve çok lezzetli bir yiyecekten lezzetli başka bir yiyeceğe intikâl ediyor demektir. Hiç şüphe yok ki bu, en lezzetli ve çok fazla arzu uyandırıcı bir durumdur. Allahü Teâlâ önceki âyetlerde, insanların faydasını gördüğü ahkâm ve kıssalar ilminden bahsedince, şu anda da, tevhîd ilmiyle alakalı şeylerden bahsederek, "Allah; O'ndan başka hiç bir Tanrı yoktur. Diridir. Zâtiyle ve kemaliyle kâimdir" buyurmuştur. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l - Gayb)
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ
Fasılla gelen cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Lafza-i celâlin dördüncü haberi olan cümle menfi muzari fiil sıygasında faide-i haber talebî kelamdır.
Muzari fiil sıygasında gelmesi teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir. Muzari fiil tecessüm özelliği sayesinde muhatabın muhayyilesini harekete geçirerek olayı daha iyi anlamasını sağlar.
Muzari fiilin geldiği hallerde çoğunlukla bu gaye mevcuttur.
Muzari fiilin kullanımıyla sahne muhatabın gözünde sanki o anda canlanır. Bu da insanı etkiler. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
لَا نَوْمٌ , temasül nedeniyle سِنَةٌ ‘e atfedilmiştir. Nefy harfinin tekrarı olumsuzluğu tekid içindir. Bu kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr sanatı vardır.
لَا نَوْمٌ ile سِنَةٌ kelimeleri arasında tıbâk-ı selb sanatı vardır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belagat Dersleri Bedî İlmi)
تَأْخُذُهُ fiili, سِنَةٌ ve نَوْمٌۜ ‘e isnad edilmiştir. Bu ifadede istiâre sanatı vardır. Canlılara mahsus olan tutma fiili uyku ve uyuklamaya nispet edilerek, cansız olan bir şey canlı yerinde kullanılmıştır. Mübalağa için gelen bu üslupta tecessüm sanatı da vardır.
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ [O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku.] cümlesi, اَلْحَيُّ ve الْقَيُّومُ anlamlarını da tekid eder. Çünkü kendisini uyuklama veya uyku halleri istila eden bir varlığın hayatı, o hallerde atalete uğradığından onun o esnada başkalarını koruması, kollaması, yönetmesi mümkün değildir.
Bir görüşe göre de, bu cümle istinaf cümlesi (mukadder bir sualin cevabı) olup daha önceki beyanları tekid eder. (Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
[Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama.] أۡخذ yakalamak, isabet etmek manasına gelir. سِنَةٌ uyuklamaktır. Bu kelimenin aslı وسن ‘ dir. نَوْمٌۜ ise (uyuklama) halinin tamamlanması, yani uykuya geçmektir. Yani Allah Teâlâ koruduğu şeyleri muhafaza ederken mahlukatın başına gelen dalgınlık, gaflet, sıkılma, ara verme gibi kusurlara, dinlenmeye ihtiyaç hissedip uyumaya veya uyuklamaya sebep olacak bir yorgunluğa asla maruz kalmaz.(Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr ve Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Burada سِنَةٌ lafzının ardından نَوْمٌۜ ’ in zikredilmesi tekrar değildir. Manası şöyledir; “uyuklama tutmadığı gibi fazladan uyku da tutmaz” veya mübalağa ve terakki ifade eder. Çünkü uyuklamayı defetmeye kudreti olanın, ondan daha kuvvetli olan uykuyu defetmeye gücü yetmeyebilir. Bunun için uyuklamanın arkasından uyku da zikredilmiştir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru:1555)
لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ ayetindeki لا ’ nın tekrarında, Allah Teâlâ’nın uyuklama ve uyku halinin olmayacağını tekid etme, her birinin de müstakil, ayrı ayrı nefyedildiğini bildirmektedir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru; 1556)
سِنَةٌ lafzı mübalağa için takdim edilmiştir. Çünkü uyuklamanın bile tutmaması, zımnen uykunun da tutmayacağını ifade etmektedir. Dolayısıyla ikinci nefyin de mübalağa ifade ettiği apaçıktır. Mana da şöyle olur: “uyuklama tutmaz, uyku da hayli hayli tutmaz”. Buradaki uyuklama ve uykunun Allah’tan nefyinin amacı, O’nun ilminin, kuşatıcılığının ve idareciliğinin devamının mükemmel olduğunu iyice kesinleştirmektir. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru:1557 - Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ
Beşinci haber olarak fasılla gelen cümlenin fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi faide-i haber inkârî kelamdır.
Cümlede îcâz-ı hazif ve takdim-tehir sanatları vardır. لَهُ , mahzuf mukaddem habere mütealliktir. مَا , muahhar mübtedadır.
Car-mecrurun takdimi kasr ifade etmiştir. Kasr-ı kalbtir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Kasr, mübteda ve haber arasındadır. Takdim kasrında takdim edilen her zaman maksûrun aleyh, tehir edilen ise maksûrdur. لَهُ , maksurun aleyh/sıfat, مَا فِي السَّمٰوَاتِ maksûr/mevsûf olmak üzere, kasr-ı mevsûf ale’s-sıfattır. Yani müsnedün ileyhin, takdîm edilen bu müsnede has olduğu ifade edilmiştir.
Mecrur haber, vasıf kuvvetindedir. Haber olarak gelen mecrurlar, zarflar, mübtedanın bununla vasıflandığını ifade ederler. Nahiv alimlerinin açıkladığı gibi kelamda كائِنٍ benzeri bir müstekar takdiriyle husûl ve sübut ifade eder. (Âşûr, Şuarâ/113)
Muahhar mübteda olan müşterek ism-i mevsûl مَا ’nın, îrabdan mahalli olmayan sıla cümlesi mahzuftur. فِي السَّمٰوَاتِ , bu mahzuf sılaya mütealliktir. Sılasının hazfi, îcâz-ı hazif sanatıdır.
Müsnedün ileyhin ism-i mevsûlle marife kılınmasındaki maksat, kelamın amacını muhatabın zihnine iyice yerleştirmektir.
Aynı üslupta gelen ikinci ism-i mevsûl وَمَا فِي الْاَرْضِۜ , birinciye atfedilmiştir. Cihet-i câmia tezayüftür.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ kelimeleri arasında tıbâk-ı îcâb ve murâât-i nazîr sanatları vardır.
السَّمٰوَاتِ ’tan sonra الْاَرْضِ ’ın zikredilmesi, umumdan sonra hususun zikredilmesi babında ıtnâb sanatıdır. Çünkü semavat, arza şamildir.
فِي السَّمٰوَاتِ ibaresindeki فِي harfinde istiare vardır. Bilindiği gibi فِی harfi zarfiye manası içerir. İçi olan bir şeye benzetilen السَّمٰوَاتِ , mazruf mesabesindedir. Mübalağa için bu harf, عَلَيْ yerine kullanılmıştır. Çünkü semavat zarfiyeye yani içine girilmeye müsait değildir. Gökyüzünde bulunan varlıklar, bir kabın içinde muhafaza edilmesine benzetilmiştir. Camî, her iki durumdaki mutlak irtibattır.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضِ lafızlarındaki ال istiğrak içindir. (Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ [Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur.] Göklerde ve yerde her kim ve her ne varsa O’na aittir. Hiç kimsenin onlarda Allah’a bir ortaklığı yoktur. Hiç kimsenin O’nun üzerinde bir otoritesi bulunmaz. Nasıl sizlerden birinin kölesinin efendisinden başkasına hizmet etmeye hakkı yoksa O’ndan başkasına kullukta bulunmak asla caiz değildir. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)
Allah Teâlâ من في السماوات ومن في الأرض (gökteki kimseler) demeyip de, niçin ما في السماوات و ما في الأرض [gökteki şeyler] demiştir?" denilirse, biz deriz ki: Maksat, kendisi dışında kalan şeylerin yaratılmış olma bakımından O'na nisbet edilmesi olup, kendisi dışında kalan varlıklar içinde de akıllı olmayan varlıklar çoğunluğu teşkil edince, Allah Teâlâ, çoğunluğu hepsinin yerine koyarak, bunları ما "şey, şeyler...." lafzıyla beyan buyurmuştur. Yine bu şeyler Allah'a, O'nun birer mahluku olması bakımından isnad edilmişlerdir. (Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb ve Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru:1558)
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ
Fasılla gelmiş istînâf cümlesidir. Cümle inkârî istifham üslubunda talebî inşâî isnaddır. nefy manası taşıyan istifham ismi مَن mübteda, işaret ismi ذَا haberdir.
İşaret isminden bedel olan has ism-i mevsûl الَّذ۪ي ‘nin sılası, müsbet muzari fiil formunda faide-i haber ibtidâi kelamdır. Muzari fiil teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
عِندَ mekân zarfı يَشْفَعُ fiiline بِاِذْنِه۪ۜ car-mecruru ise mahzuf hale mütealliktir.
إِلَّا istisna edatı ve nefy anlamındaki مَنْ sebebiyle oluşan iki tekid hükmündeki kasr, يَشْفَعُ fiili ile car-mecrur arasındadır. يَشْفَعُ , maksur/sıfat, بِاِذْنِه۪ۜ maksurun aleyh/mevsûf, olmak üzere, kasr-ı sıfat ale’s-mevsûftur.
Kasr-ı kalptir. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Cümle, istifham üslubunda gelmiş olmasına rağmen soru anlamı taşımamaktadır. Asıl maksadı tehaddi olan cümle vaz edildiği mananın dışında anlam kazanması sebebiyle mecâz-ı mürsel mürekkebtir. Ayrıca cümlede tecâhül-i ârif sanatı vardır.
Bilinen nefy üslubu yerine istifhamın tercih edilmesinin sebebi; istifhamda muhatabın aklını uyarmak, harekete geçirmek ve düşünmeye teşvik manası olmasıdır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi)
Az sözle çok anlam ifade eden بِإِذۡنِهِ ve عِندَهُۥۤ izafetlerinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan إِذۡنِ ve عِندَ şan ve şeref kazanmıştır.
Aslında عِنْد۪ yakın mekan için kullanılan bir zarftır. Bir şeyin, bir şeydeki istikrarını ve onun üzerindeki otoritesini ifade için ve bir şeyi kontrol altında tutmak manasında da mecazî olarak kullanılır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr, En’âm/57)
Buradaki ذَا , zait olarak gelmiştir ve tekit ifade eder. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ [O’nun katında, -izni olmadan- kim şefaat edebilir?!] ifadesi onun melekût (egemenlik) ve kibriyâsının beyanı ve kıyamet gününde hiç kimsenin konuşamayacağının, ancak kendisine konuşma izni verildiği zaman konuşabileceğinin izahıdır. (Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t - Te’vîl)
Buradaki istifham inkarîdir. Onun ilmi / emri olmaksızın hiç kimse şefaat edemeyecek, demektir. Müşrikler Allah’la beraber putlarının da şefaat edeceklerini zannediyorlardı. (Âdil Ahmet Sâbir er-Ruveynî, Min Ğarîbi Belâgati’l Kur’ani’l Kerim, soru:1559 - Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb - Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ
Lafza-i celâlin altıncı haberi olarak fasılla gelmiş olan cümlede fasıl sebebi kemâl-i ittisâldir. Müsbet muzari fiil sıygasında, faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Müsnedin muzari fiil olması hudûs, teceddüt ve (medih makamı olduğu için) istimrar ifade eder. Ayrıca muzari fiildeki tecessüm özelliği muhatabın dikkatini uyararak onu canlı tutar.
Cümledeki ikinci ism-i mevsul مَا , mef’ûl konumundaki ilk müşterek ismi mevsûle atfedilmiştir. Atıf sebebi temasüldür.
Cümlede îcâz-ı hazif sanatı vardır. Zaman zarfları بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ ve خَلْفَهُمْۚ ‘nin müteallakları olan sıla cümleleri mahzuftur.
بَیۡنَ أَیۡدِی - خَلۡفَ kelimeleri arasında tıbâk-ı hafiy sanatı vardır.
یَعۡلَمُ مَا بَیۡنَ أَیۡدِیهِمۡ وَمَا خَلۡفَهُمۡۖ [Onların önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir.] ifadesinde mekân zarfı kullanılmış olmasına rağmen zamanı da kapsayan anlam nedeniyle اَيْد۪يهِمْ ile خَلْفَهُمْۚ lafızları mecazdır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ [Onların önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir.] yani onlardan önce olanları ve sonra olacak olanları bilir. Buradaki zamir, göklerde ve yerde olanlara işaret eder, çünkü onlar içinde de akıl sahipleri vardır. (Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t-Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t - Te’vîl)
[O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.] [O’na hiçbir şey gizli kalmaz.] Allah Teâlâ kâfirlerin kıyamet günü şefaatlerini umdukları o kişileri bilir. Bunlar melekler veya başkalarıdır. Aynı zamanda onların arkalarındakileri de bilir. Bu ayet şöyle de anlaşılabilir: Ecelleri bittikten sonra onların önüne ne çıkacağını ve onların yaratılmasından önce ne olduğunu bilir. Başka bir ihtimal buradaki [Yaptıklarını] şeklinde tercüme edilen مَا بَیۡنَ أَیۡدِیهِمۡ ifadesinin [kendilerinden önce geçenler, yapılanlar] anlamına, [ve yapacaklarını] şeklinde tercüme edilen مَا خَلۡفَهُمۡۖ ifadesinin ise [henüz gelmemiş olanlar] anlamına gelmesidir. İlk akla gelen de budur. (Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve ḥaḳāʾiḳu’t-teʾvîl)
وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ
وَ istînafiyye veya haliyyedir. Makabline matuf olduğu da söylemiştir. Cümle muzari fiil sıygasında faide-i haber inkârî kelamdır. Muzari fiil, teceddüt, istimrar ve tecessüm ifade etmiştir.
بِشَيْءٍ car-mecruru لَا يُح۪يطُونَ ‘ye, مِنْ عِلْمِه۪ٓ car-mecruru ise بِشَيْءٍ ‘in mahzuf sıfatına mütealliktir. Sıfatın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
Mahzuf müstesnaya müteallik mecrur mahaldeki müşterek ism-i mevsul مَا ‘nın sılası olan شَٓاءَۚ cümlesi, müspet mazi fiil sıygasında faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Mazi fiil sebata, temekküne ve istikrara işaret eder. (Hâlidî, Vakafat, S.107)
اِلَّا , müstesnası mahzuf istisna edatıdır. Müstesnanın hazfi îcâz-ı hazif sanatıdır.
بِمَا شَٓاءَۚ car-mecrurunun, بِشَيْءٍ ‘den mahzuf bedele müteallik olduğu da söylenmiştir.
بِشَيْءٍ ‘deki tenvin ‘hiçbir şey’ anlamında kıllet ve nev ifade eder. Olumsuz siyakda nekre, umum ifade eder.
Veciz ifade kastına matuf عِلۡمِهِ izafetinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olması عِلۡمِ ’ ye şan ve şeref kazandırmıştır.
شَٓاءَۚ - بِشَيْءٍ kelimeleri arasında cinas-ı nakıs ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ [Onun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar] onun bildirdiği şeylerden إِلَّا بِمَا شَاۤءَۚ [ancak dilediğini] yani, bilmelerini istediği şeyi kavrarlar. Makabline atfı da ikisinin toplamının (iki cümlenin) onun birliğine tam delalet eden zatî ilmin yalnız O’nda olduğunu göstermesindendir. (Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl Ve Esrârü’t-Te’vîl- Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
[O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.] Yani kendilerine şefaat edeceklerini zannettikleri kimseler daha onları yaratmadan önce ve ölümlerinden sonra ve o ikisi arasındakileri bilen Allah’ın malumatından sadece O’nun dilediklerini bilebilirler. Bunlar kendileri için deliller koyarak, akıl ve duyular gibi bilgi edinme vasıtaları vererek onlara bildirdiği şeylerden ibarettir. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ
Cümle, istînâfiyye olarak fasılla gelmiştir. Müsbet mazi fiil sıygasıyla faide-i haber ibtidaî kelamdır.
Az sözle çok anlam ifade eden بِكُرۡسِیُّهُ ifadesinde Allah Teâlâ’ya ait zamire muzâf olan كُرۡسِیُّ şan ve şeref kazanmıştır.
ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ - ٱلۡأَرۡضَۖ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr ve tıbâk-ı îcab sanatı vardır.
وَلَا یَـُٔودُهُۥ حِفۡظُهُمَاۚ cümlesi makabline وَ ‘la atfedilmiştir. Menfi muzari fiil cümlesi, faide-i haber ibtidaî kelamdır. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasında manen ve lafzen mutabakat mevcuttur. Müspet mazi sıygadan menfî muzari sıygaya iltifat sanatı vardır. وَ ’ ın haliyye olması da caizdir.
حِفْظُ , bütün cinslere şamil masdar vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Masdarlar bir fiilin ihtiva ettiği bütün manaları içerirler. Yani; ism-i fail ve ism-i mefûlü de ifade eder.
السَّمٰوَاتِ - الْاَرْضَۚ kelimelerinin tekrarında ıtnâb ve reddü’l-acüz ale’s-sadr sanatları vardır.
كُرۡسِیُّ lafzı Kur’an’da bir defa bu ayette zikredilmiştir. Hakiki manada değil mecazdır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
وَسِعَ كُرۡسِیُّهُ ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ وَٱلۡأَرۡضَۖ ibaresinde tasrihî istiare vardır. Bu cümle Allah’ın ilminin ve saltanatının azametini tasvir eder. Müşebbeh O’nun ilmi, azameti, kudretidir ve hazfedilmiştir. Müşebbehün bih ise bir kralın oturduğu tahttır. (https://tafsir.app/iraab-aldarweesh/2/255)
Veya mahalliyet alakasıyla mecaz-ı mürseldir. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kuran Işığında Belâgat Dersleri, Beyan İlmi)
وَسِعَ كُرۡسِیُّهُ ٱلسَّمَـٰوَ ٰتِ وَٱلۡأَرۡضَۖو ifadesi dört şekilde açıklanabilir:
Birincisine göre; burada onun kürsîsinin genişliği ve kapsamlılığı ile gökleri ve yeri kuşatmaktan aciz olmadığı anlatılmaktadır. Bu ifade onun azametini ifade eden bir tasvir ve canlandırmadan [tahyîl] başka bir şey değildir. Yoksa ortada ne bir kürsî vardır, ne oturma, ne de oturan. Nitekim bu durum, [Buna rağmen, Allah’ı hakkıyla takdir edememişlerdir.
وَالْاَرْضُ جَم۪يعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَم۪ينِه۪ۜ سُبْحَانَهُ [Oysa Kıyamet günü arzın tamamı O’nun avucunun içinde olacak, gökler de O’nun sağ elinde dürülmüş olacaktır.] (Zümer 39/67) ayetinde de ifade edilmiştir. Burada da herhangi bir avuç, sağ el ve dürme tasavvuru söz konusu değildir. Aksine bu O’nun şanının yüceliğine dair bir canlandırma ve duyusal bir benzetmeden ibarettir.
İkincisine göre; O’nun ilmi kuşatmıştır. İlim, mekânı ile isimlendirme kabilinden, kürsî olarak isimlendirilmiştir ki bu da alimin kürsîsidir.
Üçüncüsüne göre onun mülkü kuşatmıştır. Mülkün kürsî olarak isimlendirilmesi de, mekânı ile isimlendirme kabilindendir ki bu da mülk kürsîsidir.
Dördüncüsüne göre; rivayet edildiği üzere, Allah Teâlâ bir kürsî yaratmıştır, bu kürsî arşın önünde olup onun altında gökler ve yer vardır. Arşa kadar o, en küçük bir şey gibidir. Yalnız Hasan-ı Basrî’den (v.110/728), “Kürsî, arştır” sözü nakledilmiştir. [Bu ikisini] yani gökleri ve yeri [koruyup kollamak] muhafaza etmek [O’na ağır] ve zor [gelmez;] (Zemahşeri, Keşşâf’ An Hakâ’ikı Ğavâmidı’t- Tenzîl Ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl Fî Vucûhi’t - Te’vî l- Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb - Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili - Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Kürsü ve arş birdir. Kürsüden anlaşılan şey döşektir. Kürsî sözlükte üst üste konulan şeydir. تَكَارَسَ birbirinin üstüne bindi demektir. Sayfaları üst üste olduğu için deftere كُرَّاسَ denilir. اَلْكِرْسِ pisliğin üst üste yığılıp donmasıdır. اَلْكِرْيَاسِ saçak demektir. Çatının üstünde olur ve yere bir kanal ile bağlanır. Üst üste bina edildiği için bu ismi alır. اَكَارِسُ cem-i kesrettir. Araplardan müfred kullanıldığı işitilmemiştir. Çokluğundan dolayı üst üste biriken eşyalar konumundadır. (Ebû Hafs Necmüddîn Ömer b. Muhammed b. Ahmed en-Nesefî es-Semerkandî, et-Teysîr fî (ʿilmi)’t-tefsîr)
وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
Cümle öncesindeki istînâfa atfedilmiştir. Atıf sebebi hükümde ortaklıktır. Cümleler arasındaki anlam bütünlüğü barizdir. Vaslda, atfedilen cümlelerin her ikisinin de aynı tür olması vaslın güzelliklerinden kabul edilmiştir. Fakat burada fiil cümlesiyle fiilin tekrarı ve yenilenmesi, isim cümlesiyle de sabitlik kastedilerek, isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir.
Sübut ve istimrar ifade eden isim cümlesi, faide-i haber ibtidâî kelamdır.
الْعَلِيُّ - الْعَظ۪يمُ kelimeleri arasında mürâât-ı nazîr, bu iki kelimenin ayetin anlamıyla olan mükemmel uyumunda teşâbüh-i etrâf sanatı vardır.
Her ikisi de sıfat-ı müşebbehe vezninde gelerek mübalağa ifade etmiştir. Bu kalıp bu vasfın mevsufta sürekli varlığına, sıfatın mevsufun bir parçası gibi ondan ayrılmayan bir özelliği olduğuna işaret eder.
Allah'ın yüceliğini ifade eden الْعَلِيُّ kelimesi, tam bir celâl (heybet) ve mükemmellik manası için müsteardır. (Âşûr, Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr, Şura 4)
ٱلۡعَلِیُّ - ٱلۡعَظِیمُ - كبير kelimelerinin hepsi de büyük demektir. ٱلۡعَظِیمُ ve كبير somut şeyler için, ٱلۡعَلِیُّ soyut manalar için büyüklük ifade eder.
Bu ayet-i kerimedeki her cümle öncekinden farklı yeni bir mana taşır ama hepsinin gayesi aynıdır; o da vahdaniyetin tekididir ve manevi tekid cümleleridir, fasl yapılmıştır. (Fatma Serap Karamollaoğlu, Kur'an Işığında Belâgat Dersleri Meânî İlmi - Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb - Âşûr,Et-Tahrîr Ve’t-Tenvîr)
Görüldüğü gibi bu ayet-i kerime, Cenab-ı Allah'ın yüce zatı ve nurlu sıfatları ile ilgili ana meseleleri kapsar ve şunları belirtir:
1- Tek (ehad) ve gerçek varlık (mevcûd-u müteferrid) yalnız Allah'tır.
2- Allah Teâlâ ilâhî, ezelî ve ebedî hayat sıfatlarıyla muttasıftır.
3- O, vâcibü'l-vücûddur; varlığı bir başkasından değil kendi zatındandır.
4- O'nun vücûdu vâcib yani zorunludur. Bütün masivanın mucidi O'dur.
5- O, Kayyûm'dur veya zatı ile kaimdir. Başkası tarafından ikame edilmekten münezzeh olduğu gibi bütün mükevvenatı ayakta tutan da O'dur.
6- O, mekân tutmak (tahayyüz) ve bir cisimde görünmek (hulûl) den münezzehtir.
7- Değişikliğe ve zafiyete uğramak (tagayyür ve fütur) dan beri, uzakdır.
8- O'nunla hiçbir şey arasında münasebet ve benzerlik yoktur.
9- Eşyanın zatına ve ruhlara arız olan haller O'na arız olmaz.
10- Mülk ile melekût (zahir ile batın, madde ile ruh, insanlarla melekler) âleminin yegane malikidir.
11- Asılları ve fürûu yoktan var eden O'dur.
12- Yakalaması pek şiddetli olan da O'dur.
13- İzin verdiklerinden başka hiç kimse O'nun katında şefaat edemez.
14- Bütün her şeyin açığını, gizlisini, küllisini, cüzisini bilen yalnız O'dur.
15- O'nun mülkü (hakimiyeti, hükümranlığı) ve kudreti, her şeyi kuşatmıştır.
16- Hiçbir iş O'na zor gelmez; hiçbir iş, O'nu başka şeylerle de meşgul olmaktan alıkoymaz.
17- Tasavvur ve tahayyül edilebilen her şekilden münezzehtir; anlayışlar O'nun azametini asla kavrayamaz.İşte bu zengin muhtevasından dolayıdır ki, diğer ayetlerde olmayan faziletler ve üstün özellikler yalnız Ayetü’l-kürsî'de vardır.(Ebüssuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm)
Bu ayet en faziletli ayettir.
Bu ayette Allah (c.c), isim ve zamir olarak 18 kere geçmiştir. Bu ayette dokuz cümle vardır. 1 ile 9, 2 ile 8, 3 ile 7, 4 ile 6 birbiriyle ilişkili cümlelerdir. Bunların tam ortasında olan beşinci cümlede ise Allah Teâlâ önlerinde ve arkalarında olan şeyi, yani ilk 4 ayetle son 4 ayeti bildiğini ifade etmiştir. Bu da Kur’an’da görülen simetrik yapıdır. Farz namazdan sonra okumanın faziletiyle alakalı bir hadis de vardır.
Bu ayet Allah (cc) hakkında çok kapsamlı tanıtım yapar, İhlas suresi ise sure olarak Allah Teâlâ’yı kapsamlı bir şekilde tanıtır.
“ O, -mülk ve otorite bakımından- çok yüce olup -izzet ve celali açısından da- pek uludur. Ya da ‘kendisine layık olmayan nitelemelerden beridir’ demektir. Azîm ise; “kendi şanına yaraşır sıfatlarla muttasıf” anlamına gelir. Rabbimizin bu iki sıfatı, tevhidî manayı en mükemmel manada kapsamaktadır.” Böylece Nesefî (öl. 710/1310) ve Saîd Havvâ (öl. 1409/1989), ayetin evvelinde bulunan tevhide dair ifadelerle bu iki sıfat arasında münâsebet kurup, alî ve azîm esmâsının Allah’ın birliğini de içine alan lafızlar olduğunu söylemişlerdir.(Keziban Dut, Ayet Sonlarindaki Esmâü’l-Hüsnâ’nin Ayetle Olan Münâsebeti (Fâtiha, Bakara, Âl-İ İmrân Ve Nisâ Sureleri Bağlamında)